7 Nisan 2012 Cumartesi

Merhum Cem YAREN'den ibretlik yazılar... Yıllaaaaarrrr ötesinden...


Bankalar Ülkesi Türkiye / Cem Yaren



Sanki herkes emirlerinde…
Türkiye soyuluyor; hem de devleti yönetenlerin desteği ile göz göre göre. Buralarda defalarca yazdım ama bir tel Allah’ın kulundan cevap bile alamadım. 5464 sayılı Banka Kartları ve Kredi Kartları Yasası çıkıncaya kadar bankaların tüketicilere verdiği kredi kartları ile yaptıkları soygunun adı “Yasal Tefecilik” ya da “Devlet Desteği ile Tefecilik”tir.
Bankaların fahiş, hatta “fahiş” kelimesini dahi gözyaşları içinde bırakacak taleplerine binbir dereden su getirerek destek veren yerel mahkemelerin pek çoğu da bu soygun tarafı durumundadır. “Yasadışılığın hesabını sormak bir yana masum vatandaşını bankaların bataklığına atan ve buna da HUKUK adını verenleri, dünyanın en geri kalmış toplumlarında bile görmek mümkün değildir. İşin en garip tarafı bu soyguna iktidarı ile muhalefeti ile bütün siyasi partilerin göz yumması ve hatta destek olmasıdır. İddia ediyorum, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Yasama, Yürütme ve Yargı erkleri BANKALARIN şantaj, tehdit ve hatta kısmen yemlemeleri altında sadece onlara çalışmaktadırlar. Türkiye’de bankaların pek çoğu YASALLAŞTIRILMIŞ ZEBANİLERDİR.
YENİ Mİ FARK ETİNİZ?
Yine burada defalarca ifade ettim. Etmeye de devam edeceğim. Türkiye’de 28 Şubat denen densizlik, daha doğrusu ihanet sonucu yaşanan BANKA HORTUMLAMA olaylarında YASAMA, YÜRÜTME ve YARGI’nın ortak destek ve sorumluluğu vardır.
Milli Güvenlik Kurullarında bayan memurelerin yüzde kaçının G-String giydiğini bilenlerin Bankaların Hortumlanması’nı bilmemeleri mümkün değildir. Hatta, bu operasyon bilinçli olarak yapılmıştır. Operasyonun ana amacı, o dönemde büyük gelişme gösteren Milli Sermaye ve Milli Müteşebbislerde biriken kaynakların/sermayenin İstanbul Dükalığı’na peşkeş çekilmesidir. Yani genelde “ekalliyet” mensuplarına.
Neymiş, PAMUKBANK yurt içi ve yurt dışı operasyon sonucu çökertilmiş miş. Yıllarca yazdıklarıma karşı “tıkı” çıkmayanların şimdilerde bu habere “sür manşet” yer vermelerinin sebebi acaba ne olabilir?
Neymiş olayın asıl aktörü CITIBANK mış…
Uyanın da balığa gidelim efendiler….
ANKARA’YI SİLME OPERASYONU
Yine burada defalarca yazmış olduğum gibi Ankara’yı Sime Operasyonu’nun bir ucunda yine CITIBANK ve DEUTSCHE BANK bulunmaktadır. DEUTSCHE BANK, Doğan’ın ayağındaki iç çamaşırının bile sahibidir. Doğan’ın her şeyi DEUTSCHE BANK’ındır. Bunun için DEUTSCHE BANK, taraflardan Türkiye İş Bankası’nı diyet olarak istemektedir. Bu oyunun içinde kimler yoktur ki… CHP bile… “Merkez Bankası” Ankara’dan taşınamaz diyen CHP’ye kimse şu soruyu soramamıştır:
“Türkiye İş Bankası’nın önemli hissedarı olarak sizler, İş Bankası gibi Genç Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Milli Bankası’nın Genel Müdürlüğü’nün İstanbul’a taşınmasına neden karşı çıkmadınız?
Vakıflar Bankası’nın yaptığı tanıtım atağının, süslenip püslenen dayanıp döşenen Halk Bankası şubelerinin, yeni personel istihdamı hazırlıkları ve personel alımı başlatılan Ziraat Bankası’nın müşterisi de hazırdır: CITIBANK.
Şimdi aklı başında olan hemen herkes CHP genel Başkanı BAYKAL’a şu soruyu sormalıdır. Geçen ve son Milletvekili Genel Seçimleri’nde Mustafa Rahmi KOÇ ve Aydın DOĞAN kontenjanından kaç milletvekili TBMM’ne CHP üzerinden taşındı?
Bu konuyu daha önce defalarca tüm ayrıntıları ile yazdığımdan daha fazla ayrıntıya girmek istemiyorum.
TÜRKİYE’NİN KURTULUŞU VE BATIŞI
Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni dünyanın bütün güçleri bir araya gelse yıkamaz ve bitiremez. Buna bütün kalbimle inanıyorum. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurtuluşunun ya da batışının anahtarı bankaların elindedir. Bu anahtarı aklı başında milli insanlar kullanırlarsa Türkiye Cumhuriyeti Devleti bölgesel değil, küresel bir güç olacak; aksi taktirde, bugünkünden de daha kötü durumda bir müstemleke…
Bu gerçeği çok iyi biliyor olmalarına rağmen OYAK gibi bir kuruluşun OYAKBANK’ı ING Bank’a satması da baştaki iddia ve sözlerimi tamamen doğrular niteliktedir.
BEN ŞAŞIRMADIM, SİZ DE ŞAŞIRMAMIŞ OLMALISINIZ
Kemal DERVİŞ Türkiye’ye uluslar arası güç ve sermayenin valisi olarak gelmiştir. Göreve gelir gelmez de Cumhurbaşkanlığı makamı da dahil olmak üzere bütün devlet kurumlarını teslim almıştır. Çünkü Kemal DERVİŞ uluslararası sermayenin bir DEVŞİRME evladıdır.
Onunla kol kola giren, ona destek veren her kim varsa onun “emir eri”dir. Bu kişilerin Cumhurbaşkanı, Başbakan, Başbakan Yardımcısı ya da Bakan olması sonucu değiştirmez. Kemal DERVİŞ’in SİLAHSIZ ve ŞİDDETSİZ yaptıkları PKK’nın yıllarca Türkiye’ye yaptıklarının da üzerindedir. Bizim şabalak İnsan Hakları ve Demokrasi savunucuları hala ODAK olmak konusunda “ŞİDDET” OLMADAN ASLA ! diye dursunlar.
Şimdi sizlere soruyorum “Kemal DERVİŞ ve şürekasının Türkiye’ye, Türk Milleti’ne karşı yaptıklarını, acaba can düşmanlarımız topyekün silahları ile yapabilirler miydi?
Cevabınız HAYIR ise yazılarımı takip etmenizde fayda var. Cevabınız EVET ise benim yazılarımla boşuna zamanınızı harcamayınız.
Saygılarımla.
Cem Yaren
15. Agustos 2008

Merhum Cem YAREN'den ibretlik bir yazı, yıllaaarrrr ötesinden...


“ERGENEKON”, AYDIN DOĞAN, DEUTSCHE BANK VE BND BAĞLANTISI

“Ergenekon” adı verilen zırva öylesine yerlere doğru ulaşmaya başladı ki, bu konunun “kuklaları” bile kendi kendilerini yakmaya başladılar, ama Allah’tan durumun farkında bile değiller.

Aydın DOĞAN, BND’nin ajanı mıdır, değil midir?

Aydın DOĞAN’a verilen asıl görev Türkiye İş Bankası’nın Deutsche Bank’a satılması konusunda “baş mama”lıktır. Yardımcı “mama”lık görevi ise M.R.K. ile D.B. aittir. Filmin esas oğlanı ise M.H.’dır. Plan 2002 yılında işlemeye başlamış, M.R.K. ile Aydın DOĞAN malum partinin 40 milletvekilini belirlemiş ve D.B.’ın bu adayları seçilebilir yerlere koymasını sağlamış, 40 milletvekili de seçilmiştir. Aydın DOĞAN’a bu operasyonu tamamlaması için verilen süre 2008 Ağustos ayında sona ermiştir. Doğal olarak aynı şahıslar D.B.’a 2007 seçimlerinde de 40 milletvekili vermişler ve tamamını seçtirmişlerdir.

Planın özet uygulamasını daha önce defalarca yazmıştım ama bu yazımın bir bütünlük arz etmesi için tekrar ediyorum.
D.S. ve şürekası Türkiye İş Bankası’ndaki Atatürk’e ait hisselerin M.H. tarafından tezgahlanacak bir Atatürk Vakfı’na devredilmesine onay verecekti. Problem Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih Kurumu’nun hisselerinde düğümleniyordu. Bu nedenle CHP her iki kurumun da Atatürk hisselerinden doğan paylarını ödememeye başladı ve konunun mahkemeye intikalini sağladı. Plan çok basitti. CHP, her iki kurumun da 12 EYLÜL Askeri Darbesi ile kapatıldığını, mevcutların Atatürk’ün hisselerinden yararlanmasını vasiyet ettiği kurumlar olmadığını iddia ediyordu. CHP, her iki kurumun savunmalarını “CHP de Atatürk’ün kurduğu CHP değildir. Çünkü o da 12 EYLÜL askeri darbesi tarafından kapatılmıştır.” şeklinde yapmışlarını istemiş ve bu konuda Aydın DOĞAN medyasını kullanmıştır. Ancak konu, bir tarafıyla Ankara’nın Türkiye’nin başkentliğinden dışlanması ve başkentin İstanbul’a taşınması planıyla ilgili olduğundan Anayurt Gazetesi tarafından dile getirilmiştir. Böylece Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil kurumu’nun oyuna gelmemesi sağlanmıştır.

Oyun, Aydın DOĞAN tarafından başarılamamış, Fehriye ERDAL’ın yurtdışına kaçmadan önce K. Adası’nda saklandığı yine “Ergenekon” düzmecesi içinde ortaya çıkınca, M.R.K. tarafından RTE’ye anlatılmak ve aktarılmak zorunda kalınmıştır. Bunun üzerini RTE ile Aydın DOĞAN büyük bir çatışmaya girmiş ve RTE Aydın DOĞAN’ın bu devirden elde edeceği payın tamamının kendisine verilmesi için baskı uygulamıştır. Bu baskıdan istediği sonucu alamayan RTE, bu kez Aydın DOĞAN’ın üzerine Maliye Bakanlığı’nın kuklalarını salmıştır.

Peki, Aydın DOĞAN neden böyle bir işe girmiştir?
Aydın DOĞAN’ın bütün varlığının tek sahibi Deutsche Bank’tır. Hatta Aydın DOĞAN’ın iç çamaşırlarının bile. Bu ilişki, Deutsche Bank’a kriz öncesi ciddi boyutta döviz transferi ile başlamıştır. Deutsche Bank’a bu operasyonda Aydın DOĞAN medyası ve medyasında görev yapan “tetikçi” ekonomistler yardım etmişlerdir. Deutsche Bank, o dönemden sonra Aydın DOĞAN’ı fonlamış ve sonunda Aydın DOĞAN’a ait her şeyinin sahibi olmuştur. Deutsche Bank’ın teklifi nettir. Türkiye İş Bankası karşılığında, Aydın DOĞAN’ın bütün borçlarının silinmesi ve Türkiye İş Bankası’ndan M.R.K.’a % 5, Aydın DOĞAN’a % 5, D.B. ve politbürosuna % 5 ve M.H.’a da % 5 hisse devridir.

Bu oyun yıllar önce yine benim yazdığım bir yazı ile Anayurt Gazetesi tarafından büyük oranda bozulmuştur. Bu nedenlerledir ki Anayurt Gazetesi’ne reklam verdirilmemekte, gazetenin batması için olmadık oyunlar oynanmaktadır.

Kısaca, “Ergenekon” soytarılığında ilk olarak içeri alınan İsmail YILDIZ’ın telefon dinlemelerine takılan sözleri onun hangi amaçla ve planla içeri alındığının en önemli kanıtıdır. İsmail YILDIZ, bu ülkenin yetiştirdiği onurlu ve dürüst bir Türk evladıdır. İsmail YILDIZ, bu ülkede Türk Bayrağı’nın dalgalanması, ezanların susmaması için her şeyini feda etmiş adı sanı bilinmeyen binlerce Meçhul Asker’den biridir. SESAR Başkanı İsmail YILDIZ bütün hainlerin, işbirlikçilerin, ajanların, nesebi şaibelilerin, onun-bunun çocuklarının korkulu rüyası olduğundan hala içeridedir. Tek kabahati, “adam gibi adam bir Türk Evladı” olmasıdır. Aydın DOĞAN ise aslında bir ajan değil, BND’nin kuklasıdır.

Suriye sınırındaki mayınlarla ilgili “Çok Gizli” operasyonda da, M.R.K., Aydın DOĞAN ve RTE aynı kaba etmektedirler. Nasıl mı?

Dahası ve ayrıntısı, zamanı geldiğinde…


Cem YAREN-Silopi

5 Nisan 2012 Perşembe

YENİ GÜNAYDIN YAZILARIM 18


YÜREKSİZLERİN VE KORKAKLARIN  “KİRALIK AĞZI”…

“STRAPON”

-“Merhumu nasıl bildiniz?”

-“Kiralıktı”, “Dublördü”…

“Her can bir gün ölümü tadacaktır”

O da bunlara dâhil oldu…

Cem YAREN 1nci Ordu Komutanlığı İstihbarat Başkanlığı’na kadar yükselebilmiş bir Kurmay Albay hakkında bir yazı yazmıştı. Kurmay Albay, ünlü beyaz tüccarının akrabasıydı ve planlama geleceğe yönelikti. Efendi general olacak ve kurduğu ekibi ile birlikte “organize” beyaz işi yapacaklardı. Genelkurmay, yakından izlediği Cem YAREN’in yazısı ile harekete geçti ve efendi general olamadığı gibi “İstifa et !” tavsiyesine de el mahkûm uydu.

Aradan bir süre geçmişti. Bir yanda Hollanda’da ünlü Şanlıurfalı bir beyaz tüccarının kapatması olan ve beyaz tüccarının rakiplerine “strapon” ile tecavüzü sonucunda lakabı da “strapon” olan bir bayan ile yine eski kocası Ukrayna’da beyaz işi yapan bir bayanın sarmalına alındı. E.Yrb. da bu ekibe katıldı ve üçlü oluverdiler. Ancak E.Yrb. bu işe sokan kendi iradesi değildi, onu maşası olarak kullanan E.Bnb. Z.E.’nin perde gerisinde olduğunu ben de, Cem de biliyorduk. Özellikle facebook da Cem’in hemen bütün arkadaşlarına, özellikle de bayanlara sarkarak kendi dünyasında kurduğu hikâyeleri anlatıyor, onlara Cem’i kötülüyordu. Bu kadarla da kalmadı, pislikler ve rezillikler zirve yaptı. Anlatmaya ve yazmaya dahi midemin dayanamayacağı pislikler ve rezillikler. E.Yrb.’ın internette hem kendi adına hem de pek çok sahte isim ve sıfat adına sayfası vardı. Aklınca, Cem’i ilk başta orada sıkıştırmaya başladı, Cem ise “Hastir ulan, sen git sahibin gelsin” diyerek çoğu kez onu savuşturdu. Sayfalarına yasaklar koydu. Ama malum ekip ve perde gerisindekinin durmaya niyeti yoktu.

Nedense Cem YAREN’in arkasında kimin olduğunu merak ediyorlardı. Cem YAREN’i kim koruyor ve kim bilgiler ile besliyordu. Öyle ya, onlar Merhum Cem’i de kendileri gibi “Kukla”, “Uşak”, “Kiralık” görüyorlardı, başka bir şey düşünemiyorlardı. Merhum Cem onlarla dalgasını geçiyor ve onları daha çıldırtıyordu; “Arkamda olanı söylersem sokağa bile çıkamazsınız, nefes bile alamazsınız” diye takılıyordu. Sonunda Cem ağzındaki baklayı çıkardı; “Ulan benim arkamda Allah var ! Allah’tan başkası da yok, olmasına gerek de yok !” Ama inanamadılar, inanamadıkça da Cem’i ve ekibini çözebilmek adına en bayağı işlere de giriştiler. Tabii ki o zamanlar bu E.Yrb. bu kadar medyatik değildi. Daha sonra olağanüstü “Fırıldaklık” ve birkaç kuruş için yaptığı “Zağarlıklar” ile Karşı Devrim Çetesi’nin “Medya Tetikçisi” oluverdi. Ben bu “meşhur” (!) E.Yrb’ın arkasındaki E.Bnb. Z.E. ile telefon aracılığı ile konuşuyor ve nedenleri çözmeye çalışıyordum. Anlaşılan E.Bnb.Z.E. “Ergenekon” sürecindeki “Asli” görevi için bilgi topluyordu. Savcılarla konuştuğunu ve ifade everdiğini söylüyordu, ama ortada “Açık” bir ifade görünmüyordu. Bnb. Z.E. belki de “Gizli Tanık”lardan biriydi belki de “Ergenekon” tezgâhını kuran “Mutfak” ekibindendi. Cem ile en son konuşmamızda Cem bana “Bu E.Bnb. Z.E. tezgâhı kuranlardan biri, dikkat et !” diye uyarmıştı.

Cem’in vefatından sonra ekip tamamıyla bana kaldı. Bu kez hem Cem’i hem de beni sorgulamaya başladılar. Klasik olarak Cem YAREN sensin saçmalamasına kadar geldiler. Hatta öyle bir şeyi güya baskı oluşturmak için söylediler ki, ne yaptıklarını kimlerle birlikte çalıştıklarını da ortaya koydular. Söyledikleri şuydu: ”MERNİS kayıtlarında Cem YAREN diye biri yok, olmadığı gibi onun kişisel yaşamına uygun biri de yok…” Aslında söyledikleri bir bakıma doğruydu, Cem YAREN adı ve soyadı facebook ta yer alan bazı bilgileri ile yola çıktıklarında Cem YAREN’e ulaşmaları mümkün değildi. Çünkü Cem başına böyle şeylerin geleceğini düşünerek, gerekli düzenlemeleri evvelce yapmıştı. Sadece bu pislikler değil, Cem’in peşine düşen kurum ve kuruluşlar da istedikleri sonuca ulaşamıyorlardı.

“DEMOKRATİK TAVRI İLE DİKKAT ÇEKEN…”

Vefat etti. Etti ama ona ekranlarını ve sayfalarını açanlar onu kullanmaya devam etti, edecekler de… “Kaza” olmayabilirmiş gibi salaklıklarla onu yaşatmaya ve kullanmaya çalışıyorlar. Efendinin ölümüne bakar mısınız; Manisa’da, kurduğu bir internet sitesi için yazılım ve yükleme konusunda bir eğitime katılıyor ve yanına iki editör (!) adayını alarak yola çıkıyor. Araçta “Mekke’nin fethi kasetini” dinliyor… Vay vay vay… Sonra önlerinden salına salına geçen kediye rağmen aracı önden ve arkadan darbe alıyor, hastaneye kaldırıyorlar ve ölüyor… Ne gariptir ki ona çarpan araçta sürücü koltuğunda oturan vatandaş da ölüyor… E. Yrb. O kadar önemli ki onu öldürmek için “Kaza” tertip edenler bir adamlarını da gözden çıkarıyorlar. Yuhhhh… Bu imalat da mı Pensilvanya’dan? Anlaşılan Küresel Eşkıya’nın sermayesinde “Şeker tavan yapmış, ne dediğini ve ne kurguladığını” bile bilmiyor…

Yakında birileri bunu da “ERGENEKON” a yıkarsa kimse şaşırmasın…

Emekli olmasına rağmen “MERNİS” kayıtlarında, çok az kişinin yetkili olduğu sorgulamayı yapan, uyuşturucu şebekesine hizmet edenlerle çalışan,  bir süre öncesine kadar ortalıkta dolaşıp birden bire bir yerlere zıplayan biri nasıl “Hırlı” olabilir ki? Sizin aklınız eriyor mu bu işe… “Demokratik tavrı ile dikkat çekenmiş..” Türk Silahlı Kuvvetleri’ne saldıranlarla kol kola olursanız, “Yediğiniz kaba ederseniz”, Kürsel Eşkıya’nın “Zağar”ı olursanız, “Onur” yerine “Menfaati” seçerseniz alkışlanan DEMOKRAT biri olur çıkarsınız…

Medya’da ne idükleri herkes tarafından bilinen “Tetikçiler” kazdan sonra o kadar ileri gittiler ki bu “Kiralık”, “Dublör”ü Merhum Bedri İNCETAHTACI, Merhum Adnan KAHVECİ, Merhum Muhsin YAZICIOĞLU ile aynı kategoriye koydular… Yuh! Allah ıslah etsin demeyeceğim, siz ıslah da olmazsınız, Allah belanızı versin !

Evet, bunları herkes arkasından ağıt yakarken yazmak hiç de kolay değil. Bir “Ölenin arkasından konuşmak” da doğru değil, biliyorum ama ya ölen sadece insan sıfatındaysa…

Evet Cem YAREN kardeşim, şimdi sen onunla aynı yerdesin… Sizin gittiğiniz yerde ne Küresel Eşkıya’nın kucak düşkününün copları, cüppelileri,  ne iktidarın başının “Emir kulu” bürokratları, bakanları, müsteşarları ve yalakaları, tetikçileri; ne de GLADIO’nun medyadaki kart ve çıtır fahişeleri  var… Şimdi baş başa kaldınız, sen hesaplaşmaya başla, ben de oraya gelince hesaplaşma zabıtlarını okur eksik kalan yerleri tamamlarız… Nasıl olsa “Her can ölümü tadacaktır”, bizim buraya kazık çakacak halimiz yok ki… Fakat tek üzüntüm şu, bu dönemde oraya gelenlerin pek çoğu Lanetli Firavun’un pabuçlarını dama atacak kadar reziller…

20 Mart 2012 Salı

YENİGÜNAYDIN YAZILARIM 17

“Hoca efendi” aldatması.

MSN, Facebook’taki bayan ya da erkek arkadaşınız ünisex olabilir…

Türkiye “internet”teki yasaklamaları ile bu işin rezilliğini çıkaran ülkeler arasında olsa gerekir. Peki, bu yasaklamalar engel mi? Hayır. Ama bu yasaklamalar aslında başka “melanetler”in de kapısı durumunda. 

Neredeyse son yedi yıldır “Hoca efendi” adı verilen efendinin cemaati “internet” ve “yazılımlar” konusunda çok ciddi çalışmalar yapıyorlar. Özellikle Basın İlan Kurumu’nun gazete ilanlarını internete kaydırma planlaması sonrasında “cemaat” neredeyse 2.000 üzerinde internet sitesi kurdu ya da kurdurdu. Her biri kendi kategorisinde üst sıralara tırmanmaya çalışıyor. Ama bütün bunlardan daha önemlisi cemaatin yazılımcılarının “virüs” özellikli yazılımlar üzerinde çalışması. “Virüs” yazılımları bildiğimiz türden bir “virüs” yazılımı değil, bilgisayarınıza bir fotoğraf, bir yazı ya da “engellemeleri kaldırma yazılımı” ile bilmeden indirdiğiniz yazılımlar. “Hoca efendi yazılımları”nın oldukça iyi bir mühendisliği var. Küresel Eşkıya ABD’nin istihbarat örgütlerinin yardım ve desteği ile özellikle “Hintli” yazılımcılara ulaşıyorlar ve onları bu konuda bol para karşılığı çalıştırıyorlar.

İnternet’te çokça dolaşan ve özellikle mahrem bilgilere kafa takan biriyseniz Türkiye’nin yasaklamalarını aşmak üzere bir yazılım indiriyorsunuz ve bilmeden onunla birlikte bir de “toolbar” bilgisayarınıza hükmetmeye başlıyor. Onu silmeyi ya da atmayı düşünmüyorsunuz, çünkü onunla gelen bir “yasak aşma” programını kullanıyorsunuz. Ya da onu silmeyi düşünüyorsunuz ama tam olarak nasıl sileceğinizi bilemiyorsunuz ve her denemeniz bilgisayarınıza pek çok “virüs”ü musallat ediyor. Sonunda “internet” ile kullanmaya başladığınız andan itibaren sizin olduğunu düşündüğünüz bilgisayarda artık kiracı gibisiniz. Bilgisayarın bulunduğu ortam dinlemesi, zaman zaman devreye giren kamera görüntüleri ile gözetlenmeniz; yazdıklarınız, sorguladıklarınız her şey ama her şey sizin bilginiz ve izniniz dışında karşı tarafın elinde. Bu yazılım ile birlikte eğer bir de MSN ya da Facebook’u kullanmak isterseniz ve siz kendinizin bilmediği kadar “Cemaat için önemli” iseniz, “Kısmetiniz açıldı” demektir.

“Her şeyin bir bedeli vardır” derler ya, “Google”un da bir bedeli vardır. Mart başından itibaren uygulamaya soktuğu “Gizlilik politikası” değişikliği ile elde ettiği bilgileri, “Google” bedeli mukabili birilerine pazarlamak zorunda, elde ettiği bilgileri “Kişiselleştirmeden” pazarlaması da anlaşılabilir ama ya IP numarası, adres ve kimlik ile birlikte bunu yaparsa… Bu pazarlıklar gizli yürütülür ve bu pazarlıklar “Google”un en üst düzey yöneticileri tarafından yapılır. Türkiye’de kısa süre önce böyle bir ziyaret yaşanmıştı hatırlarsanız; demek ki bundan sonra “Örtülü ödenek” harcamalarının önemli bir bölümü “Google”a akacak, ne de olsa KUKLA iktidarını sağlama almak zorunda… Peki, “Google” bu bilgileri sadece “İktidar”a mı pazarlayacak? Türkiye’de iktidarla paylaşılan bilgilerin Küresel Eşkıya’nın kucağındaki “Hoca efendi”ye de gitmeyeceğini kim iddia edebilir? Kim ne iddia ederse etsin durum bu…

“Hoca efendi” Silahlı Terör Örgütü’nün son dönemlerde kafayı taktığı Stratejik İstihbarat’ın önemli bir bölümü olan “Biyografik” istihbarat konusunda “çete” önemli mesafeler kat etmiş durumda. Bu bilgi birikiminin daha da mükemmel hale getirilmesi için de hiçbir masraftan çekinilmiyor. İşte bu nedenle eğer siz ya da makamınız “Hoca efendi” Silahlı Terör Örgütü tarafından önemli ise MSN’den ya da Facebook’tan size hiç beklemediğiniz güzellikte/yakışıklılıkta ve hiç ummayacağınız kadar cüretkâr ve tutkulu bir  ya da birkaç kısmet karşınıza çıkabiliyor. Bu konulara karşı direnciniz yoksa ya da zayıfsa, artık “Hoca efendi” Silahlı Terör Örgütü’nün avucunun içindesiniz demektir. Partneriniz karşınızda soyunur, sizi kışkırtacak her şeyi yapar, sizin hoşunuza gideceğini, bildiği her türlü sözü söyler ve hatta bilgiyi de verebilir. Kısaca tanışmadan sonraki yazışma ve mesajlaşma, konuşma trafiği her konuşma sonrası yapılan uzman değerlendirmeleri ile yönlendirilir ve siz artık o karşı cinsin ve hatta duruma göre kendi cinsinizin tutsağı haline geliverirsiniz.

Bu aşamadan sonra “operasyon” olgunlaştırılır ve sonunda “tatlı dilli, güler yüzlü ve size ‘Abi’, ‘Abla’ diye hitap edebilecek birileri gelir ve isteklerini sıralamaya başlar. Kabul edersen bataklığa daha da gömülürsün, kabul etmezsen “Rezil” edilirsin…  

Ne dersiniz? Çok başarılı bir çalışma değil mi?

Bundan yıllar önce de bu türde birkaç yazı yazmıştım. O zamanlar bana gülenler “Ergenekon” “Rehin ve esir operasyonu” ile bana hak verdiler ama artık çok geçti… Merhum Cem YAREN “Çömlek Patladı Darbesi”ni yazmıştı yine yıllar önce başta salon züppeliğinden öteye geçemeyen bazı omzu kalabalıklar dudak bükmüştü yazılanlara, ama onlar da acı bir tecrübe ile pişman oldular. Şimdi sizlerle son dönemin “Cemaat” tuzağını paylaşıyorum… Ben sadece tarihe not düşüyorum… 

Düşman evinizde, işyerinde, dizlerinizin üzerinde ya da… 

Güya Türk Silahlı Kuvvetleri’nde olan biten her türlü melaneti dile getirmek üzere kurulan sitelere girerseniz yazdıklarımda ve uyarımda ne kadar haklı olduğumu göreceksiniz. Daha önce pek çok kez dile getirdiğim gibi, layık olanları ve yüksek vasıflı olanları terfi ettirmekten genelde kaçınan amirler, üstler sonunda kendi kazdıkları kuyulara düşmüşlerdir.”Erken terfi” ile ödüllendirdikleri, canları sıkıldıkça “takdir” yazdıkları, tam sicillerle taçlandırdıkları şimdi kendilerini hak etmedikleri halde belli makamlara taşıyanlara karşı o kadar duyarsızlar ki… Ne diyordu Farabi ile İbn Haldun; “Sonradan görmeler makamları ile şeref bulur, kökten görmeler makamlarını şereflendirir”…

İnternet sitelerinde rezil edilenlerin hatta iftira ile karalananların yasını ben tutacak değilim. Ben bir yazar olarak gerçekleri yazmak zorundayım. Yazdıklarım canınızı yaksa da keyfinizi kaçırsa da yazmak zorundayım. Yazdıklarımın İstanbul dizi ve film sektörü tarafından yakından takip edildiğini biliyorum ve yazdığım senaryo hikâyelerinin neredeyse tamamının “Cemaat”in eline geçmiş bazı “Kukla”lar tarafından, “İktidarın emir kulları”,”Kuklaları” elinde oynatan “Kuklacı”nın ekipleri tarafından engellendiğinden de eminim… Umurumda bile değil… Gün gelir “Rövanşların rövanşı da alınır”, bakarsınız o gün birbirlerini MSN’de keşfetmiş (!) ve fethetmiş (!) genç gazeteci karı koca bile “Karşı rövanşçılar”ın yanında yer alıverir… Belli mi olur… Bizim durduğumuz yer belli ne “Rövanşçıların” safındayız ne de “Karşı rövanşçıların” safında yer alacağız. “28 Şubat” soysuzluğuna nasıl karşı çıktıysak, “Ergenekon rehin ve esaret” operasyonuna da karşıyız; bu nedenle de sevilmeyiz… Sevilme ve benimsenme açlığı içinde de değiliz, derdimiz tek, bildiklerimizi akılcı çizgiler içinde okurlarla paylaşmak ve tarihe not düşmek…

 “Cemaat” bu operasyonu sadece “bürokrat”lara karşı mı yapıyor? Hayır… Hedefledikleri her kesime karşı bunu acımasızca sürdürüyorlar; sanat camiası, spor camiası, medya dünyası, tıp dünyası, yargı camiası, yazarlar…  Kısaca bilinçli olarak kullanılmayan ve güvenlik önlemleri yeterince alınmamış bütün bilgisayarlar artık en büyük “Düşmanınız”… “Cemaat” için önem derecenize göre bilgisayarlarınıza öyle programlar isteğiniz ve izniniz dışında yerleştirilir ki, bilgisayar kapalı konumda bile bünyesindeki mini pil vasıtası ile bile gereken kayıtlar yapılabilir. Enerjiyi verdiğinizde dosyalar kendilerini daha “güvenli” özel alanlara taşır ve internete bağlanınca da “Cızzzz !”… Geçmiş ola…

Bizden yazması ve duyurması… Çünkü bilmenin ama paylaşmamanın vebalini ben taşıyamam, taşımak da istemem… Kısaca artık Anadolu’da yaygın olan tabir de değişti, “Şeytan aldatması”nın yerini “Hoca efendi aldatması” aldı… “Şeytan aldatması”nın ilacı “Gusül abdesti” ama “Hoca efendi aldatması”nın çaresi yok gibi…

19 Mart 2012 Pazartesi

YENİ GÜNAYDIN YAZILARIM 16

DİKKAT ! Esas Hedef Türk Silahlı Kuvvetleri içinde bölünme yaratmak…

Faturayı “ÖDEME ZAMANI”

Bir zamanlar, neredeyse bütün ihtilallarda ve en son 28 Şubat sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nde komutaya hâkim olan tepe yönetimi kendilerini “Vatanı en çok sevenler” olarak görür ve kendilerine destek verenler de dâhil herkese bu konuda tepeden bakarlardı. Onlardan başka kimseler bu vatanı onlar kadar sevemezlermiş gibi davranırlardı. İddialarından gözleri o kadar dönerdi ki gözleri ne adalet görürdü ne hukuk. Hatta ahlak bile sükût ederdi.

Şimdilerde ise birileri güya ADALET ve DEMOKRASİ adına aynı şeyleri yapıyorlar. Bir taraftan cemaat diğer taraftan iktidar partisi ve arka bahçesindeki kemikçileri adalet ve demokrasi konusunda darbecilerden de ceberutlar.

Her geçen gün elde edilen bilgiler ve gelişmeler sonucunda darbecilerin aslında vatanı KUKLACI’nın emrettiği şekilde sevdikleri ortaya çıkıyor. Bunların da adalet ve demokrasi tutkularının kaynağı yine KUKLACI’nın emirleri, direktifleri.

KUKLACI iktidara taşıdığı herkese bir “Fatura” gönderir. Onlar da bunu öderler, ödemek zorundadırlar. 28 Şubatçıların önüne konulan fatura San-Andreas Fay Hattı’nın benzeri olan Kuzey Anadolu Fay Hattı’nda deney yapılmasıydı. Bedelini günahsız 173.741 vatandaşımız ödedi. (Bu sayı 2012 Ocak ayı itibarı ile teyit edilmiş bir değeredir, resmi organların yayınladıkları ise manipüle edilmiş olanıdır) Faturayı ödeyenler de korumaya alındı. Örnek karşınızda E. Org. Ç.B. ve E.Org.A.Ç…

Şimdilerde iktidarın başının önüne bir “Fatura” kondu. Ödemek zorunda. Aksi takdirde sonu Merhum Kaddafi’den beter olacak ya da tarihe Mussolini’nin ölümünden de feci bir ölüm olarak geçecek. Tabii ki faturayı sadece onlar ödemeyecek, “usul ve füruğ”u ile kendisine destek veren yakınları da aynı akıbete mahkûm olacak. Ama gelin görün ki iktidarın başı, bunca ahlaksızlığa, cinayete, katliama, melanete, hırsızlığa, uğursuzluğa, ahlaksızlığa destek veren seçmenlerine bile bunu anlatamayacağını, açıklayamayacağını biliyor. Çaresiz vaziyette. Şimdilerde kendisine “fatura”yı uzatanlara yalvarıyor, “ne olur, bana yardımcı olun, öyle bir tezgâh kurun ki beni kurtararak bu tahsilâtı yapın”…

FATURA’da ne yazıyor?

İktidarın başının ve şürekâsının ödemeye mahkûm olduğu faturada  “Masum kanı dökmek” yazıyor. Bunun nasıl yapılacağı da belli. Küresel Eşkıya adına Suriye ve İran’a karşı Mehmetçiğin kanını dökerek saldırmak. “Tampon Bölge”, “Demokrasi”, “Masum insanlar”, “Demokrasi âşıkları”, “Hürriyetçiler”… zırvalamalarının temelinde bu yatıyor.

Küresel Eşkıya her zaman “Ucuz kan” olarak gördüğü Mehmetçiğin kanını dökmekten çekinmemiştir. Bu Çanakkale Savaşı’nda da böyle olmuştur, Kurtuluş Savaşı’nda da, Kore Savaşı’nda da, Güneydoğu Anadolu olaylarında da… Çanakkale Savaşı bir destan olarak tarihimizde yer alırken o kadar büyük bir kırım yaşanmıştır ki ve kırımda o kadar çok tertemiz vatan evlatları katledilmiştir ki devlet üst yönetimi, ekonomi çarkı savaştan kaçanların, ard niyetli ekalliyetlerin eline geçmiştir. Kurtuluş Savaşı’nda Yunanistan da Küresel Eşkıya adına bizimle savaşmış ve onun adına bizi kırmıştır. Kırılan Türk ve Yunan evlatları olurken kazanan Küresel Eşkıya olmuştur. Kore ve Güneydoğu Anadolu olayları ise herkesin gözü önünde cereyan etmiştir.

İktidarın başı ne yapıp edip Mehmetçiği bir oldubitti ile Suriye ve/veya İran’a karşı kullanmak durumundadır. Bu konuda bin bir türlü tezgâh kurulabilir ve çalışabilir. “Ankara”nın son zamanlarda orta malı gibi olmasının sebebi de budur. Küresel Eşkıya has evlatlarını, has maşalarını, has uşaklarını, has kuklalarını kurtarmak konusundan kararlıdır.

Alavere dalavere Mehmetçik “Küresel Eşkıya’nın Kızıl Elması” için Suriye’ye…

En yakın olasılık Mehmetçiğin Suriye’ye karşı kullanılmasıdır. “Küresel Eşkıya’nın Kızıl Elması” için savaşa sürülmesidir. İran ve Suriye’ye karşı yapılacak haksız ve tezgâh harekâtlara karşı çıkma ihtimali bulunanların tamamı zaten ya Hasdal’da ya da Silivride’ler… İktidar, Kürsel Eşkıya, cemaat ve diğer işbirlikçiler Türk Silahlı Kuvvetleri’nin sesinin kesildiğini, itiraz odaklarının sindirildiğinden o kadar emindirler ki, ne gibi hatalar yaptıklarının farkında bile değillerdir. Her şeyden önce onların gözleri o kadar dönmüştür ki Yüce Yaradan’ı bile kale almamaktadırlar. “Kaderi” kendilerinin yazdıklarına inanmaktadırlar.

Irak’ta yaşanan binlerce Müslüman kadına yapılan tecavüze tepki göstermeyenler Suriye’deki “İşbirlikçileri” Türkiye’den desteklemeye utanmıyorlar, onlara lojistik desteğin en mükemmelini sağlıyorlar, aslında onların elinde bir şey yok, çünkü onlar KUKLA…

Küresel Eşkıya ilk raundu kaybetti, Suriye’deki işbirlikçileri kendilerine verilen görevi yerine getiremedi, Suriye halkını bölemediler. Şimdi Küresel Eşkıya bunun hazımsızlığı içinde. Yan tarafta Siyasi Fahişeler Mesud BARZANİ ile Celal TALABANİ beklemede… Türkiye Suriye’ye “Tampon Bölge” oluşturmak adına bile girse “Bağımsız Kürdistan’ı ilan edecekler… Kısaca İktidar Partisi kendilerini iktidara getiren Kürsel Eşkıya’ya verdiği sözleri tutmak zorunda… Yoksa…

Gidişat Türkiye’nin bir oldu-bitti ile Suriye ve İran savaşına sürüklenmesi. İşin en korkunç tarafı ise Türk Silahlı Kuvvetleri’nin böyle bir olay karşısında içten bölünmesi olasılığı… Aslında Küresel Eşkıya’nın GİZLİ ve ASIL Hedefi de bu…

Ana muhalefet partisi ile diğer muhalefet partisinin bu gidişata karşı yeterince tepki vermemesi ise “Küresel Eşkıya”nın KUKLALARI’nın sadece İktidar’da olmadıkların en önemli göstergesi.

“Yetmez ama EVET” diyenler başta olmak üzere “Dindar” olduklarını düşünerek onlara destek verenlere duyurulur…

16 Mart 2012 Cuma

YENİ GUNAYDIN YAZILARIM 15

Hazreti Ali Efendimiz ve biz…

Mazlum’un Zalimden Öcünü Aldığı Gün…

Hazreti Ali Efendimiz, ismi her zikredildiğinde içimin titrediği ve sanki en yakınımmış gibi içime işlemiş bir büyük. Hazreti Muhammed Efendimiz ile Hazreti Ali Efendimizi içimde hiçbir zaman ayırmadım, ayıramadım. Çünkü aklımda ve belki de bilinçaltımda Hazreti Muhammed Efendimiz’in şu sözleri yankılandı durdu. “İlmin şehri benim, kapısı Ali”…

Anladığım kadarıyla İslam’ın Peygamberi diyor ki, ‘Bana ulaşan yollar Hazreti Ali’den geçer… Ona ulaşamayanın bana ulaşması da imkânsız.’ Ama gelin görün ki bütün İslam diyarlarında olduğu gibi, İslam adına iş yapan, konuşan, İslam’ı bayrak olarak elinde taşıdığını ifade edenler başta Hazreti Ali Efendimize ve Ehl-i Beyt’e gereken saygıyı, hürmeti, sevgiyi göstermediler. Peygamber Efendimiz’in “Vasiyeti”ne hep aykırı hareket ettiler, O’na verdikleri sözde hiç durmadılar. Kısaca “İslamcı” geçinenler aslında Hazreti Muhammed Efendimizin de Hazreti Ali Efendimizin de, İmam-ı Azam Ebu Hanife’nin de, İmam Maturidi’nin de en büyük düşmanı ve muhalifi oldular. Sözün özü, onlar İslam adı altında “Münafıklığı bile maskara ettiler”

Örneğin kendilerine karşı söylenen her söze karşı hışımla saldırdılar. Bu bile onların ne kadar İslam dışı olduklarının en önemli belirtisiydi. Çünkü Hazreti Ali Efendimiz’in Mısır Valisi El Eşter’e yazdığı o muhteşem mektupta bir cümle vardır ki, akıllara durgunluk verecek kadar derin ve anlamlıdır. Hazreti Ali Efendimiz valiye diyor ki; “Bazen Allah kullarına iletmek istediği mesajları başka kullarının lisanı ile sana iletir. Sana söylenenleri ona göre dinle ve davran” İşin en acı tarafı, içinde bu cümlenin bulunduğu mektubu yayınlayan pek çok “İslam”cı nedense bu cümleyi çıkararak mektubu yayınlar.

Bugün facebook da Hazreti Ali Efendimiz’e ait olduğu iddia edilen bir cümle gördüm. Cümle o kadar etkileyici ve uyarıcı ki; “İbret” alması gereken insanların ya da yaratıkların o haline daha şimdiden acıdım. Cümle aynen şöyle; “Mazlumun zalimden öcünü alacağı gün, şüphesiz zalimin zulmettiği günden daha çetin olacaktır.”

Mehmet Ali Birand ve yazısı…

Mehmet Ali Birand’ın yazısının yayınlandığı gün facebook da Hazreti Ali Efendimiz’in bu “İbretlik” cümlesinin yayınlanmış olmasını ben çok anlamlı buluyorum. Parapsikolojik değerlendirmeler falan yapacak değilim, çünkü Mehmet Ali Birand gibi birinin bu cümleleri yazabilecek kadar “İsyan ettirilmesi” bence her şeyi anlatmaya yetiyor.

Cezaevlerinde bulunan kim olursa olsun devlete emanettirler. Onlara verilen zarar “Emanete” verilen zarardır. “Emanete hıyanet” ise İslam’ın asla kabul etmediği eylemlerin başında gelir.

Nedim Şener’in katıldığı TV programında anlattıkları Adalet Bakanlığı’nın, iktidarın, iktidarın başının, onlara destek verenlerin insanlıktan ve İslam’dan ne kadar uzak olduklarının delilleri ile doludur. Pek çoğu cemaatin müridi durumundaki cezaevi görevlilerinin Nedim Şener’in kız çocuğuna reva görmeleri “İslam” adı altında iş yapanların, “Münafıklığı” bile maskara ettiklerinin en büyük delilidir.

İşin en çarpıcı tarafı ise Mehmet Ali Birand gibi birinin buna isyan edecek düzeye getirilmiş olmasıdır. Mehmet Ali Birand’ın sözünü ettiğim yazısının bir bölümü aşağıdadır. Yazının bu kadarlık kısmı bile “Çanların kulakları sağır edecek derecede” çalmaya başladığının en büyük delilidir.  Ama evladının bir Türk Sanat Müziği sanatçısını “kazaen”(!) katletmesinden, Annesi’nin hisselerini gasp ettiği bir hastanede can vermesinden, bağırsakları elinde 20-30 gün dolaşmaktan ve karnından dışkılamaktan ders almayanlara bu sözlerin ne ifade edeceğini bilemiyorum. Onlara tek tavsiyem şu yaptıklarınızı “İslam”ın ardına sığınarak yapmayın, şirke İslam’ı ortak etmeyin… Durmayın, durmanızı isteyen yok, yola devam edin ve hatta Cehennemin dibine kadar uzanan yolunuz açık olsun günümüzün Firavunları, Ebu Cehilleri…

Bugün biz oradayız, yarın sıra size gelebilir (!)

Emin olun kulaklarıma inanamıyorum. Hapishanelerimizin ve tutukevlerinin durumunu dışarıdan tahmin ederdim, ancak artık modernleştirildiği ve insani bir yaşama kavuşturulduğunu sanmıştım. Meğer durum tam tersineymiş... Silivri’den çıkan meslektaşlarımızın anlattıklarını hayretler içinde dinliyorum. Tamam, tutukevleri otel konforunda olmayabilir. Oraları idare edenler de, eğitimli işletmeciler sayılmayabilirler, ancak bu kadarı da değil... Bu ne kabalıktır? Bu ne biçim muameledir? Batı standartlarına göre Silivri, neredeyse işkence evi gibi bir duruma sokulmuş... Üstelik buralar göz önünde, bir de diğer hapishaneleri düşünün! Ne sağlıkla ilgilenen var, ne dağıtılan gıda, ne de insanoğlunun akli dengesini korumaya yönelik bir önlem var... Yüz karası bir durum.”






14 Mart 2012 Çarşamba

YILLAR ÖNCESİNDEN BU GÜNLERİ ANLATAN BİR YAZI MERHUM CEM YAREN'İN KALEMİNDEN....

TESEV
ABD-TÜRKİYE İLİŞKİLERİ KONFERANSI
PAUL WOLFOWITZ’İ ANLAMAK



14 TEMMUZ 2002. CONRAD OTELİ. Paul WOLFOWITZ kürsüde. İngilizce konuşuyor. Tercümesi yapılıyor. Ama Türkçe’ye tercümenin de bir başka tercümesi var. Aşağıdaki gibi...


“Allah’a isyanım var. Ülkeniz öylesine mükemmel bir yerde ki, kıskanıyorum. Doğu ile Batı’nın, Avrupa ile Asya’nın bağlantı noktasındasınız. İstanbul ve boğazlar, stratejik konumdalar. Bu ülkede herkesin gözü var. Bizim de var; ama satın almak maliyetli, kiralamak daha iyi. Sizler burada yüzyıllardır yokluklar, sıkıntılar ve dertler arasında akıllara durgunluk verecek bir dirençle tutunuyorsunuz. Çünkü sizler, düşmanlarınızın düşmanlığına hazır ve dirençlisiniz. Ama ya bizim gibi dostlarımızın düşmanlığına?..

ATATÜRK geniş hoşgörüsü, öngörüsü ve geniş açık fikirliliği ile kendi doğum yeri olan Selanik’in Yunanistan’ın elinde kalmasını kabul etti. Geri istemedi. Yunanistan’la barış şartlarında öylesine tavizler verdi ki. VENİZELOS O’nu ‘Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterdi. Şimdi sizler KEMALİST olduğunuzu iddia ediyor ve bize Ege’de, Kıbrıs’ta engel üzerine engel çıkarıyorsunuz. M.Kemal ATATÜRK kim, siz kim? ‘Aklınızı başınıza devşirin’ demek için buradayım.

Bize, ‘bizi bırakın, kendi başımıza kalalım’ diyorsunuz. Güldürmeyin bizi! Güneydoğu Avrupa’nın, Karadeniz’in, Kafkaslar’ın, Avrasya’nın, Ortadoğu’nun, Boğazların, Doğu Akdeniz’in ortasında ‘EUROSİA’dasınız. Siz ne söylediğinizin farkında mısınız? Sizden, daha doğrusu sizi siz yapan, sizin farkında bile olmadıklarınızdan vazgeçemeyiz, iç işlerinize burnumuzu sokmaktan da... Bir zamanlar size Başkan TRUMAN’ın direktifi ile USS MISSOURI’yi göndermiş ve SSCB tehdidinden kurtarmıştık. Ya kurtarmasaydık? Ya da kurtarmazsak? Bu kadar bela ve musibetin ortasında, göçüp gidersiniz. Göçüp gitmeniz de umurumuzda değil! Yaratacağınız girdap bizi de, diğer bütün ülkeleri de perişan eder.... Buna izin veremeyiz! Büyümenizi de, çağdaşlaşmanızı da istemeyiz. Aksi taktirde o harlanacak ateşiniz öylesine güçlü olur ki, bizi bile Amerika Kıtası’ndan alıp cehennemin dibine çekersiniz...

Sıkıştırıldığınızda, bunaltıldığınızda neleri başardığınızı artık gördük ve anladık. Bundan sonra, sizi sıkıştırarak değil, severek, okşayarak ‘öpeceğiz!’ Bize başka bir yol bırakmadınız. Size ihtiyacımız var. Amerikan vatandaşının kanını dökmemek, vergi mükelleflerimizin ödedikleri vergileri ‘ekonomik’ olarak kullanmak için size ihtiyacımız var! Size bedeli tarafımızdan tespit edilmiş görevler vererek, sizi hedeflerimizi elde etmek üzere görevlendirerek bunları başaracağız. Kan vereceksiniz, can vereceksiniz, gözyaşı dökeceksiniz, ‘şehit’ tabutlarını eller üzerinde taşıyacaksınız, kahramanlar yaratacaksınız ama mutlaka emirlerimizi dinleyeceksiniz... Sizin gibi ‘ucuz jandarmamız’ olduğu için BİZ; bizim gibi ‘hamisi!’ olduğu için SİZ TÜRKİYE şanslısınız, şanslıyız...

Dünyanın herhangi bir yerindeki bir soruna “Bize ne (?) diyemezsiniz.Sizin için ‘bize ne’ olan bizim için hayati önemi haizdir. Siz, bizim için o soruna, bizim adımıza ve bizim yerimize müdahil olacaksınız. Biz de bu müdahalenin nimetlerini toplayacağız. HAYIR! Diyemezsiniz. DİYET’inizi biz ödedik, ödüyoruz, ödemeye devam edeceğiz.

Biz artık çağdaşlaştık(!). Sizden de akıl aldık. Savaşı ‘BARIŞ HAREKATI’ ilan eden sizler gibi, biz de ‘İŞGAL’ kelimesini defterden sildik ve yerini ‘KURTARMAK’ ile doldurduk. Gerekirse bize EVET! demeyenleri kendilerinden de kurtarırız(!) İşgal gerekiyorsa, bunu taşeronlarımıza yaptırırız. Sonra da bu taşeronlarımızı cümle alem önünde sopalar, rezil ederiz. SADDAM HÜSEYİN’e, KADDAFİ’ye, İ.İNÖNÜ’ye, S.DEMİREL’e, İsmail Cem İPEKÇİ’ye yaptığımız gibi… Kurtardığımız ülaaae fazla asker götürmeyiz, maliyeti düşürmek için; satın alınması düşük maliyetli olan ülkelerin askerlerini yanımıza, emrimiz altına alırız. AFGANİSTAN’da olduğu gibi… Maliyeti düşük ülke ve askerleri basit ve pis işlerle uğraşırken, biz ülke yönetimlerini şekillendiririz. Kuklalarımızı görevlendirir, kendi düzenimi kurup geri çekiliriz. Adamlarımız arasında bize hizmet ederken güya kavga edenler, birbiriyle atışanlar da olmasına da dikkat ederiz ki, biri büyürken, diğeri küçülebilsin. Bir sonraki döneme küçüleni atar, büyüyeni işbaşına getiririz. Böylelikle işgal, pardon! ‘Kurtarma Harekatı’ (!) maliyetimizi düşürürüz.

Sizler bizim en mükemmel örneğimizsiniz, ama bizim başımızı en çok ağrıtan ‘Haydut Adayı’ ülkelerden de birisiniz. İslam ülkeleri, haylazlıklarınız hariç, ya Türkiye (sizin) gibi olacaklar, ya da KURTARILACAKLAR (!) Bu ülkelere Suudi Arabistan, Mısır, Libya, Sudan, Somali, Suriye, Kuveyt, Filistin de dahildir. Çünkü bu ülkelerde din adına totaliter dayatma vardır. Dayatırsak biz dayatırız, başkası kendi halkına bile dayatamaz. Ülkelerin sadece yöneticilerine değil ekonomilerine, ekonomik modellerine ve ekonomi yönetimlerine de müdahale ederiz. “BAYRAĞI TİCARETİN TAKİBİ” anlayışımızdan niye vaz geçelim ki? Uyguladığımız model Türkiye’de öylesine mükemmel sonuçlar verdi ki, Türkiye’nin AB üyesi olmasını, biz bile ısrarla ister olduk. Bu ısrarlarımızın nedenini AB ülkelerinin uyanıkları hemen anladılar, isyan etmeye başladılar. Diğerleri anlayana kadar ‘Atı alan Brüksel’i geçmiş olacak’!

Türkiye ile ilgili, net bir karar verdik. Türkiye bizim en mükemmel modelimiz. Türkiye’de ekonomik düzenlemeleri yaptırdık, yaptırıyoruz, yaptıracağız. Eküri adamlarımız o kadar bol ki ! Direnen olursa onu boğacağız ! pardon ! kurtaracağız(!) Bunun yanında siyaseti de düzenlemeye devam edeceğiz. Türkiye üzerine büyük oynuyoruz. BUSH yönetimi TÜRKİYE ile olan ekonomik ilişkilerini ‘STRATEJİK DÜZEY’e çıkartmıştır. Ekonomik dalaverelerimiz ve içinizden kiraladığımız/kiralamaya bile gerek duymadığımız insan müsveddelerinin icraatları ile ekonomik düzenlemeleri yaptırdık, yaptırıyoruz, yaptıracağız. Alman İmparatorluğu (AB) içinde ‘KOÇBAŞI’ olarak kullanacağımız Türkiye, AB ülkeleri ile, bizim adımıza ‘rekabet’ edeceği için Türkiye’yi asla istememektedirler. Artık kirli ve kirletici yatırımlarımızı sizin ülkenize yapıp doğal kaynaklarınızı, insan ve beyin gücünüzü, yaratıcı ve pratik zekanızı istediğimiz bedel ile kullanacağız. Maliyetlerimizi düşürüp, bütün dünya ekonomileri ile rekabet edeceğiz ve bu rekabetten gerekirse sizi telef etmeden, sizi ekonomik kullanarak galip çıkacağız.

Alman İmparatorluğu’na (AB) bağlı ülkelere kızıyorum bu arada, zorunlu dostlarımız (!) ellerindeki fırsatı değerlendirmiyorlar. Türkiye’yi memnun edip (!) aralarına alsalar, ya da 20 yıl sonrasına endeksli bir takvim verseler, Türkiye vasıtasıyla bir milyarlık müslüman aleminin bütün pazarlarına da sızmış olacaklar. Ama onlar ucuzcu. Türkiye’nin pazarını ‘bizim kozalarımız’ vasıtasıyla ‘bila bedel’ elde ettikleri gibi, diğer müslüman ülkelerin pazarlarını da elde edeceklerini sanıyorlar. Müslümanların yoğun olarak yaşadığı her bir ülkenin başında onlara, bu münbit pazarları ‘peşkeş çekecek’ kafasızlar, hayasızlar ve kiralıklar yok ki! Bunları ısrarla anlatmam, akıllıların dışındaki tüm Alman İmparatorluğu bağlılarını çıldırtıyor.

Onlara diyorum ki; Türkiye’de yeni tepki oylarını çekecek, kabadayı bir parti bulup destek verin, tek başına iktidara getirin, sonra da ‘diyet’inizi isteyin. Vermezlerse ‘dediğimizi yapın! Yoksa çocuklarımıza talimat verir, yeni bir 28 ŞUBAT başınıza getirir, sizi ham yaptırırız’ deyin, ürkütün. Böylelikle onları kullanıp müslüman ülkelerin pazarlarına X-7, Q-8, Y-31…adını ne koyarsanız koyun bu kutsal ad ile sızın. Ama anlamıyorlar bir türlü. Kopya da veriyorum. Ya! biz karısı bizden ve CIA’in ÇİN masasında çalışmış adamı, Avrasya konusunda deneyimli ülkemizdeki Türk diplomatını, Türkiye’ye siyasete girmeleri için boşuna mı gönderdik. Yeni kabadayı partinin önünü açacak olan diğer bir partinin Genel Başkanı ve ailesi hakkında şirketlerimizi soydu, dolandırdı diye boşuna mı tevatür yaydık ve kendisini boşuna mı bu yolla finanse ettik? Yoksa bizi dolandırmak, soymak mümkün mü? Buna kuş beyinli kuşçuklar bile katıla katıla gülmez mi? Ey uyuşuklar! Türkiye’ye Avrupa’dan, Ortadoğu’dan, Avrasya’dan değil Ankara’dan bakın. Bana hak vereceksiniz. Göreceksiniz ki Türkiye’de ‘her şeyin bir bedeli vardır’ ÜLaaaİ SATMANIN BİLE…

Sevgili (!) kurtardıklarımız (!) sabırlısınız, dirençlisiniz, kahramansınız, gözü kara; hatta, gözü kapkarasınız. Sizlere sille tokat hakaret eden beni dinleyecek ve alkışlayacak kadar, ruhsuz canavarsınız. Kıbrıs’ta direnerek, sorun çıkararak akılsızlık ediyorsunuz. Derdinizin Kıbrıs olmadığını bilmiyor muyuz sanıyorsunuz? Orada sizlere ve sizlerin tescilli satılıklarınıza peşkeş çekilen ve tapulanan arazileri kaybetme telaşı içindesiniz. Merak etmeyin oraları Rumlara verseniz de haklarınızın teminatı bizleriz. Sizlere ve topraklarınıza dokunabilirler mi? Bizim ‘kiralıklarımız’ın topraklarına değil çakıl taşına bile dokundurtmayız. Gelin ‘VERİN ! KURTULUN !’ Yoksa başınıza PKK, KADEK, ASALA veya başkalarını bela etmekten çekinmeyiz. Hepsinin ipi elimizde. Ayda 5.000.- USD bedelle satın aldığınızı sandığınız BARZANİ de, TALABANİ de bizim has maşalarımız. Artık anlayın! Beni daha fazla konuşturmayın…

Bakın! bu size son ikazlarımızdan biri. Sizin yerinize, bugün özellikle dışladığımız, hamurları sizden de cıvık IRAK TÜRKMENLERİ içindeki adamlarımızı kullanmaya başlarız. Gerekirse IRAK halkının tamamını da kullanırız. DOSTLAR (!?) SİZDEN BIKTIK ! BIKTIRDINIZ ! NE DERDİNİZ BİTİYOR, NE İSTEKLERİNİZ. Kendimizi sağlama almak zorundayız. BAŞIMIZIN PÜSKÜLLÜ BELASI OLDUNUZ ! Sizinle uğraşacağımıza SADDAM’la uğraşır onu hallederiz. Ondan sonra bizden, IMF’den, Dünya Bankası’ndan kredi isteyin, veririz (!). Bakın işte o gün size ne vereceğiz biliyor musunuz? “KOL SAATİ” (!) …Hani şu ‘Haka Dansı’ndakinden, anlarsınız ya…

Biz Türkiye’nin görüşlerine çok değer (!) veriyoruz. Söylediklerimi anladınız mı? Söylediklerimizi anlamanız çok önemli… Washington’daki meslektaşlarım benden vereceğim haber ve bilgileri bekliyorlar. Yoksa, biz istediğimizi yaparız. Bak bizim kafamızı bozmayın başınıza Condoleezza RICE’ı musallat ederiz, o zaman aklınız başınıza gelir. IRAK’a müdahale ederiz. Kendimize başka taşeronlar da buluruz. Belki bedelleri yüksek olur; o kadar. Ama ya siz? HAYIR ! derseniz bütün korkularınız, karabasanlarınız gerçek olur. Bu dost (!) olarak son tavsiyem. ‘Öpülmeniz mukadder! Kıpırdamayın bari canınız yanmasın, zevk almaya bakın.’

Belki elimizden kurtulur ve gücünüzü yoğunlaştırarak geçici başarı kazanabilirsiniz. Ama ya sonra? Siyasi alanda, bizim istediğimiz kazanır. Sarf ettiğiniz güce yazık olur. Bizim ile anlaşan yönetimde kalır, anlaşamayan gider, hem de kendi halkına boğdurtarak göndeririz…

Tarafınızı bizim yanımızda belirlemek zorundasınız. Bunu kendi halkınıza da açıklamak durumundasınız. Bizim yanımızda yer almanızı da “Terörizmle mücadele” olarak kılıflayın… Size daha nasıl yardımcı olabilirim ki? Özgürlük, barış amaçlarını ortaya sürerek bunu başarırsınız! Başarmak zorundasınız! Yoksa? Gerisini siz düşünün! Anlarsınız ya…”

Bu makale  19 AĞUSTOS 2002 Pazartesi tarihli ANAYURT ve ARENA Gazetelerinde, Cem YAREN imzası ile yayınlanmıştır.



YENİ GÜNAYDIN YAZILARIM 14

BİLMEDEN İŞLEDİĞİM EN BÜYÜK GÜNAH VE VİCDAN AZABI…

28 ŞUBAT’ın asıl BEYNİ KİM?

En son görev yaptığım askeri kurumda bir sabah önüme bir “Komutanlık Talebi” kondu. Talep zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan E.Org. A.Ç.’den geliyordu. Bizlerden “Türk Silahlı Kuvvetleri ile Medya arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için teklifler ve öneriler isteniyordu.

Kendi iskemlemi tekmelememe henüz karar vermediğim, Hava Harp Akademisi hakkımın elimden alındığı, başıma bir sürü “KUKLA”nın musallat edildiği günlerdi. Yazı bana havale edilmişti.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılmadan bir salise öncesine kadar bütün içtenliğimizle çalışmak prensibimizdi ve bu prensibimiz, fıtratımız bizi KUKLALARIN önüne atanlar tarafından da biliniyordu. Oturdum, uzun uzun düşünerek, kendimce derin psikolojik tahlillere girerek ve medyanın o dönemdeki neredeyse tüm “fahişeleri” ile görüşerek iki alternatif program hazırladım. Ulaştığım sonuç şu idi: aslında bizden sorulması gereken şöyle olmalıydı; “Kalemini kiralayan, satan, pazarlayan medya fahişeleri (erkek-kadın-diğer fark etmez) ile Türk Silahlı Kuvvetleri ilişkilerini nasıl geliştirebiliriz?”

İki yazı metninden biri klasik bir cevap niteliğindeydi; suya sabuna dokunmayan, komutanların ruhunu okşayacak, terfi yollarını açacak, salon züppeliği puanını arttıracak türde olan bir çalışma. Diğeri ise gerçeklerin karşılığı olan ve “medya fahişelerini” avuç içine almaya yarayacak bir çalışma. Tabii ki Türk Silahlı Kuvvetleri, onlarla arayı düzeltmek için “fahişeleşecek” değildi, sadece onlara onların anladıkları dilde hitap edecekti. Yazıları, kapak sayfasına ekledim, altlarına da parafemi atıp üstüme/amirime gönderdim.

Kurum komutanının rütbesi korgeneraldi. Yazı ekleri ile önüne çıkarıldığına uzun süre tereddüt geçirdi, hangi ek ile göndereceğini düşündü. Sonunda bir karar verdi; sıradan ifadeler içeren eki asıl olarak, diğerini de “sıra dışı-uçuk” öneriler olarak tali ek olarak kapak yazısına ekletti.  Bekleme döneminde tedirgindi. Çünkü bu usul, teamüllere ve usullere aykırıydı. Nihayetinde övgü dolu bir yazı ile “Tali Ek” üzerinde daha ayrıntılı çalışılmak üzere geri gönderildi. Hava Kuvvetleri Komutanı (E)Org. A.Ç. yine “vasıflarına” uygun bir tercihte bulunmuştu. (E) Org. A.Ç. düşünce hızı konuşma hızının kat ve kat üzerinde olduğundan genelde kelimeleri yuvarlayarak konuşan, her bir cümlesi titizlikle anlaşılması için konuşması titizlikle not alınması gereken biriydi.

Bu kez teklifim, benim dışımdaki bir grup kurmay subaya havale edildi. Onlar fikirlerimi daha da ayrıntılı hale getirdiler ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın bilgisine sundular. Teklifimde neler yoktu ki;

·         Gazetecilere, parka, kamuflajlı er elbisesi giydirmek,

·         Karavanadan yemek yedirmek,

·         Er koğuşlarında yatırmak,

·         Er iç çamaşırları hediye etmek,

·         Künyeler vermek,

·         Palaska, postal hediye etmek,

·         Mermi çekirdekli kolyeler hediye etmek,

·         Tüfek taşıtmak,

·         Atış yaptırmak,

·         10ncu Yıl Marşı söyletmek,

·         Sabah sporlarına katılmalarını sağlamak,

·         Sahte planlarla güya “ÇOK GİZLİ” brifinglere dinleyici-izleyici olarak sokmak,

·         “Kozmik Odaları” görmelerini sağlamak… Ve daha neler neler…

Tabii ki bu tekliflerim bir de kurmay subaylarca ayrıntılandırılmış ve senaryolaştırılmıştı. Komuta katına gönderildi, sonrası sessizlik, hem de uzun süre… Teklifi yazdığımda 1996 yılının ilk yarısındaydık…

Derken 28 Şubat süreci geldi ve çattı. Planlama adeta patladı… Tüm kesimler üzerinde türevleri ile uygulamaya sokuldu. Uygulamaların mimarı aslında (E) Org. A.Ç. idi…

Kuvvet Komutanı’na karşı kadeh kaldırma…

O dönemde kurumumuzda bir plan tatbikatı düzenlendi, Ekibin içinde ben de vardım. Plan tatbikatı bittiğinde tatbikata katılan çaycı er Cafer’e bile TAKDİRNEME verildi, ben hariç. Çünkü Hava Kuvvetleri Komutanı (E) Org. A.Ç. emir vermişti. “Bu yüzbaşının defterini dürün!”

Tatbikat sonrası bir yemek verildi, akşam yemeği. Yemeğe Hava Kuvvetleri Komutanı da katılmıştı. O tam ortada oturuyordu, ben de üç masa uzağında yüzüm ona dönük ve masanın başındaydım. Birkaç kadehten sonra şarkı-türkü faslı başladı; arada sırada kadehimi havaya kaldırıp uzaktan yüzüne bakıyor, bakışlarını yakaladığımda da “Şerefe…” dercesine havada rakı bardağını tıklatıp tek yudum alıp bardağı masaya bırakıyordum. O da bana eşlik ediyordu, ne de olsa “İdamlık olan bir yüzbaşının son dileğiydi” bunlar… Her tekrardan sonra eğilip yanındaki korgenerallerden birine bir şeyler söylüyor, sonra da bana bakıp “Yedim seni” dercesine sırıtıyordu… Sonradan öğrendim ki yanındaki korgenerale şu rahatsızlığını dile getiriyormuş; “Adamı idam sehpasına gönderiyoruz el birliği ile onun umurunda bile değil, bir de küstah, benimle havada rakı tokuşturuyor. Herkese söyleyin, bir an evvel dosyasına gerekli evraklar girsin, işini bitirin…” Çaycıya bile verilip bize verilmeyen “Takdirname”nin sebebi de buydu. Çünkü asacağın adama giderayak “Takdirname” verirsen bir göğsü kıllı çıkıp şu soruyu sorabilirdi “maden bu kadar disiplinsiz biri, bu takdirname de neyin nesi?”…

Son…

Onlar, yani Hava Kuvvetleri Komutanı ve emir kulları, kuklaları beni asılmak üzere “Kıpti”ye teslim etmeden önce ben kendi sandalyemi tekmeledim ve “Dikili ağacım” dahi yokken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni terk ettim. O mutluluğu (!) onlara yaşatmadım…

Bu gerçeği ilk kez burada sizlerle paylaştım.

Cehennemin en büyüğünü kaç yıldır yaşıyorum, vicdan azabı dayanılmaz bir halde… İstemeden de olsam 28 Şubat’ta bazı uygulamaların ana fikri benim planlamalarımdan alındığı için… Planlamalarım amacı dışında kullanıldığı için…

Şimdilerde o zamanın “fahişe” gazetecileri daha da “Fahişe”, o dönemde “Askercilik” oynarken çocuklar kadar mutlu görünen “Fahişeler” şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hala düşmanı… Ve bu günlerde 28 Şubat’ın Mimarı olarak hala aslında çok iyi bir KUKLA olan (E) Org. Ç.B. biliniyor… Ama 28 Şubat’ın gerçek mimarı o değil…

Yani bu günlerdeki “Karşı Devrim” hareketinin önünü açan, bu iktidarın yollarına taş döşeyen Ç.B. değil, A.Ç…

Şimdilerde SİLİVRİ’de ve HASDAL’da esir edilenlerin gerçek esaret nedeni de bu yazıda saklı. Layık olanları, soran, araştıran, düşünenleri değil de genellikle “Salon züppeleri”ni daha da neti “Fahişeleri” terfi ettirmeleri, onlara yüksek sicil vermeleri, onları “Mümtazen terfie” layık görmeleri…












9 Mart 2012 Cuma

YAKINPLAN.TV YAZILARIM 2

Ülkenize KAÇAK olarak giren bir gazeteci, sizce “Hırlı mıdır?” Mary COLVİN gerçeği…

Çuvaldızı kendimize…

Evinize biri girse ve evinize başkalarının girmesi için camları, kapıları açmaya başlasa ve tam o sırada sizin evinize giren hırsızı, uğursuzu savuşturmak için ateşlediğiniz silahınızdan çıkan bir mermi, hırsıza-uğursuza kapıları açan kişiye tesadüfen isabet etse ve o da ölse… Mahkemede ya da karakolda kendinizi nasıl savunurdunuz?

“Tabancam bulundurma ruhsatlı, evimde birileri cirit atıyor ve bunların içeri girmesine de biri yardımcı olmuş. Ben hırsızları kaçırmak için havaya ateş açtım ama tavandan seken mermi gidip onu vurmuş. Hem nefsi müdafaa, hem de meskenimi tecavüzden koruma ama sonuçta kaza… “ mı dediniz? Yoksa “Ben katilim, evime giren masumu (!) öldürdüm mü?”

Gazeteci Mary COLVİN, Humus’taki bir evde Remi OCHLİK ile birlikte kalıyordu, Suriye Devlet güçlerinin açtığı ateş sonucu Şubat ayında ölmüştü. Bizdeki paçavraların, aptal kutularının tamamı konuyu “Suriye’de gazeteciler öldürüldü” hatta “Katledildi” çizgisine taşıyıverdi. Aktarılan bilgileri okuduğunuzda karşınızda şöyle bir gerçek durmaktaydı: ‘Mary COLVİN, Suriye’ye yasal usullerle ve resmi yolla girmişti ve Suriye Devlet güçleri de onu kasten öldürmüşlerdi.’ Bakıyorum bu günlerde bile gerçekleri hala yazan yok, gerçekleri dillendiren yok. Hatta olan biteni ima eden de yok.

Suriye’ye Kaçak Olarak Giren Gazeteci: Mary COLVİN

Mary COLVİN de Suriye’ye yasal yollarla değil, yasadışı yollarla girmiş ve gazeteciliğine gazetecilik katmak için sözde “Muhaliflerin” yoğun olarak bulunduğu Humus’a yerleşmişti. Bizde de dünyada da Küresel Eşkıya’nın “Emir kulu” durumundaki medya unsurlarının “Muhalifler” adını verdikleri “İşbirlikçiler”e lojistik destek sağlayan medeni (!) batı, bir de onun gibilerin yanına “Mücadelelerini” (!) allayıp pullamak adına gazeteciler de gönderivermişti. Görevleri buydu. Yani Suriye’deki sözde “Özgürlük Mücadelesi”ni çarpıcı bir biçimde Dünya Kamuoyuna aktarmak… Ne yazık ki Mary COLVİN de “Ücretli” ve “Özel” görevlilerden biriydi…

Hâlbuki Suriye Arap Cumhuriyeti, ülkeye gelmek için başvuruda bulunan bütün gazetecilere o güne kadar gerekli izni vermişti. Ama nedense Mary COLVİN, ülkeye kaçak girmeyi tercih etmişti…

Mary COLVİN’in ölümünden sonra yaşananları da kimse dile getirmemişti. Hadi diyelim ki Türkiye’de bir iktidar terörü estiriliyor ve neredeyse tüm gazeteciler bu terör nedeniyle sindirilmiş durumda, peki ya bütün dünyada da aynı terör mü var? Kimse söylemiyor, söyleyemiyor ama Türkiye’de olduğu gibi neredeyse bütün Dünya’da “Seviyesizlik” ve “Onursuzluk” zirve yapmış durumda. Neredeyse medya unsurlarının tamamı “Vicdan” ile “Cüzdan” arasına sıkışıp kalmış, nefes dahi alamaz durumda. Ama gerçekler de taş gibi ortada. Gerçekleri bilen biliyor ama saklıyorlar, kimi korkudan kimi gerçeklere olan alerjisinde kimi de tamamen “Duygusal” nedenlerden… Üzücü ölüm olayından sonra gazetecilerin ve cenazelerin çıkarılması için Suriye Arap Cumhuriyeti Suriye Kızılay Örgütü’ne ve Uluslararası Kızılhaç Komisyonu’na izin vermişti. Ama “Muhalif” adı verilen eli silahlı “İşbirlikçiler” buna engel oldular. Bölgedeki bazı gazeteciler de buna asla yanaşmadılar, çünkü onlar da Suriye’ye kaçak yollarla girmişlerdi. Kendilerini oraya sokanların, kendilerini oradan çıkaracaklarına o kadar inanmışlardı ki kendilerine uzanan tarafsız elleri bile ısırmaktan çekinmediler.  Hatta yaralıları almak üzere Suriye Arap Cumhuriyeti’nin bölgeye gönderdiği helikoptere, “Muhalif” adı verilen “İşbirlikçiler” izin vermediler.  Ne de olsa onlar Napolyon’u her eylem ve söylemleri ile haklı çıkarmak için çabalıyorlardı; ne demişti Napolyon: “Para en çok kanın oluk oluk aktığı anda kazanılır.” Kuvvetle muhtemeldir ki Mary COLVİN de tasını “Melanet çeşmesi”nden doldurmak için orada bulunuyordu…

Bir kez daha çuvaldız kendimize…

Bir ülke düşünün, kendi sınırları içinde “Bölücü teröre” karşı tankla, topla, uçakla, bombayla güya mücadele ediyor. Arada sırada çıkıp “Dış destekten, dış şer güçlerden” dem vuruyor, güya onları “Lanetliyor”…  Ama aynı zamanda kendi içindeki “Bölücü terörü” destekleyenlerin desteklediği “Muhalif” olarak dillendirilen görünürde Suriyeli “İşbirlikçileri” destekliyor, yüreklendiriyor ve hatta onlara silah, mühimmat ve istihbarat yardımı yapıyor… Siz olsanız böyle bir komşuya güvenir misiniz? Eğer zerre kadar “Onur” sahibiyseniz, Mary COLVİN gerçeğini yazmayan paçavralara ve gerçeği dillendirmeyen aptal kutularına itibar eder misiniz?

Önceleri sıfatımız “Adalet”ti, şimdilerde ise “Vefasız, dönek, alçak, kalleş…”

Başta Suriye olmak üzere “Arap Baharı” adı altında bütün Ortadoğu karıştırılmadan önce ne zaman Ortadoğu’ya gitsem bizleri “Adalet geldi” diye karşılarlar, 80-90 yaşındaki nur yüzlü ihtiyarlar ellerimizi öpmek üzere hamle yaparlardı. Öpecekleri el aslında bizim elimiz değildi, “Adalet”in eliydi… Kuklacı emretti ve bütün kuklalar görevlerini ifa etmeye başladılar, kuklalar Küresel Eşkıya’nın komutları ile hareket eder oldular. Ortak Bakanlar Kurulu toplayanlardan biri de Kuklacı’nın has kuklalığını başkasına kaptırmamak için harekete geçti ve artık bizim sıfatımız o coğrafyada “Vefasız, dönek, alçak, kalleş…” oldu…

Şimdi herkes şapkasını önüne koyup düşünmeli derim. Komşusunun ırzına, namusuna, canına, malına kasteden “Eşkıya”ya destek veren komşuya siz olsanız itibar eder misiniz? Ülkenizde, devlet yönetimini bu Kuklalara emanet eder misiniz? Onursuz değilseniz, yaratık değil de insansanız bu sorulara “Evet” diyebilir misiniz?