27 Aralık 2011 Salı

DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR


BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.

 
AÇIKLAMA

 
GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...

 
SAYGILARIMLA...

SEKİZİNCİ BÖLÜM
 
KKTC

29 Ekim 1997 törenleri KKTC’de tatsız-tuzsuz geçmiştir. KKTC’de coşku her geçen gün daha da kaybolmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Hükümetleri’nin ısrarla KKTC’deki en önemli statü ve rollere Türkiye’den birilerini getiriyor ve KKTC’li kardeşlerimizi hep geri plana itiyordur. KKTC’li pek çok genç İngiltere’ye kaçıp gitme ve orada kalabilme hayali ile yanıyordur. Kızıl, böyle bir günün ertesinde bir Perşembe günü KKTC’ye tekrar getirilir. Dip Karpaz Bölgesi’nde eski bir Rum evine yerleştirilir. Uzun bir aradan sonra Kızıl yine KKTC’dedir. Kanas eğitimini tamamlamış, yaklaşık 3 aylık atışlı eğitim süresince günde ortalama 30 mermiden 2.000’e yakın mermi ile atış yapmıştır. Her atıştan sonra, analiz ve değerlendirmeler yapılmış, Kızıl’ın “Keskin Nişancı” olması için çok ciddi gayret sarf edilmiştir. KKTC’de kendisine verilecek Kanas’ın eğitim boyunca kullandığı Kanas olacağı da kendisine belirtilmiştir.

Sabah uyandığında Korgeneral’i kendisini uzaktan seyrederken bulur. Korgeneral:

-   Günaydın; Kalk da yıka yüzünü ve hemen gel
-   Günaydın da siz ne zaman geldiniz?
-   Önemli işler var, onlar bitmeden bize dur durak yok…
-   Biz de bir zamanlar öyleydik…
-   Fazla söze gerek yok, gel karşıma hemen benim de fazla zamanım yok…

Kızıl yüzünü yıkar, saçlarına da su tutar, sonra da yeni açılmış havluya önce yüzünü sonra da saçlarını kurular ve Korgeneral’in karşısına kurulur. Korgeneral elindeki sade Türk Kahvesi’ni höpürdetirken Kızıl’ın eline su bardağında demli Arap Çayı tutuşturulur…

-   Nasıl buldun bizin Bolu ekibini?
-   Teknoloji çok gelişmiş, elemanlardan daha önemli hale gelmiş…
-   Ama eleman hala önemli, bak bu nedenle senin karşındayım…
-   Evet, artık zamanı geldi sanırım görevi açıklamanın ya da her neyse…
-   5 Kasım Çarşamba günü Güzelyurt’ta bir tatbikat var Torodos 22/97, o tatbikata gelen üst düzeyde birini vuracaksın.
-   Ne kadar üst düzey…
-   Çok üst değil ama oraya gelecek biri…
-   Sivil mi, asker mi?
-   Asker…
-   Asker, neden?
-   Nedeni yok, ölmesi gerekiyor, ölecek…
-   Kim?
-   Sana o gün, Kanas’ın başına geçtiğin gün bildirilecek… Kanas gittiğinde yerine olacak. Namluya sürülmüş bir tek mermi ile birlikte. Ayarları yapıldı ama sana o günkü rüzgâr, nem ve sıcaklık durumu da verilecek, bilgilerin tamamı Kanas’ın yanında bulunan su geçirmez, bez bir torbanın içinde olacak. Son ayarları da sen yapacaksın…
-   Zaman?
-   O gün, Özel Kuvvetler temsili düşmana yoğun ateşe başladıkları andan itibaren 4 dakika süren var, bu sürenin içinde işin bitmiş olması gerekecek… Çünkü yoğun ateş yaklaşık 6 dakika sürecek, ondan sonra yaklaşık 13 dakika sonra büyük bir patlama olacak, sen bulunduğun yerden o patlama ile birlikte ayrılıp kaçacaksın. Seni, mevziye getirildiğin yere 500 mt yakında bir ekip karşılayıp kaçıracaklar. Kutlu Adalı’yı öldürdükten sonra kaçtığın GKRY’deki o yere götürecekler… Yakut Güzelvatanlı’nın saklı malikânesine…
-   Yaşayacak mıyım?
-   Kendini öldürmezsen yaşayacaksın, bu devletin sana daha çok ihtiyacı var ve senin gibiler de artık yetişmiyor… Hadi şimdi sen o güne kadar dinlen, dışarıya çok çıkma, mümkün olduğunca evin içinde kal. Buradaki elemanların tamamı seni tanıyor, onlara güven ve söylediklerine mutlaka uy. İtiraz etme. Çünkü bize daha çok lazımsın. Unutmadan, o su geçirmez kumaş çantanın içinde bundan sonraki ömrünü rahatça ve kimseye muhtaç olmadan yaşayacağın paranın nereye yattığına dair kayıtlar ile gold ve black Barclaycard’lar da var… Yine de her ihtimale karşılık bir miktar karışık döviz de…
-   Peki… Son bir soru…
-   Sor.
-   Diyelim ki o kişi öldü, ondan sonraki süreçte yer alacak olanlar bu işi benim yaptığımı bilecekler mi?
-   Biliyorlar bile ve senin mutlaka başarmanı istiyorlar.
-   Zahit Binbaşı da onların adamı mı?
-   Bir soru demiştin… Zahit güçlü olan herkesin adamı, onun Kabesi seyyardır Kızıl… Her devrin adamıdır onlar, ama merak etme konuşmaz, konuşamaz, Güneydoğu Anadolu’da yaptığı bütün infazların görüntü ve ses kayıtları elimizde, kıpırdayamayacak durumda… AİHM’de de davası var…
-   Belki de bu olaydan sonra onu bana teslim edersiniz…
-   Ederiz, neden olmasın. Sen bu işi tamamla, sonra sana kimleri teslim edeceğiz, sen onları gördükçe inanamayacaksın…

Aynı günlerde PAŞA bir başka tarafta tatbikat için KKTC’ye gelmiş olan B timinin iki elemanı Erkut ve İsrafil’i karşısına almış konuşmaktadır:

-   Çocuklar size GİR Paşam çok güveniyor ve inanıyor, tatbikat esnasında sizden bazı şeyleri yapmanızı isteyeceğim Gir Paşam adına, yaptıklarınız sizlerle uyumsuz gelecek ama böyle olması gerekiyor. Tatbikat alanına girdiğinizde düşman hedeflerine ateş ederken sen İsrafil protokol çadırına doğru birkaç el nişan almadan ateş edeceksin. Yani neredeyse 90 derece üst tarafınıza. Sen Erkut, sen de İsrafil’e o anda müdahale etmek isteyen olursa onu öldürmeden durduracaksın yani İsrafil’i koruyacaksın. Sonraki gelişmelerde hep yanınızda olacağız ve size hiçbir şey olmayacak…
-   Tam olarak kaç el ateş etmem gerekiyor, 4-5 yeterli 7yi asla bulma; aksi takdirde izahı zor olur.
-   Nişan almadan sadece çadır istikametine doğru mu? Yani çadıra doğru mu yoksa o yöne doğru mu?
-   O yöne doğru, çadıra nişan alsan da M-16’nın zaten menzili dışında, önemli olan o tarafa doğru birkaç mermi çekirdeğin düşmesi…
-   Emredersiniz… Atış ve hedef analizlerinde durum ortaya çıkmayacak mı?
-   Çıkacak ama o zaman sana neler söylemen gerektiğini bildireceğiz. Erkut ve İsrafil bu GİR Paşa’nın sizlerle ilgili son sınavı. Bu sınavdan ya başarılı olarak geçersiniz ya da okuldan tasdikname alırsınız. Anlatabildim mi?
-   Anladım komutanım, emredersiniz…
-   Emredersiniz komutanım…

Bu konuşmadan sonra Erkut ile İsrafil sadece birkaç cümle konuştular, sonra da konuyu hiç açmadılar. Aradan birkaç saat geçmişti ki Erkut Tim Komutanı tarafından çağrıldı. Nedense ne Erkut ne de İsrafil telaşlanmadılar. Erkut çadıra gittiğinde tim komutanı;

-   Erkut Astsubay’ım buyrun oturun
-  
-   Size üzücü bir haber vereceğim…
-   Nedir komutanım?
-   Başın sağ olsun, başımız sağ olsun, Allah sabır versin. Eşini kaybettin…
-   Ne !?
-   Evet, evinizde yangın çıkmış sabaha karşı, eşinin cesedi tanınamayacak kadar yanmış, kömür olmuş… Konu ile ilgili olarak GİR Paşamız’ın taziyelerini sana iletmek isterim. Konuyla kendisi bizzat ilgileniyor. Eşinin cesedi morgda ve sen gitmeden hiçbir şey yapılmayacak. Şimdi sana sormam gerekiyor, tatbikata katılmak ister misin yoksa gidip eşini bir an evvel defnetmek mi?
-  
-   Buna bir cevap almalıyım Erkut Astsubayım…
-   Tatbikattan sonra gitmek isterim…
-   Teşekkür ederim, GİR Paşam da bu tür bir cevap vereceğini düşünüyordu. Ve eşine otopsi yapılmasına da sen oraya gidinceye kadar engel olacak. Çünkü senin eşinin naaşının didiklenmesine gönlünün razı olmayacağını düşünüyor…
-   Evet komutanım…
-   Ama neden yangın çıkmış?
-   İyi bir araştırma yaptırmış GİR paşa, sanırım eşin eve sarhoş gelmiş ve bir kahve yapmak istemiş sonra da ocak açık vaziyette sızıp kalmış, sonra da sızan doğal gaz korunaklı evinde birikip alev almış ve büyük bir patlama olmuş. Evin iç kısmının büyük bir bölümü eski tip ahşap olduğundan her şey yanmış…
-   Anladım komutanım…
-   Başın sağ olsun, Allah sabır versin…
-   Sizler sağ olun komutanım…
-   Peki, çıkabilirsin Erkut Başçavuşum… Tatbikat günü Rum’un, Yunan’ın SA-300 lerine ne olacağını cümle âleme gösterelim…
-   Emredersiniz, gösterelim komutanım…

Erkut üzgün vaziyette dışarı çıktığında İsrafil’in kendisini beklediğini fark eder…

-   Neymiş Erkut, bir sorun mu var…
-   Berna… Berna ölmüş...
-   Ne !?
-   Berna ölmüş…
-   Nasıl !?
-   Evde yangın çıkmış, doğalgaz patlaması ve yanmış…
-   Kaçamamış mı?
-   Sarhoşmuş, sızıp kalmış…
-   Allah kahretsin…
-   Her zaman böyle gelirdi eve, körkütük ve sonra da sızar kalırdı…
-   Allah kahretsin…
-   Bir gün başı derde girecekti zaten…
-   Neden?
-   Ya boş ver, anlatmasam daha iyi…
-   Ne zaman toprağa verilecek?
-   Tatbikattan sonra, GİR paşa ilgilenmiş, istersen hemen git istersen tatbikattan sonra dedi ben de tatbikat sonrası dedim…
-   Başımız sağ olsun Erkut, Allah sabırlar versin…
-   Sağol İsrafil, sizler sağ olun. Daha fazla rezil olmadan ve beni de rezil etmeden gitti…
-   Doğru…
-   Ölünün arkasından laf etmeyeyim, ama öldüğüne sevindim, sadece ölüm şekli çok acı verici…
-   Saçmalama Erkut…
-   İsrafil ısrar etme, duyduklarının dışında bilmediğin çok şey var…

Özel bir ekip 5 Kasım 1997 Çarşamba günü bir gurup Kızıl’ın evinden içeri girer, Kızıl da onların gelmesini bekliyordur. Saatler ayarlanır ve kronometreler kontrol edilir. Ekip daha önce de söylendiği gibi Kızıl’ı evinden alıp Kanas’ın bulunduğu, yoğun biçimde kamufle edilmiş mevziye götürülür ve bırakılır. Mevzi protokol çadırını tam karşıdan görüyordur, çadır bulunduğu yerden yaklaşık 30 derece tepededir ancak kendi mevzisi de buna uygun hazırlanmıştır. Mevzi çevre arazi görünümü içinde sıradan bir görünüme sahiptir, her şey düşünülerek yer seçimi yapılmış ve mevzi ona göre donatılmıştır. Kızıl önce söz edilen kumaş su geçirmez çantayı görür ve içini açar, söylenen her şey içindedir. Önce hava durumu tahminine bakar, her şey normaldir, ancak bir tek tehlike söz konusudur tatbikat saatlerinde darbeli rüzgârlar olabilir… Ardından kendisine Korgeneral’in söylediği para, kimlik ve kartlar bölümüne bakar. Her şey söylendiği gibidir. Üç farklı Türk ismine göre hazırlanmış her türlü pasaport, kimlik, ikamet belgesi, tapu belgeleri, kredi kartları ile birlikte 2 farklı Rum adına düzenlenmiş yine aynı türde malzemeler çantadadır. Bütün bunlardan sonra en mahrem bilginin bulunduğunu düşündüğü en küçük ama fermuarlı gözü usulca açar. Çift mektup zarfına konuşmuş fotoğrafı gördüğünde gözlerine inanamaz. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU‘nu öldürmesi isteniyordu. Fotoğrafa defalarca bakar, yanılmıyordur. Öldürülmesi emredilen Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’dur. Birden düşünür, Orgeneral TÜRKMENOĞLU’nun öldürülmesi kimin, kimlerin işine yarar? Neredeyse hiç düşünmeden “Orospu çocuğu Çetin GİRRRRRRR !” kelimeleri dudaklarından dökülür. Kendisi için avın kim olduğu önemli değildir, önemli olan sonraki süreçte kendisine verilen sözlerin tutulması ve satılmamasıdır. Şimdi daha iyi anlıyordur kendisini eğitenlerin ve hatta aslında koruyanların neden MOSSAD’ın elemanları olduğunu. Orgeneral Çetin GİR İsrail’in adamıdır. Aynı zamanda da ABD’de dalga dalga yayılan Neo-Con’cuların ve Evangeliklerin. Çetin GİR aynı zamanda ABD’de uzun süredir ikamet eden ÖRGÜT’ün lideri Fitnetullah Hocabey’in de seçkin adamlarındandır. Birden aklına 28 Şubat süreci gelir ve eğer bulunduğu yer müsait olsa katıla katıla gülecektir. Ne güzel de oynamıştır anti Hocabey rolünü… Orgeneral Çetin GİR tam anlamıyla yavşak biridir, menfaati için her şeyini gözünü kırpmadan satar. Şimdi ne yapmalıdır? Hem ne yapacağını düşünüyor hem de aynı bölmede kendisine verilen seyir çadırındaki protokol yerleşim planını incelemektedir. Mesafe yaklaşık 1260 mt civarındadır. Kanas için yeterli ama aynı zamanda da riskli bir mesafedir. Bulunduğu yer aslında tatbikat arazisinin neredeyse ortasında bir yerdir. Ama dost ve hasım kuvvetlerin ateş koridorları içinde değildir. Çevresini incelediğinde mermi sekmensine neden olacak her hangi bir şey de yoktur. Zaten tatbikat bölgesinin toprağı tam tabiri ile kına gibidir. Solunda büyük yağ bidonlarından oluşan füze lançeri, ya da büyük top görünümlü hedefler bölgesi vardır. Hedef bölgesinde de Kanas dürbünüyle baktığında bazı sözde hasım unsurlar göze çarpmaktadır. Sağ tarafında ise kendisinin mevzisine yaklaşık 65-70 derecede dost kuvvetlerin gireceğini düşündüğü arazinin işaretlemeleri vardır. Bu şartlar altında kendisinin iki ateş arasında kalma ihtimali neredeyse yoktur ki, gerek dost kuvvetler gerek sözde hasım kuvvetler 1500 mt’den bir yumurtayı vurabilecek kadar iyi nişancılardır. Aynı zamanda bulunduğu yer her iki tarafın hemen hemen tam ortasındadır ve her iki taraf da M-16 kullandığından etkili menzil dışındadır. Düşünceler arasında gidip gelirken, içinden “Bunlar şimdiye kadar hiç hata yapmadılar, her şey söyledikleri gibi oldu, hatta dakikalarla bile ölçülebilecek aksamlar da olmadı” diye geçirir. Yapabileceği hiçbir şey yoktur, verilen görevi yerine getirmelidir…

Kızıl tüfeğin dürbününü yeniden protokol çadırına çevirdiğinde hareketliliğin arttığını görür, tüfeğine son ayarları yaparken mevziye bırakılan tüfeğin eğitimde sürekli olarak kullandığı tüfek olmadığını fark eder. İçinden “Orospu çocukları, değiştirmişler” der. Ancak tüfeğinin değiştirilmiş olması Kızıl’ın içindeki çelişkileri de su yüzüne çıkartmıştır. Tüfeğin bütün ayarlarını gözden geçirir, her şey mükemmel denebilecek kadar ince ayarlanmıştır, aklına bir tek zaman zaman darbeli rüzgâr olasılığı takılmaktadır. Tatbikat alanında 3-4 deniz mili mertebesinde bir rüzgâr vardır ve karşıdan esmektedir. Demek hâkim rüzgâr bu der, çünkü rüzgâr protokol çadırından tatbikat alanına doğru esmektedir. Ve çıkan dumanlar tatbikat alanındaki faaliyetlerin üzerini tamamen örtemeyecektir.

Tekrar dürbünle protokol çadırına baktığında gördüğü ve tanıdığı pek çok üst düzey simanın çadırda yer almadıklarını görür. Yerleri bile boş bırakılmamıştır. “Demek bu iş devlet içinde oldukça organize bir iş” diye düşünür. Eğer organize olmasaydı o gün oraya gelmesi gerekenlerin tamamı gelirdi. Çünkü bu tatbikatlar Türkiye için bir gövde gösterisi ve kararlılık anlamındadır. Çadırda KKTC Cumhurbaşkanı yoktur, Genelkurmay Başkanı yoktur, Milli Savunma Bakanı yoktur. Özellikle çadırda Milli Savunma Bakanı Kısmet ESKİN’in bulunmamasının anlamı bu organize işteki hedefin “GİDİCİ” olmasının en büyük alametidir. Demek ki Kara Kuvvetleri Komutanı’nın “kalemi kırılmış”tır. KKTC Türk Barış Kuvvetleri Komutanı oradadır, KKTC Güvenlik Kuvvetleri Komutanı oradadır, Türkiye Büyükelçisi oradadır, KKTC Cumhurbaşkanı vekili oradadır, KKTC Başbakanı oradadır, KKTC Cumhurbaşkanı’nın oğlu KKTC Dışişleri Bakanı oradadır. En son gördüğü şahıstan sonra güler içinden “Bizim adımız çıkmış, diğer oğlunu MET’e temizlettirdi, bu oğlunu da gözden çıkartmış hedefin yakınına oturtmuş pezevenk” der… Gördüklerinden sonra Kızıl daha da rahatlamıştır. Eğer çadırda protokolün tamamı olsa, yani aslında protokol olmaları gereken yerde olmuş ve o gün oradan kaçmamış olsalardı bu eylemin “münferit” olma ihtimali çok yüksektir ama bu şartlarda bu eylem “organize”dir. Haber verilmesi gereken yerlere haber verilmiş, kurban da oraya gönderilmiştir. Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nun davranışlarına baktığında geçmiş yıllarda pek çok kez gözlemlediği o TÜRKMENOĞLU’nun davranışlarının olmadığını görür. Hemen yanında KKTC’li bir bakan vardır ki o dürbünü Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’ndan daha fazla kullanmaktadır. Her ne kadar TÜRKMENOĞLU o güne kadar 4 suikasttan kıl payı kurtulmuş ve kendisine karşı yapılan suikastları biliyor olsa da TÜRKMENOĞLU’nun bu kadar huzursuz olmaması gerekir diye düşünür. TÜRKMENOĞLU neredeyse hiç sabit durmuyor, sürekli hareket ediyordur. Tatbikat başlama işareti verildiğinde ise hareketleri daha da artmıştır. Önüne konulan sudan ya da meşrubattan yudum yudum içiyor, sürekli ağzını ıslatma gereği duyuyordur. İçinden gelen ses “Bu tezgâhı o da biliyor” der. Ama TÜRKMENOĞLU “Meydan okumaktadır; ben buradayım, peki sizler neredesiniz !?” der gibidir…

Tatbikat başlar, Özel Kuvvetler gece yapılan bir harekât gibi, düşman kuvvetlere doğru ilerlemeye başlar, ateş edilmiyordur. “Gece görüş dürbünleri” ve “Enfrarujlu dürbünlerle” muhtemelen füze rampalarının başında nöbet bekleyenlere nişan alıp ateş edeceklerdir. Bunun için de 200-250 mt lik bir atış konisinin içine girmeleri gerekmektedir. Kızıl bütün bunları düşünürken, Özel Harekâtçıların önünde geçip gidişlerini de izliyordur. Artık kendisi kesinlikle rahattır. Kızıl’ın tahmin ettiği gibi, B Timi hedeflere 200-250 mt yaklaşmıştır ki büyük bir cayırtı kopar. Hakiki mermilerin kullanıldığı seslerden anlaşılmaktadır. Bir anda mermi sesleri artar ilk ateşin üzerinde 3 dakika 25 saniye geçiyordur ki Kızıl Kanas’ın emniyetini açar, büyük bir soğukkanlılıkla nişan alır ve tetiğe basar. Tetiğe bastığı anda hafifçe terlemiş olan yüzüne bir soğuk dalgası sonra da bir sıcak dalgası vurur. Dürbünle merminin gittiği yeri takip ederken birinin öne doğru sarsılarak düştüğünü ve ortalığın karıştığını görür. Protokol çadırında mermiyi yiyenin bulunduğu yerden dışarı doğru bir panikleme anı yaşanmaktadır. Dürbünü ve silahı elinden bırakamıyordur, aradan geçen süreyi tahmin edemese de Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nun ölmediğini ve ayağa kalkarak boynundaki dürbünü gözlerine yaklaştırıp kendisinin bulunduğu mevziye baktığını fark eder. Dürbünler birbirini görüyordur. TÜRKMENOĞLU’nun kendisini fark etmesi çok zordur ama o ateşin nereden geldiğini biliyordur. Birden TÜRKMENOĞLU’nun korumaları komutanın etrafını sararlar, diğer korumalar da diğer erkânın etrafını sarar. “Tüh, Allah Kahretsin! Bir mermi daha olsa işin bitikti TÜRKMENOĞLU !” sözleri dökülür dudaklarından. Tam o sırada Özel Kuvvetler füze rampalarını havaya uçurmuş ve hedefi yok etmişlerdir. Kulakları sağır eden bu sesten sonra sanki yaşam birden donar. Sonraki günler Kızıl, TÜRKMENOĞLU kendisine doğru dürbünle bakarken bir kez daha nişan alıp elinin tetiğe gidip çektiğini hatırlar ama şarjörde ve namluda başka bir mermi yoktur. Yerden boş kovanı alır, silahı olduğu gibi bırakır, bez ve su geçirmez torbayı alır, sürünerek mevziden geri ve alta doğru kayar ve sonra da hedef küçülterek, zigzaglar çizerek buluşma noktasına varır. Oraya vardığında kendisini bekleyenlerin de orada tam siper olduklarını görür. Birlikte 300-400 mt koştuktan sonra kendilerini bekleyen 4X4 Land Rower’e binerler ve olay yerinden hızla uzaklaşırlar. Akçay-Astromentis yol ayrımından Astromentis yoluna saparlar. Astromentis’in yakınından geçerek tali yoldan Akaki ana yoluna doğru ilerlerler. Sınırların ve şeritlerin karıştığı bu bölgelerde kendilerine ne Türk tarafından ne de Rum tarafından kimse müdahale etmediği gibi, kontrol noktalarından geçerken kendilerine özel davranıldığını da fark eder. Hafif meyilli bir tepenin yanına geldiklerinde kendisini oraya kadar getiren ekipteki KKTC üniformalı Türkiyeli subay, “Burada iniyoruz ve seni gelenlere teslim ediyoruz. Vedalaşma vakti.” diyerek araçtan iner ve Kızıl’ın da araçtan inmesine yardım eder. Karşılama ekibinden iki kişi Türk diğerleri ise muhtemelen Rum’dur. Onların da altında Land Rower vardır. Kızıl’ı arka koltuğa oturtup kapısını hızla ve sertçe kapatırlar ve bir Türk Kızıl’ın aracının önüne ve diğerleri ise diğer araçlara binerek GKRY içlerine doğru hareket ederler. Aynı anda Kızıl’ı gelenlere teslim eden ekibe ait üç Land Rower de hafif nemli toprakta minik bir patinaj yaparak geldikleri yola doğru hareket ederler. Yaklaşık 45 dakikalık suskun yolculuktan sonra Pinhill yakınlarındaki tripleks bir villanın daha doğrusu malikâne bozmasının içinde inerler. Yakut Güzelvatanlı’nın villasına. Yakut Güzelvatanlı, Türkiye, KKTC, Balkanlar, Ortadoğu, GKRY, Yunanistan coğrafyasında “kara para” aklayan, zengin bir tefecidir. Zaman zaman başı KKTC yöneticileri ile derde girse de dertlerini bol para ile çözmektedir. KKTC’de finans çevrelerince çok iyi tanınmaktadır. Pek çok diktatörün parasını akladığı için de uluslar arası bir şöhrete sahiptir. Kendisini oraya kadar getiren Türk;

-          İşte, bundan sonraki yaşamını sürdüreceğin yer. Burada MOSSAD tarafından korunacaksın. Her istediğini elde edeceksin. Bundan sonra özgürsün. Birkaç gün içinde PAŞA seni ziyarete gelir. Bizden bun kadar. Dedikten sonra aracına biner, koruma araçları ile birlikte hızla villanın bahçesinden çıkarlar ve villanın dış kapıları kapanır.

Kızıl yanı başında “Welcome” sesini duyuncaya kadar hareket edemez, sesin geldiği tarafa döndüğünde hoş ve gösterişli bir hizmetçi bayanın kendisine gülümsediğini ve hatta yılışırcasına gülümsediğini fark eder. O anda; “Ya gerçekten emniyetli bir yer ve artık burada söz sahibi ben olacağım için bana yılışıyor, ya da son anlarımı mutlu geçirmemi istiyor” diye düşünür. Birlikte villanın merdivenlerine doğru yürürken güzel hizmetçinin kendisine aynı yılışıklıkla baktığını fark eder. Orta kata çıkarlar ve merdiven başından itibaren kendisine ait olduğu söylenen bölüme girerler. Hizmetçi, bozuk bir Türkçe ile “Ben sizin hizmetkâr, emrediniz bana” der…  

Olay medyaya aksetmiş, tatbikat alanında Albay Vuran TERKAY’a isabet eden mermi onu öldürmüştür. Her kafadan bir ses çıkmaktadır. Sonra birden, araştırmaların yapılmasına müsaade etmeyecek kadar kısa bir süre sonra Albay “Seken M-16 mermisi ile öldü” diye ilan ediliverir. Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli Savunma Bakanı hatta KKTC Cumhurbaşkanı bile yani o gün çadırda bulunması gerekip de bulunmayan bütün kaçaklar, aynı gerekçeyi ilan ederek olayı kapatmaya çalışıyorlardır.

Yalan ise öylesine adidir ki, buna kargalar bile güler. Çadıra en yakın M-16’nin mesafesi 1486 mt’dir. Ve M-16’dan çıkan bir merminin bırakın sekip o çadırda birini vurması, çadıra ulaşması bile mümkün değildir.

Yalandan yapılan araştırmalar esnasında çadıra 450 ila 325 mesafe arasında aynı silahtan çıkma 4 M-16 mermisine rastlanmıştır ama o kadar. Bu durum tatbikatlar için son derece de normaldir.

Zaten halkın M-16’nın etkili menzilinden ya da azami menzilinden, tatbikat alanındaki mesafelerden bilgisi de yoktur yani kamuoyu kendilerine hangi yalan sunulursa sunulsun GERÇEK olarak kabul edecektir. Ta ki, cesur, akıllı, kararlı ve bağımsız birileri ortaya çıkıp da konuyu enine boyuna inceleyip aydınlatıncaya kadar.

Özel Kuvvetler Komutanı, yani Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çetin GİR, Genelkurmay İstihbarat Başkanı Metin KANER ve Genelkurmay Genel Sekreteri AVARAKASNAK aynı ekibin adamlarıdır. Bu nedenle Genelkurmay Başkanlığı’nın komuta ve kontrolünde yapılacak hiçbir araştırma doğru sonucu vermeyecektir. Bir de bu ekibe, gizli ancak çok sert ulusalcı-milliyetçi görünen Fitnetullah Hocabey taifesini ekleyince bu olayda Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nun suçlanması bile söz konusu olabilecektir. Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail DAYI ise sanki küçük dilini yutmuş gibidir. Konuşamıyordur. Ağzından tek kelime bile alınamıyordur. Çünkü o da bu tezgâh karşısında susan, susturulanlardandır. Ne olduğunu bilmesine rağmen ses çıkaramıyordur.
Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU, kendisine yapılan suikast girişiminden sonra KKTC’deki KKTC Türk Barış Kuvvetleri Komutanlığı’ndan direk olarak şirketten Orhan Bey’i arar.

-   Orhan evladım, bir kez daha atlattık ama senin binbaşı sayesinde…
-   Gerçekten mi komutanım… Az önce muttali oldum ama yani ilgisi?
-   Orhannnn… Özel Kuvvetler ve “keskin nişancılar” ama görüntü böyle, bir başka pisliği kullandılar…  Çetin ve ekibi şimdiden yeni bir tezgâh peşinde olmalılar ama bu sondu… Bundan sonrası, bu kadar rahat olamayacaklar, kazıyıp atacağım hepsini… Binbaşıma selamımı söyle, onun dediği gibi yaptım, hiç sabit durmadım…
-   Sevindim komutanım, geçmiş olsun. O konularda da çok gelişme oldu, binbaşıya da suikast planladılar ama hepsi boşa gitti şükürler olsun…
-   Orhan, lanetli kavimle birlikte olanlar da lanetlenir… Döndüğümüzde görüşmek üzere…
-   Emredersiniz komutanım, babamın da selamları var…
-   Rütbe itibarı ile olmasa da bilgelikte bizden öndedir, ellerinden öptüğümü arz ediver… Dönünce bir kahve içmeye gideriz birlikte… Hala Emek’te değil mi?
-   Evet komutanım, baş üstüne…
-   Unutmadan Orhan, Parmaksız Amca’yı daha sıkı korumalıyız… Bizim binbaşının da ustasıymış…
-   Emredersiniz komutanım ama ben bunu bilmiyordum…
-   Önemli değil, önemli olan emeklerin, duaların ve doğruların kazanması; vesileler Takdir-i İlahidir…

Orgeneral Çetin GİR’in tezgâhlarının en büyüğü, hedefi ıskalamıştır. Astsubay İsrafil ve nispeten astsubay Erkut, timlerinin içinde dışlanmışlardır. Açıktan bir şey yoktur ama timin diğer elemanları artık İsrafil ve Erkut’u görmezden gelmektedir. Çünkü İsrafil ve Erkut’un ipleri Genelkurmay İkinci Başkanı’nın yani Özel Kuvvetlerin direk bağlı olduğu adamın elindedir.

Olay iç bünyede soruşturulurken bazı konuların üzeri hemen kapatılmış ama İsrafil’in M-16’sından çıkan 4 merminin çekirdeği timin midesinin bulanmasına yetmiştir. Özellikle tim komutanı buna inanmamaktadır.

- Aynı delikten mermi geçiren sen birden tüfeğe hâkim olamadın ve protokol çadırına doğru dört el salladın öyle mi? Bana doğruyu söyle İsrafil, bu normal değil… Bana doğruları söylemezsen timimden kimseyi sana ardını döndürtmem…
- Komutanım inanın, istemeden oldu… Başka ne olabilir ki?
- İnanılacak gibi değil İsrafil, bu tatbikata A timi katılacaktı, onlar olacaktı burada ama komutanlar bize bu şerefi verdi, biz katıldık… Ama…
- Komutanım gereğini yapın…
- Yapıyorum… Erkut’la bacanaksınız değil mi?
- Evet…
- Erkut ve sen; pek çok karanlık yere birlikte gitmişsiniz İsrafil… Yani ben gereğini yapıyorum. Çünkü bana gereğini yapma emri verildi… Şimdi de Erkut’un karısı Berna otopside ve ne ile karşılaştık biliyor musun?  Neyse… Bilme daha iyi…
- Komutanım, ben her şeye açığım…
- Evet, biliyorum her şeye açık olduğunu… Hatta boynuzlu olduğunu da…
- Komutanım…
- Yalan mı, karın kiminle, ne işi var başka bir erkekle? Neden onların evine gittin, neden karını da alıp o evden çıkmadın? Ya da neden hemen boşanma davası açmadın? Karının o heriften hamile kalmasını ve çocuğunu aldırmasını nasıl hazmettin? Devam edeyim mi? Bu şartlar altında ben olsam sen bana ardını döner misin?
- ….
- Çık şimdi. Çık daha fazla gözüm görmesin… Biz milletin ırzını korumaya yemin ettik ama daha sen kendi ırzını koruyamıyorsun… İki bacanak, ikiniz de ırzı kırıksınız…
- Çıkınca bana Erkut’u gönder…

İsrafil dışarı çıktığında hiçbir şeyin gizli kalmadığını fark etmiş ve endişelenmeye başlamıştı. Erkut’u tim komutanının yanına gönderirken Erkut’u uyarmıştı…

-   Beni emretmişsiniz komutanım…
-   Evet Erkut, az önce İsrafil çıktı, İsrafil’i ben defterden silmedim ama üzerini çizmek üzereyim. Seninle ilgili de kafama takılan şeyler var, bana doğruları söyle… Dolandırmadan…
-   Emredin…
-   Berna, merhum eşinin HIV taşıyıcısı olduğunu biliyor muydun?
-   HIV ?
-   Evet HIV?
-   Şey…
-   Sen de de HIV olması gerekir değil mi? Ama yok, neden?
-   Şey…
-   Berna ölmeden önce çok önemli bir pislik ile birlikteymiş uzun bir süre, bir kaç haftadan fazla, biliyor muydun?
-   Hayır, kimmiş?
-   Kızıl…
-   Kızıl mı?
-   Evet Kızıl…
-   Neden şaşırdın, bilmiyor muydun?
-   Bilmiyordum komutanım…
-   Peki diğerlerini?
-  
-   Erkut ve İsrafil, timimde en güvendiğim iki elaman, sırtımı rahatça döndüğüm kader arkadaşlarım… Sizlerde farklı şeyler var… Bunlar çözülünceye kadar tarafımdan açığa alındınız… Resmen değil ama ben sizi gönülden açığa aldım…
-   Şimdi git İsrafil’e de söyle. Sonra gelin hangi pisliğe bulaştıysanız ya bana anlatın ya da başkalarının bulmasını ve rezilliği bekleyin…
-   Komutanım, neden böyle düşünüyorsunuz? Neden bize böyle bir ceza verdiniz? Neden?
-   Bir daha, salim kafa ile düşünün sorduklarımı ve sorguladıklarımı. Anlarsınız… Anlarsınız da bana “anladık” diyemezsiniz…
-   Sana son bir soru daha Erkut, bari buna doğru cevap ver, bir ara tatbikatta arkama baktığımda İsrafil ile senin hedefe değil de başka tarafa yönlendiğinizi fark ettim. O zaman önemsemedim, ama şimdi bu çok önemli hale geldi. Neden Erkut?
-   İsrafil benim arka sağımdaydı ve mermi seslerinin yankısı benim ona doğru bakmama neden oldu. Hedefe değil de başka açıya giden atış sesleri beni o tarafa bakmaya sevk etti…
-   Pekiiii, aslında İsrafil senin önünde olması gerekmiyor muydu? Yani seninle onun yerin, tamamen tersi olması gerekmiyor muydu?
-   Evet, ama ben de pek anlayamadım, birden karıştık işte…
-   Erkut, doğruları söylemiyorsun. Sizler gözleriniz de bağlı olsa bu hatayı yapmazsınız… Ben sizi gece, gündüz, kar, kış, bayram, seyran bana küfrettiğinizi bile bile bu konuda eğitmedim mi?
-   Evet, komutanım ama işte…
-   Anladım Erkut… İsrafil’e de söyle söylediklerimi bir bir… Yarın buradan ayrılıyoruz, sen de ayrılıyorsun. Eşinin naşı adli tıpta seni bekliyor… Biz de katılacağız cenaze törenine, ama ben kader arkadaşın olarak değil mecburiyetten katılacağım…
-   Komutanım, inanın hiçbir ard niyet yok, hiçbir kötü şey yok…
-   Ben anladığımı anladım Erkut astsubayım… Çadırımı terk edebilirsiniz…
-   Emredersiniz…
Yüzbaşı çadırındaki masasına oturdu ve kriptolu telefonunu kullanarak bir numara aradı. Karşısında Binbaşı Cem vardı;
-   Binbaşım…
-   Efendim…
-   Size baştan inanmamıştım, daha doğrusu inanmak istememiştim ama sanırım siz haklısınız. Verdiğiniz bilgileri teker teker yüzlerine söyledim ve sanırım hepsi doğru… Bu nedenle sizden özür dilemek ve size teşekkür etmek zorundayım…
-   Hayır değilsin sevgili kardeşim, için rahat olsun… Ama şu kadarını bil, eğer bir adam bir başkasının hakkı olmayan mevkiye çöreklenmesi için bir başka komutanını göz kırpmadan öldürmeye kalkıyorsa seni haydi haydi öldürür...
-   Nasıl yani, anlayamadım, ne öldürmesi…
-   Bak kardeşim, bu adamlar Çetin GİR denilen alçağın adamları ve onun Genelkurmay Başkanı olması için Hasan TÜRKMENOĞLU’nun yok olması gerekiyordu…
-   Binbaşım siz ne diyorsunuz !?
-   Dediğimi dedim sevgili dostum, beni sev ya da sevme, bana inan ya da inanma: ama doğrular bunlar… Şimdi bu konuştuklarımızı da 1998 Ağustos’una kadar unut... Canın için, evladın, eşin için, bu millet ve devlet için… Sen de sır olarak kalsın. İşin gerçeği bu…
-   Ama binbaşım, elimizdeki silahlar ve menzili?
-   Onları düşünme, orada akıl karıştırıcı bazı şeyler var. Bir keskin nişancı var ortada ama ihale senin timine çıkarılacak şekilde olayı tezgâhladılar… Sen de araştırmalarını buna göre yap, cevaplarını buna göre hazırla…
-   Tamam, binbaşım, anladım sanırım, size nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum.
-   Sevgili dostum, bana teşekkür etme sen görevini huzur içinde yap yeter. Artık senin gibi Harbiyeli pek yetişmiyor. Ben sadece bir Harbiyeliye yardım ediyorum sana değil…
-   Bu daha da büyük şeref binbaşım…
-   Allah’a emanet ol, Harbiyeli !
-   Sağol komutanım…

Yüzbaşı Mirza YILDIZELLİ telefonu kapadığında binbaşının kendisine hiç rütbesi ile hitap etmediğini fark etti. Sonra da gülümsedi, kendi telefonu kriptoluydu ama karşı telefon bir karargâh telefonu… Sonra da kendisini KKTC’deki göreve gelmeden önce ısrarla arayıp, bütün direnişlerine ve hakaretlerine rağmen olası gelişmeleri usanmadan ve sinirlenmeden anlatan binbaşıya ne kadar büyük haksızlık yaptığını anladı. Demek İsrafil’in karısı da bir şeyleri ya biliyordu ya da kadın gerçekten hafifmeşrepti. Sonra Yüzbaşı birden konu ile ilgili aldığı bütün notları paramparça yaptı ve tamamını yaktı, küllerini de çadırının etrafına serpiştirdi…

Aynı saatlerde Orhan Bey ile Binbaşı Cem Kent Otel’de yemekteydiler. Sadık Bey yine onları herkesten uzak bir köşeye almış çevrelerindeki masalara da kimseleri oturtmamıştı.

-   Abi, Yüzbaşı Mirza olayların tamamen dışında. Çocuk sıkı bir Alevi’dir. Bu tezgâhta bir mezhep faktörü yok. Kendilerince belki insanları böyle yönlendirmeye çalışmış olabilirler ama Yüzbaşı Mirza çok sıkı ve dürüst bir delikanlı, daha doğrusu Harbiyeli…
-   Benim araştırmalarım da söylediklerini doğruluyor… Astsubayların da mezhep bağlılığı yok… Demek ki birileri bu işin içine başka şeyleri sokmak istiyor. İşin üzerindeyiz zaten…
-   Abi, Mirza Yüzbaşı bu gün hem şaşkın hem de rahatsızdı ama sanırım bilmesi gerekenleri öğrendiği için de mutlu olmuştur. Hatta beklide “Bu binbaşı da nereden çıktı, kim bu herif, nereden biliyor bütün bunları?” demiştir.
-   Bence de, nereden bilsin senin “Bela paratoneri” olduğunu?
-   Abi, bu arada beni kurtardığın badireler için de teşekkürler…
-   Ne demek oğlum, seni korumayacağız da kimi koruyacağız? İçimizde senin bildiklerinin zerresini bilip de direk bizimle paylaşmayıp bunu dışarıdaki adamlarına para karşılığı pazarlayanlar varken…
-   Vay beee! Devlet görevi ne hale gelmiş… Abi, bundan sonra ne gelişmeler olabilir? Yani o cephe başka şeyler de yapabilir mi?
-   Sanırım bu en büyük ve en son kozlarıydı. Şimdi bir şeyin peşindeyiz ama bizdekiler de bunu bizim gibilerden gizliyorlar. Tetiği çekenin Kızıl olduğunu sanıyoruz…
-   Neee !? Kızıl mı?
-   Evet, Ankara’ya getirmişler, Bolu’da eğitim vermişler, hem de Kanas eğitimi ve biz hiç uyanmamışız? Nasıl oluyorsa? Demek suikast başarılı olamayınca herkes birbirini satmaya başlıyor…
-   Kızıl’ın KKTC’de olduğundan emindim ama bu işe sokuşturulacağını hiç düşünmedim. Ama aslında suikastın başarısız olduğundan anlamalıydık. Demek Özel Kuvvetlerden kendilerine uygun bir keskin nişancı bulamamışlar…
-   Bulmuşlar da farklı amaçlarla kullanmışlar, İsrafil’i ve Erkut’u…
-   Biz de kimlerle dans ediyormuşuz…
-   Oğlum dedim ya sen “bela paratoneri”sin…
-   Peki, onları nasıl kullanmışlar abi?
-   Durum tam net değil, kafamıza takılan pek çok soru işareti var, çözemiyoruz… Ama bu çetenin ne yapmak istediklerini senin verdiğin bilgi ve belgelerle çok seri şekilde çözeceğimizi düşünüyoruz. Bu arada senin o bilgileri silahlı kuvvetler içinde değil de bizimle paylaşman, bizim ekipte sana karşı olan husumeti bir derece azalttı…
-   Sağ olsunlar mı diyeyim… Abi ben o bilgileri size değil, sana verdim. Onlarla işim olmaz benim… Sen olmasaydın, ne ben yaşıyor olurdum, ne de Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU…
-   Sağol evlat, biliyorum…
-   Abi asıl midemi bulandıran protokol çadırında mutlaka olması gerekenlerin olmaması. Esas onları teker teker araştırmak lazım, sormak ve soruşturmak lazım. Yani Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı, Milli savunma Bakanı, KKTC Cumhurbaşkanı… Hepsi de bir şekilde bu işin içinde olmalılar…
-   Büyük oranda evet… Ama daha tam net değil bu söylediklerin. Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU olaydan sonra hepsini teker teker aramış ve “ya tavır koyun, ya da koyacağım tavra karşı durmayın” diye konuşmuş…
-   Peki, sence ne yapacaklar?
-   Başarısız olanın yanında olmazlar, Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU şimdilik bu işi kazandı ama Orgeneral Çetin GİR’i buraya ittirenlerin tavrı ne olur bilemem… Büyükelçi Clark TERRES, dün Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndaydı. Onlar Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’ndan nefret ediyorlar. Bu işin altından hem onlar hem de İsrail çıkacaktır… Bu durumda da bizim şirket, orta malı gibi kıvırıp duracaktır ama eninde sonunda dışarının dediklerini yapacaktır. Ancak, çok önemli bir konu daha var. Eğer isteselerdi Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nu katledebilirlerdi. Ama onlar katledecekleri adama liyakat madalyası vermezler… Bu demektir ki “turbun büyüğü heybede” Yani ondan sonra gelecek olanlar, Orgeneral Çetin GİR’in oraya geçmesi ile gelecek olanlardan daha önemli… Kısaca, dört yıl Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’na sabredecekler sonra da vuslata erecekler… 77nci Kolordu ekibi uzunnnn yıllar görevde olacak anlaşılan…
-   Anlaşılan başımız dertten kurtulmayacak…
-   Eeeee, bu iş böyledir evlat… Sana kim dedi git İsrafil’in karısına çarp sonra da onu sev ve onunla yaşa…
-   Haklısın abi, kader bile diyemiyorum. Dediğin gibi aranan benim…
-   Haydi evlat, bu gece bu kadar konuşmamız yeter… Sen de eve git, her ne kadar biz koruyorsak da Aslı’nın senin korumana daha çok ihtiyacı var…

Cem ile Orhan Bey Kent Otel’den ayrıldıklarında saat 22.00 civarıdır. Cem eve vardığında Aslı’yı yüzü asılmış bir şekilde bulur; Aslı Cem’in kendisini yalnız bıraktığı için çok üzgündür…

B Timi Türkiye’ye gelmiştir. Erkut eşi Berna’yı toprağa vermiş, cenazeye kendilerini pis yollara süren hiçbir üst rütbeli gelmemiştir. Tim komutanı da cenazededir ama söylediği gibi sadece bulunmak adına… İsrafil ile Erkut yaşadıklarını bir kez daha gözden geçirirler. Ne olup olmadığını da tam olarak çözememişlerdir. KKTC’de tatbikat sırasında yaşananlar her ikisinin de aklında tam netleşmemiştir. Aslında suikast adlı adınca kendilerine söylenmemiştir ama suikastın Orgeneral Çetin GİR’in marifeti olduğunu bilmektedirler. Peki, suikast yapılacaktır da neden suikast esnasında Kızıl kullanılmıştır da başkası tetikçi olarak kullanılamamıştır? Neden Kızıl tek mermi atmış ve onu da hedefe isabet ettirememiştir? Hâlbuki Kızıl’a verilen eğitimin ancak dörtte birini almalarına rağmen kendi atışları mükemmel derecededir. Neden? Kızıl görevini yerine getirememiş midir? Yoksa Kızıl bilerek ve isteyerek mi görevini yapmamıştır? Yüzbaşı neler söylemektedir? Neler saçmalamaktadır? Berna’nın Kızıl’la 10 gün civarında birlikte olduğu doğru mudur? Erkut’a karısı neden gösterilmeden gömülmüştür? Her yerden ve her şekilde karşılarına çıkan bu binbaşı da kimdir? Arkasında kimler vardır? Neden kendisine karşı yapılan tüm ortadan kaldırma girişimlerinden kolayca sıyrılmaktadır? Binbaşının Buse ile tanıştırılmasından neden apar topar vazgeçilmiştir? Her ikisi de bu soruların cevaplarınının büyük bir bölümünü vermelerine rağmen olayları bir araya getirememektedirler. İsrafil sonunda patlar…

- Erkut, bu Orgeneral Çetin GİR ile yakınlaştığımız günden bu güne neleri kaybettik farkında mısın? Ne tür pisliklere bulaştık? Hatta her ikimiz de boynuzlandık…
- Evet İsrafil. Ben bile artık beni tanıyamıyorum. Seni de. Berna’yı da, Aslı’yı da…
- Bittik Erkut, bittik. Şimdi kalkıp Yüzbaşı’ya anlatsak bu iş temelli boka saracak. Sussak, gidişimiz yine boka olacak… Ne yapacağımı düşünemiyorum bile…
- İsrafil, bu adamlar eninde sonunda bizi temizlerler. Çünkü bizler B timi elemanı da olsak eninde sonunda astsubayız. Baksana adamlar kimleri temizliyorlar. Bak gel biz bir şey yapalım ve sadece ikimiz bilelim…
- Teklifin?
- Ya yaşadıklarımızı yazıp notere teslim edelim ya da Aslı ile birlikte olan o binbaşıyı biraz araştırıp, karşı tarafın adamı değilse ona anlatalım ve korunma isteyelim…
- Hepsi birbirinden rezil teklifler, kısacası her taraf çıkmaz sokak. O binbaşıya anlatacağımıza bizim tim komutanına anlatsak… Yok, o da olmaz… O da mutlaka başkalarına aktarır…
- İsrafil bak, dikkat et bir Orgeneral’e suikast yapıldı, biz de figüran olarak kullanıldık. Bazı yerlerde de esas oğlan ile esas kız bizler olduk. Bolu’da, bütün belaları biz defetmedik mi? Yarın öbür gün Kızıl’ın orada eğitildiği ortaya çıkarsa Bolu Komando Tümeni’nden bizim oraya sık sık gelip bizi görenler ötmeyecek mi? Sonra sonumuz ne olacak?
- Erkut, gel yurt dışına kaçalım. Elimizde her şey var, para, kimlik, her şey…
- İsrafil, o kimlikleri kullanamayız. Çünkü onlar işaretli, yani izli… Yerin dibine girsek bizi bulurlar. Bilmiyor musun o tür kimlik ve pasaportlarda çiplerin gizlendiğini?
- Haklısın, hem de çok haklısın… Erkut, sanırım başta söylediklerin tek çıkış yolumuz. En azından bizim yaşamamızı sağlar. Gidip binbaşıya da anlatalım ve ona da itiraflarımızı gizlediğimizi söyleyelim. Düzgünse bir şey olmaz, yamuksa en azından itiraflarımızı sakladığımız yeri bulana ya da bizi konuşturana kadar yaşarız…
- Tamam, İsrafil, sen konuş adamla. Bir yerde buluşalım. Ama gelir mi davete bilemem…
- Kaç paralık adammış, yürekli miymiş değil miymiş anlarız… Ben şimdi arayacağım, dua et de mesaide olsun…

İsrafil tereddüt içinde olsa da başka yapacağı bir şeyin olmadığının da farkındadır. Binbaşının iş telefonunu arar.

-   Binbaşı Müezzinoğlu!
-   Binbaşım ben İsrafil…
-   Söyle İsrafil, nedir konu?
-   Sizinle görüşmem daha doğrusu görüşmemiz lazım…
-   Hangi konuda?
-   Çok özel ve çok önemli…
-   Konu Aslı’ysa boş yere zahmet etme…
-   Değil binbaşım, çok önemli…
-   Nerede ve ne zaman?
-   Mümkünse bugün, saati ve yeri siz belirleyin…
-   Tamam, o zaman saat 19.00 da Flamingo Pastanesinde, Selanik Caddesi girişinde…
-   Anlaştık…
-   Bak sana söylüyorum Erkut, bu adamın arkasında çok güçlü birileri var ve biz bilmiyoruz. Adam sevgilisine randevu verir gibi verdi yaaa. Adam bizi pastaneye çağırdı, sanki sevgili görüşmesi…
-   İsrafil, o pastanenin özelliğini bilmiyor olamazsın…
-   Biliyorum da, pastane yaaa…

İsrafil ile görüşen Cem hemen Orhan’ı arar…

-   Abi, kuklalardan biri benimle görüşmek istiyor belki bir değil iki kukla da olabilir. Ama ben onlara pek güvenmiyorum. Flamingo saat 19.00 dedim…
-   Oğlum, öyle şıp diye randevu verilir mi? Ben ne halt edeyim şimdi?
-   Abi, konuştuk, benim arkamda çok büyük güçler var sanıyorlar bunu zedelememem lazım…
-   Anladım da, ben ne halt edecem? Tamam, ben elemanları teker teker oturturum, sen onlardan 10 dakika önce git. Benim elemanlardan hangisi sana yerini verirse o masaya otur, onlarla da o masada konuş…
-   Tamam abi, teşekkürler…
-   Lan oğlum yine başını belaya sokuyorsun…

Cem, Aslı’yı arar:

-   Aslı, canım nasılsın..
-   İyiyim, ya sen?
-   Ben de iyiyim. Ben bu gece geç geleceğim, beni merak etme!
-  
-   Ya dur, vazgeçtim. Hemen çıkıyorum, seni 45 dakika sonra evden alayım, seni bir yere bırakır bir saat sonra da alırım. Yani dışarıdayız bu akşam…
-   Tamam, ben hazırlanıyorum…

İş yerinden çıkan Cem son sürat evine gider. Aslı’yı arabasına aldığı anda, kendi kendine “Ben ne yaptım böyle, ya karşıdakiler dinliyorlarsa…” diye düşünür…

Arabaya bindiklerinde binbaşı rahat bir nefes almıştır. Aslı’ya,

-   Şimdi anlatacaklarımı dinle ve unut olur mu? Neler olup bittiğini bil ama ayrıntıları bile canım. Tamam mı?
-   Tamam, peki, anlat…
-   İsrafil benimle görüşmek istedi bu akşam, konu sen değilsin, başka bir şey. Ben ne olduğunu tahmin ediyorum. Sanırım senin onunla ilgili şüphelerinle ilgili…
-   Gerekten de öyle mi düşünüyorsun? Peki, yardım isterlerse ne yapabileceksin?
-   Bilmiyorum ama ne olduğunu öğrenmek zorundayım…
-   Dikkat et kendine tamam mı, sen beni senin dostlarının restoranına bırak, oradan da görüşmeye git. Sen gelinceye kadar ben orada kalayım…
-   Tamam, böylesi daha iyi…

Cem, Aslı’yı Bahçelievler 7nci Cadde’de dostlarının restoranına bırakır. Oradan da Kızılay’a geçer. Amacı, Flamingo pastanesine girmeden gelenleri izlemektir. Aracını Sıhhiye Orduevi parkına bırakır ve oradan da Selanik Caddesi’ne geçer. Neredeyse 2 saat vardır ve Flamingo’nun karşısındaki bir arkadaşının bürosundan giren ve çıkanı izlemeye başlar… İzlerken, insanların davranışlarının ve hareketlerinin ne kadar da büyük ipuçları taşıdığını düşünüyordur. Aradan 1 saatten fazla geçmişti ki ardı ardına birkaç kişinin, etrafından rahatsız olurcasına ve kaçarcasına Flamingo’dan içeri girdiklerini fark eder. “Orhan ağabeyin adamları” der gülümseyerek… “Gerekli hazıklıları yapsınlar da biz de gidelim”. Arkadaşıyla vedalaşır ve dışarı çıkar. Flamingodan içeri girer, bir süre diplere doğru gider, tam dönecektir ki masada tek oturan bayanlardan biri; “Binbaşım buyrun ben de kalkacaktım” deyiverir.

Cem bayanın Orhan Bey’in adamlarından biri olduğunu düşündüğünden

-   Teşekkür ederim, der ve itirazsız masaya oturur ama bayanın kalkmaya niyeti yoktur.
-   Yalnızız sanırım, ya da şimdilik yalnız…
-   Evet şimdilik…
-   Peki… Ben sabırlıyım, sıramı beklerim…
-   Çok şakacısınız…

Kadın eğilir ve binbaşının kulağına,

-    Şakacı değilim, çok ciddiyim… Umarım ne kadar ciddi olduğumu anlama fırsatınız olur…
-    İyi de kulaktan kulağa iki kişi oynanmaz ki…
-    Ne espri ama. Unutmadan ben kendimi tanıtmadım, siz de tanıtmadınız ama olsun… Ben Buse… Aslında bin bir gece masalı gibiyim ama adımı Masal değil de Buse koymuşlar…
-    Ben de Cem… Buraya sık sık gelir misiniz?
-    Pek sık değil, gerektiğinde…
-    Nasıl yani…
-    Anlayın işte…
-    İyi güzel de sizler genelde Arjantin Caddesi’nde takılmaz mısınız?
-    Aaaa, çapkınsınız da. Ne zaman gördünüz beni oralarda? Unutmadığınıza göre de… Yani…
-    Görmedim sadece tahmin ettim…
-    Şakacı şey sende… Benim zamanım var, peki ya senin?

Binbaşı kadının Orhan Bey’in adamı olmadığına iyice kanaat getirmiştir ama ne yapması gerektiğine karar verememektedir. Buse’den müsaade ister. Buse, sakız gibidir ve masasında oturmakta da ısrar etmektedir. Binbaşı dışarı çıkar ve kapı önünde beklemeye başlar, sonunda uzaktan İsrafil’in yanında bir başkasıyla beraber kendisine doğru yaklaştığını görür ve…

-   İçerisi müsait değildi bir başka yere gidelim mi?
-   Melbo olsa?
-   Tamam uygundur…

Melbo’ya giderler ve herkesten uzak bir köşeye otururlar. İsrafil tanıştırır:

-  Erkut, Aslı’nın merhum kardeşi Berna’nın eşiydi…
-   Başınız sağolsun…
-   Teşekkürler, dostlar sağ olsun…
-   Evet İsrafil, tam 45 dakika vaktimiz var…
-   Peki, sözümü kesmeden dinleyin o zaman…

Her üçü de birer duble rakı söylerler ve meze isterler, İsrafil anlatmaya, Erkut’ta tamamlamaya başlar… Yaklaşık 1 saat 15 dakika sonunda İsrafil,

-   Bu anlattıklarımızı yazdık ve notere teslim ettik, bize bir şey olduğunda Askeri Savcılığa ve Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na gönderilmek üzere. Size gelişimizin sebebi de, bize nasıl yardımcı olacağınızı sormak…
-   O zaman sabredeceksiniz. Bir gün sonra yine burada ya da Flamingo’da buluşacağız. İyi yapmışsınız, itiraflarınızı buluncaya kadar kimse size dokunmak istemez. Zorlanırlarsa sizi kaldırırlar ve öttürmek için işkence yaparlar…
-   Tamam anlaştık… Umarım iyi bir haber olur…

İsrafil ile Erkut masadan kalkıp uzaklaştıktan birkaç dakika sonra, yaklaşık bir saat önce Flamingo’da karşılaştığı Buse binbaşının yanında bitiverir.

-   Tercihlerin mi farklı senin binbaşım? Neden kaçtınız benden?
-   Ooooo izleniyoruz demek…
-   Evet, neden olmasın, canım çekti seni desem…
-   Olabilir ama ben kartlaştım, etim serttir…
-   Ben sert olanları severim…
-   Anlaşılan bu gece oyuncak olarak beni seçtiniz. Ama benim çıkmam lazım. Eşim bekliyor…
-   Eşiniz… Emin misiniz?
-   Evet, ne oldu?
-   Hiçççç, siz bilirsiniz… Belki başka bir gün…
-   Olabilir, dünya küçük…

Binbaşı Melbo’yu terk ederken Aslı ile geldiklerinde sık sık kendilerine hizmet eden garsonu bir köşeye çekip:

-   Bana şu bizim masaya iskele alabanda yapan hatunun bir kaç fotoğrafını çektirsene, yarın senden alırım…
-   Peki komutanım, yarın hazır olur…

Binbaşı garsona yüklüce bir bahşiş bırakır, hesabı da öder ve çıkar. Doğruca Aslı’nın yanına gider. Dostları ile birlikte geç saatlere kadar yemek yerler, sonra da evlerine giderler… Yolda havadan sudan konuştular… Aslı;

-   Ne oldu Cem, tahmin ettiğin gibi miydi?
-   Evet, başları büyük dertte ve onları korumak gerekecek…
-   Ya nasıl bir şey bu, adam senin hasmın, benim eski kocam ve sen bu adamlara…
-   Evet, yardım etmek zorundayım, onların yaşamı için değil, başkalarının yaşamı için çok önemli…
-   İnan seni bazen hiç anlayamıyorum…
-   Boş ver anlamak için zorlama, sadece sev beni ve bana inan, güven… Sıkma canını…
-   Peki aşkım… Peki… Ama korkuyorum, artık yalnız kalmaktan korkuyorum, sen de beni anla…

Cem sabah kalktığında Aslı’nın neredeyse hiç uyumadığını fark eder. Başında oturmuştur ve elinde bir şarap kadehi vardı, yerde de boş bir şişe ile neredeyse dibi bulunmuş bir başka şişe...

-   Aslı!
-  
-   Ne oldu? Neden uyumadın?
-   Uyuyamadım, sanki sen…
-   Evet, ben…
-   Benden bir şeyler mi gizliyorsun Cem?
-   Evet, işimle ilgili konuları saklıyorum ama özeli asla…
-   İş mi özel mi, buna nasıl karar veriyorsun?
-   Aslı, ne oldu birden bire sana?
-   Cevap ver Cem, buna nasıl karar veriyorsun?
-   Bu karar zor değil ki… İşse iş, özelse özel…
-   Peki, buluştuğun kadınlar da mı iş ve özel olarak ayrılıyorlar?
-   Açıkça sorar mısın Aslı, net sor, içinden geçeni sor!
-   Dün gece Flamingo’da bir kadın ile beraber oturmuşsun, sonra da ondan ayrılmış, birileriyle görüştükten sonra yine o kadın senin yanındaymış…
-   Haberalma teşkilatın yaygın ama yanlış bilgiler topluyorlar sanırım…
-   Cevap ver Cem, o kadın nasıl iş olur, nasıl özel olur?
-   Aslı, benim sana dün söylediğim gibi ve İsrafil ve Erkut ile buluşmaya gittim, güvenlik adına şirketten yardım istedim. Şirket de bana “Sana yer verenin masasına otur, orası sağlamdır” dedi. O kadın da bana seslendi ve “Buyrun, oturun” dedi. Ben de şirketin elemanı sandım oturdum. Baktım ki kalkmıyor, bir yanlışlık olduğunu anladım. Ben kalkıp, Erkut ve İsrafil’i de alıp Melbo’ya gittim. Sanırım o da bizi takip etmiş, Erkut ile İsrafil kalkınca, yine yanıma geldi ve sırnaştı, ben de onu orada bıraktım ve sana geldim. Bu kadar… Yani kadın ne iş ne de özel, sadece sırnaşık ve yanlışlık o kadar…
-   Ya dün gece yattık, sen uykuya daldın, beni uyku tutmadı. Bir ara telefon çaldı ben açtım. Arayan bir arkadaşımdı. Olanları izlemiş ve seninle kadını takip etmiş. Bana o söyledi. Ben de kıskandım açıkçası…
-   İyi etmiş aslında ama yanlış yapmış. Anlayamamış, hissedememiş bunun bambaşka bir şey olduğunu, demek ki tam bir kadın değilmiş arkadaşın… Ama teşekkür et, bizi uyarmış oldu. Evet, o kadın boş değil, bir derdi var ama ne?
-   Özür dilerim Cem, birden bire kıskançlık damarım kabardı…
-   Önemli değil Aslı, önemli değil. Ama sana hep söylüyorum, bana inan ve bana güven…

Birbirlerine sarılırlar, evden çıkmalarına daha çok vardır, sevişmeye başlarlar ama Aslı, çok fazla dayanamaz, uykuya dalar. Cem ise, düşüncelere… Aslı’yı uyandırmaz, bir gece önce Aslı’yı arayıp ona geceyi zehir eden arkadaşına telefon eder ve Aslı’nın sayesinde o gün işe gelemeyeceğini söyler. Aslı’nın yanına da büyük bir not yazarak, durumu özetler ve duş alıp evden çıkar. İşyerine gider. Bürosuna gider, oturur. Az sonra yanına birlik disiplin subayı gelir ve kendisine birlik komutanı Korgeneral tarafından gönderilen bir “Savunma”yı tebliğ eder. Binbaşı, ilgili yazıyı imza karşılığında alır ve sarı zarfı açar. Savunmada:

“… Özel Kuvvetler Komutanlığı’nda görevli İsrafil ALTINBAŞ’ın nikâhlı eşi Aslı ALTINBAŞ ile birlikte yaşadığınız, aynı evi uzun süredir paylaştığınız ve kendisinden Fetih Üniversitesi Hastanesi’nde bir çocuk aldırdığınız öğrenilmiştir. Bu konudaki savunmanızı akşam mesai bitimine kadar en yakın amirinize vermenizi rica ederim” yazmaktadır. Altında da birlik komutanı Korgeneral’in imzası vardır…

Cem hemen Orhan Bey’i arar ve kendisine verilen savunmayı ona telefonda okur. Orhan Bey:

-   Sen benden cevap bekle, Hasan Paşam ile konuşur seni ararım, der.

Telefonu henüz kapatmıştır ki Albay Ali Mert yanı başında bitiverir:

-   Cem, sana bir savunma mı geldi?
-   Evet komutanım.
-   Neden haber vermiyorsun bana?
-   Az önce geldi, bir telefon görüşmesi yaptım, şimdi yanınıza gelecektim komutanım.
-   Neler oluyor Cem, hem burada bu birlikte ve hem de Hava Kuvvetleri’nde neredeyse herkes senin düşmanın kesildi, hayırdır, neler oluyor?
-   Çok ciddi bir durum ile karşı karşıyayım komutanım. İstemeden çok büyük bir planın ortasına düştüm. Sanırım bu nedenle…
-   Neler oluyor Cem, benimle paylaşsana…
-   Komutanım, sizinle paylaşırsam, bu da bir şekilde anlaşılırsa sizin de başınız ciddi dertlere girer…
-   İstediği yerden kopsun Cem, ne olacak yani, kıyamet mi kopar?
-   Kıyametten beter desem…
-   Desene pis bir şey?
-   Evet komutanım.
-   Tamam, ne zaman istersen yanındayım. Başın sıkışırsa ara, komutanın olarak da yoldaşın olarak da yanındayım, bunu bil… Haaa, bu arada savunmaya fazla bir şey yazma. Yasalar değişti. Yaşadığın kadın “İffetsiz” olmalı ki sana ceza verebilsinler. “Özel yaşamım” de, imzala, bitsin…

Ali Mert Albay, Cem’in yanından ayrılmıştır. Cem içinden demek “Savunmanın içeriği deşifre olmuş” der…

Savunmasını el yazısı ile yazmaya başlar:
“… Savunmaya konu şikâyet ve/veya ihbarın Aslı ALTINBAŞ’ın eşi İsrafil ALTINBAŞ tarafından yapılmadığı tarafımdan bilinmektedir. Bu durumda, özel yaşantım bana aittir. Ancak, Özel Yaşantım, bu ihbarcı tarafından saldırıya uğramıştır.
Zamanımın çok büyük bir kısmını beraber geçirdiğim ve geçireceğim insanlar konusunda kimsenin benden hesap sormaya ve benden bu hesabı vermeyi istemeye hakkı yoktur. Bu şikâyeti ya da ihbarı her kim yapmışsa, özel yaşamın gizliliğini ihlal etmiştir. Bu durum Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda teminat altına alınmış insan haklarındandır.
Yukarıda belirtmiş olduğum nedenlerle, konu hakkında şikâyetçi ya da ihbarcı olanın savunmasının alınmasını, kimliğinin tarafıma bildirilmesini, konu hakkında tarafımdan Cumhuriyet Savcılığı’na suç duyurunda bulunacağımdan, bu savunmanın bir fotokopisinin Cumhuriyet Savcılığına teslim edileceği bilgilerinize, gereğini emir ve müsaadelerinize arz ederim”. 

Savunmasını imzalar ve bir nüsha fotokopisini alır. Tam bürosundan çıkıp Ali Mert Albay’a savunmasını verecektir ki disiplin subayı olan yılışık ve pislik Üsteğmen kapıda belirir:

-   Binbaşım, özür dilerim. Savunma yazımızı almaya geldim. Savunma “iptal” edildi de.
-   Askerlik çocuk oyuncağı mı üsteğmenim, bu nasıl bir iş? Emri kim verdi, şimdi savunmanın geri alınmasını kim istedi?
-   Ben de size onu söyleyecektim Binbaşım, ben sizden savunmayı geri aldıktan sonra komutanımız sizi odasına bekliyor.
-   Tamam, madem kendisi gönderdi, ben de savunmayı kendisine iade ederim.
-   Ama binbaşım, komutan…
-   Tamam üsteğmenim, size savunmayı geri vermem, ben kendim teslim ederim.

Disiplin subayı Üsteğmen her zamanki pisliği ile yılışarak geri giderken Cem Binbaşı Ali Mert Albay’ın odasına gider. 

-   Komutanım bu reziller, şimdi de savunmayı geri istediler. Bir de beni komutan çağırıyormuş…
-   Haydaaa! Bizim komutan böyle bir şey yapmaz. Hiç vaki olmamıştır. Peki, sen savunmayı geri verdin mi?
-   Hayır vermedim, kendim götürüp vermek istiyorum.
-   Komutan bozulabilir, bu işin sonu kötü olabilir. Keşke disiplin subayına verseydin…
-   Ben izninizle bir yanlarına çıkayım bakayım, durum ne gösteriyor? Orada kararımı vereyim, en iyisi…
-   Tamam, sonra bana uğra ama…
-   Emredersiniz.

Cem Binbaşı, komutanın sekreteri Nevin’in yanındadır. Nevin’in halleri o gün bambaşkadır. Binbaşıya, “Sen şimdi görürsün” der gibi bakmaktadır.

-   Komutanımız içeride sizi bekliyor binbaşım, der.

Cem kapıdan içeri girer, komutana topuk selamı verir. Ve:

-   Beni emretmişsiniz komutanım, der.
-   Geçin içeri binbaşım.

Komutan yalnız değildir, komutan yardımcısı tümgeneral ile kurmay başkanı yalaka Tuğgeneral Veli KURNAZ da yanındadır. Komutan söze başlar:

-   Binbaşım, ne zamandan beri aldığınız savunmaları Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’na haber verir oldunuz?
-   Bu burada ilk savunmam komutanım ve ben kimseye haber vermedim.
-   Peki, kendileri istiareye yatıp mı Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sulhi BÖREKÇİ’yi aradı?
-   Bilgim dışında komutanım.
-   Nasıl bilgin dışı olur binbaşım, savunma sana gönderildi, hem de disiplin subayı ile…
-   Bilemiyorum komutanım ama savunmadan bana gelinceye kadar “Sağır sultan”ın bile haberi nasıl olmuş, ben de hayret ettim.
-   Ne demek bu şimdi?
-   Bana savunma gelmeden, herkes bana bu içerikte bir savunma verileceğini öğrenmiş demek, komutanım. Özel hayatıma müdahale edenlerin ihbarları ile bana verilen savunmadan herkesin haberi var. Yani benim özel hayatım, herkesin dilinde. Türk Silahlı Kuvvetleri’nde böyle bir şey olacağını bir başkası söyleseydi; “Sen ajan mısın, bozguncu musun” derdim…
-   Bu da ne demek böyle?
-   Anayasal haklarıma tecavüz edilmiştir, özel hayatım birileri tarafından izlenmiş ve sizlere bir şekilde ihbar edilmiştir. Sizden de bana bu tür bir savunma gelmiştir. Ama bu savunma bana gelmeden herkes tarafından öğrenilmiştir. Bilemiyorum ama sanırım yeterince açıkladığımı düşünüyorum, komutanım!
-   Bir binbaşının böyle bir ilişkiye girmesi Türk Silahlı Kuvvetleri’ni ilgilendirmez mi diyorsunuz binbaşım? Bize görevimizi mi öğretmeye çalışıyorsunuz?
-   Hayır, asla. Sadece bu büyük bir “Kumpastır” diyorum, komutanım!
-   Kimin kumpası?
-  
-   Size sordum binbaşım, kimin kumpası? Biz de mi kumpasa alet olduk?
-  
-   Binbaşım cevap verin…
-   Bana savunma geldiğine göre, “Evet”, komutanım. Size sadece şunu söyleyebilirim. Bu bilgi kimden size geldiyse bana verdiğiniz savunmada bunu açıklamak durumundaydınız. Unutulmuş olabilir, o zaman bu ihbarın kimden geldiğini bana burada, şimdi söylemeniz gerekir. Çünkü Aslı hanımın eşi size böyle bir ihbarda bulunmamıştır, bulunamaz da.
-   Nereden biliyorsun binbaşım? Bir ihbar var ve çok ciddi bir kaynaktan… Evet, eşi değil ama eşinden gelmediğini siz nereden biliyorsunuz?
-   Biliyorum, bunu size açıklayamam ama siz bana bu ihbarın kimden geldiğini açıklamak durumundasınız. Çünkü ben bunu Sivil Yargı’ya taşımak durumundayım. Ya da siz, bu konu hakkında soruşturma başlatıp, konuyu gerekli kademelere aktarabilirsiniz.
-   Bana işimi mi öğretiyorsunuz binbaşım? Bu ne cür’et?
-   Hayır, asla. Sadece çok ciddi bir hata olduğunu ifade etmek istiyorum. Hatta size bir başka hata daha yaptırıldığını söylemeliyim. Komutan verdiği savunmayı, ilgili kişiye tebliğ ettirdikten sonra kendisi geri çekemez, buna bir üst komutan yetkilidir.

Komutan, çok ters bir şeyler olduğunun farkına varmaya başlamıştır. Binbaşının da kendisine bir şeyler söylemek istediğini ama diğer generallerin yanında bir şey söyleyemediğini hissetmiştir.

-   Binbaşım, benim vaktim çok değerli ama sizden şu görev ve sorumluluklarımı dinlemek isterim bakalım neler yumurtlayacaksınız. Arkadaşlar siz görevlerinizin başına gidebilirsiniz, binbaşımla bizim bir hesabı sonuçlandırmamız gerekiyor.

Tümgeneral ve tuğgeneral odadan çıkar çıkmaz komutan, binbaşıya önündeki koltuğu işaret ederek:

-   Sizi dinliyorum Cem Binbaşım, artık siz ve ben baş başayız. Neler oluyor?
-   Komutanım, olanların ne olduğundan önce size beni ihbar eden sizin yardımcınızdır demek istiyorum. Ya da Hava Kuvvetleri Komutanımız, ama sanmıyorum. Çünkü o elinde bir tümgeneral varken kendisi yapmaz. Bu ihbarın temelinde de çok büyük bir sıkıntı vardır. Kıskançlık…
-   Ne demek şimdi bu?
-   Sekreteriniz Nevin Hanımla beraber yaşayan yardımcınız, beni kendisine rakip görmüş olmalı ki bu yola başvurmuş. Çünkü tümgeneralim sizin sekreterinizle birlikte yaşıyor, evli olmasına rağmen. Ama ben bekârım.
-   İnanmıyorum… Bu iftira olmalı.
-   Hayır, komutanım iftira değil, Genelkurmay Başkanı’nın dahi bu ilişkiden haberi olduğunu düşünüyorum, konudan Kara Kuvvetleri Komutanımız Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nun da haberi vardır, diye düşünüyorum. Eğer izin verirseniz size bu birliktelikle ilgili Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde belge varsa bir nüshasını getirtebilirim.
-   Blöf yapıyorsun binbaşım.
-   Hayır komutanım, isterseniz siz de hemen telefonla Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral TÜRKMENOĞLU’na sorabilirsiniz. İsterseniz, sizin yanınızda ben arayıp kendisine sorabilirim.
-   Hayır binbaşım, gerek yok. Savunmayı bana verin ve bu savunmayı unutun. Ben konuyu araştıracağım. Gerekirse sonra sizi çağırırım.
-   Sağ olun komutanım.

Komutanın kafası allak-bullak olmuştur. Cem komutanın odasından çıktığında tümgeneralin dışarıda sekreterlikte oturduğunu ve disiplin subayının da yanında olduğunu fark eder. Selam verir ve odadan çıkar. Disiplin subayı arkasında gelir ve:

-   Binbaşım, savunmayı…
-   Üsteğmenim, savunmayı komutana teslim ettim. O kadar istekliysen git kendin iste, der ve doğruca Ali Mert Albay’ın yanına gider.
-   Geldim komutanım.
-   Ne oldu, merak ettim?
-   Beni komutan yardımcısı ihbar etmiş, sanırım onu da Hava Kuvvetleri Komutanı kullanıyor. Komutanla konuşmaya gittiğimde onlar da oradaydı, sonra komutan onları gönderdi. Baş başa kaldık, bildiklerimden bahsettim komutana, “Blöf” dedi ama sanırım inandı da, savunmayı kendisine bıraktım, sonra da yanınıza geldim.
-   Cem, neden yapsın tümgeneral bunu?
-   Dedim ya komutanım, tezgâh çok büyük ve çok derin…
-   Anlayamadım ama umarım bir gün bana anlatırsın. Hadi geçmiş olsun… İstersen hemen çık, canın sıkılmıştır senin…
-   Sağ olun komutanım.

Cem binbaşı odasına gider ve Orhan Bey’i arar.

-   Abi, büyük yer bizim komutanı aramış.
-   Evet, yanımdan aradı Hava Kuvvetleri Komutanı’nı…
-   O da bizimkini aramış ama sanırım iş Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan kaynaklanıyor.
-   Evet, sanırım öyle. Komutan seni kara Kuvvetleri emrine çekmek için bir yazıyı Genelkurmay Başkanı’na gönderdi. Yarın emir gelebilir.
-   Ooooo, bu çok iyi. Hem burada kalacağım, hem de Kara Kuvvetleri Komutanı’nın emrinde olacağım, öyle mi?
-   Evet, başka bir arzunuz?
-   Abi çok teşekkür ederim ama sizinle bugün ve hemen görüşmemiz lazım.
-   Yine ne var?
-   Abi balığa çıkalım, olmaz mı?
-   Peki tamam, pehlivan yemeye gidelim...
-   Peki abi, kaçta..
-   Sen hemen çık ben de 15 dakika sonra çıkarım. 45 dakika sonra buluşalım.
-   Tamamdır abi..

Cem birliğinden hemen ayrılır ve Kent Otel’e doğru yola çıkar. Yolda, neler konuşacaklarını düşünerek ilerler. Yaklaşık 35 dakika sonra Otel’den içeri girer ve üst kata çıkar. Cem’den 10 dakika sonra da Orhan Bey Kent Otel’e gelir ve o da her zaman yemek yedikleri yere çıkar. Konuşmaya başlamadan Sadık Bey yanlarında belirir. Siparişi verirler ve Sadık Bey her zamanki gibi onları uzak bir köşeye yerleştirip işinin başına döner.

-   Ortalık karıştı Cem, Hava Kuvvetleri Komutanı Genelkurmay Başkanı’na direniyor. Kara Kuvvetleri Komutanı da bastırıyor. Benim ekip de olayı izliyor, bakalım ne olacak?
-   Bekleyelim abi, ne olursa olsun bana kalırsa iyi olacak. Bu olaydan sonra sanırım bana ilişemezler.
-   Evet, bence de ama biz işimizi sağlama bağlayalım. Eee, ne diyecektin bana?
-   Abi dün akşam Erkut ve İsrafil ile görüşmeye gittim, ben sizin eleman sandım ama kadın sakız gibi bana yapıştı, biz de buluşma yerini değiştirdik. Melbo da görüştük, hatun görüşme sonrası yine yanımda bitti ve bana sarktı.
-   Eee, sen de hiç sevmezsin böyle hatunları…
-   Abi, bu iş normal bir şeye benzemiyor. Kadının fotoğraflarını çekeceklerdi dün, buradan çıkıp oraya geçerim ve yarın da sana ulaştırırım. Ama daha önemlisi Erkut ile İsrafil koruma istiyorlar, itirafları var, notere bırakmışlar, bir nüshasını da bana verecekler. Ne yapabiliriz? Bu akşam benden haber bekliyorlar…
-   Haydaaa… Oğlum bu boyacı küpü mü? Hemen bu akşam…
-  
-   Tamam tamam, bozulma hemen. Biliyorum konunun hassasiyetini…
-   Bu akşam ben aldırayım onları bizim oraya seninle görüştükten sonra ve onların anlattıklarına göre ben gereğini hemen yapayım, ne dersin?
-   Tamam abi, böylesi daha iyi. Direkt kontrolünde olurlar. Bu daha mantıklı.

O sırada masaya aperatif bir şeyler getirir Sadık Bey, yanında pehlivan ve yağlama. Hemen uzaklaşır.

-   Şunları atıştıralım, sonra sen İsrafil ve Erkut’la görüşmeye git. Bitince bizimkiler senden işaret alır almaz onları alırlar ve emanetler bana geçer. Sen de bizim ekibe dünkü hatunun fotoğrafını bu arada verirsin.
-   Anlaştık abi.
-   Peki, bir aksaklık olur da ben bir işaret veremezsem?
-   Ben yine onları alırım, açıklamayı da ben yaparım.
-   İnşallah problem çıkmaz…
-   Hallederizzzz…

Orhan Bey ile binbaşı bir şeyler atıştırırlar. O esnada binbaşının Kara Kuvvetleri Emri’ne atandığını da öğrenirler. Sonra da binbaşı ile Orhan Bey gerekli işlemleri yapmak üzere ayrılırlar. Hesabı Orhan Bey öder, bahşişi de binbaşı bırakır.

Binbaşı görüşme yerine gittiğinde İsrafil ile Erkut’un henüz gelmediklerini fark eder, kendisine bir cappucino söyler. Daha cappucino gelmeden dün kendisine yılışan bayanın sesi ile irkilir.

-   Müdavimlerdensiniz, siz mesai yapmaz mısınız kuzum?
-   Siz de bana abone oldunuz sanırım ama benim böyle bir alışkanlığım yok ne yazık ki…
-   Öyle mi, hiç sanmıyorum, ben erkeği gözünden tanırım…

Cem artık sabrının sonundadır. Kadını bir şekilde buradan göndermek ya da kendisi bir başka yere gitmek zorundadır.

-   Bakın ben evliyim ve sizinle ilgilenmiyorum. Lütfen buna bir son verin.
-   Evli misiniz? Nasıl yani… İnanmammmm…
-   Hanımefendi, beni rahat bırakır mısınız?
-   Tamam, bir şartla. Yarın akşam baş başa bir yemek yiyeceğiz sizinle, ama sadece siz ve ben…

Kadından başka türlü kurtulamayacağını anlayan Cem,

-   Tamam, yarın bu saatlerde burada buluşur sonra da Melbo’ya gideriz, anlaştık mı?
-   Okeyyyy, tamamdır, ben kaçtım. Bu gece senin hayalinle sabahlayacağım…
-   Peki, siz bilirsiniz…
-   Söz mü?
-   Söz…

Kısa süre sonra İsrafil ile Erkut kapıda belirirler ve hemen binbaşının masasına doğru ilerlerler. Orhan Bey’in adamları da etraftaki masalardadır. Garsona sipariş verip konuşmaya başlarlar.

-   Sizleri şirketten çok güvendiğim bir ağabeyime emanet edeceğim, buradan sonra o sizleri aldıracak ve uygun bir yere gidip baş başa konuşacaksınız. Böylesi daha iyi olacak, çünkü o sizi hem koruyacak hem de bundan sonra sizimle direkt ilişkili olacak. Ona güvenin. O her şeyi biliyor.
-   Bakım binbaşım, bizim için bir sorun yok, yani var da yok. Biz bu ülkeyi ve milleti düşünerek bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Yarın KKTC’ye uçacağız, Torodos 22/97 tatbikatı hazırlıkları için. Uçmadan önce bu işi bitirelim diyoruz.
-   Ben de sizin fikirlerinize katılıyorum. Bu gece her şey bitecek. Emin olun ve rahat olun. Bana güvenin. İsterseniz hemen hareketlenelim, zaman dar ve yapılacak pek çok iş olabilir.
-   Peki binbaşım, haklısınız, bir an evvel kalkalım, arkadaşınızla görüşelim, başka çaremiz de yok zaten.

Cem işaret verir, İsrafil ve Erkut ayağa kalkarlar. Etrafta bekleyen Orhan Bey’in adamları onları etraftakilere hissettirmeden yanlarına alıp uzaklaşırlar. Cem hesabı ödeyip kalkar ve Melbo’ya uğramak üzere oradan ayrılır. Melbo’ya gittiğinde bir gece önce, yanındaki bayanın fotoğraflarını çekmesini istediği garsonu sorar. O gün mesaiye gelmemiştir. Telefonları da cevap vermemektedir. Ama arkadaşları, ‘Dün mesaiden ayrılmadan size bir zarf bıraktı Mustafa, beklerseniz size verelim’ deyince binbaşı bekler ve zarfı alır. Sonra da köşedeki bir masaya gidip kendisine sek bir viski söyler. O gün oldukça sıkıntılı geçmiştir. Bir an evvel eve gidip olanları Aslı ile paylaşmak ister. O anda aklına Aslı’yı o gün hiç aramadığı gelir. İçi burkulur. Endişelenir. Viskisini içmeden kalkar ve Melbo’nun telefonlarından birinden evi arar, birkaç seferden sonra telefon açılır:

-   Efendim?
-   Canım, özür dilerim, bugün seni arayamadım.
-   Önemli değil, ben de kalkamadım, işe gitmek için birden kalkınca notunu gördüm ve yine yattım. Az önce uyandım. Kurt gibi acıkmışım.
-   Hadi gel, ben Melbo’dayım. Seni bekliyorum. Atla bir taksiye hemen gel…
-   Yaaa, pek havamda değilim, sadece açım…
-   Tamam, o zaman sen bir şey hazırlama, ben sipariş veririm. Eve geliyorum…

Cem telefonu kapatır ve hemen Kent Otel’i arar:

-   Sadık Bey!
-   Kim arıyor?
-   Cem, Binbaşı Cem…
-   Bir dakika lütfen…
-   Buyur binbaşım…
-   Sadık Abi, bizim eve iki kişilik uygun bir şeyler gönderebilir misin? 45 dakika içinde…
-   Tamamdır binbaşım, hazırlatır gönderirim.
-   Teşekkürler Sadık Abi…
-   Ne demek binbaşım, iyi akşamlar, sağlıcakla…
-   Sağol Sadık Abi, harikasın…

Masasına gitmeden çıkmak ister ama kepi masada kaldığından o taraf doğru yönelir ki, o kadının kendi masasında kendisinin sadece iki yudum aldığı viskiyi içmekte olduğunu fark eder. Yanına yaklaştığında, kadının kepiyle oynadığını da görür.  

-   Hayırdır hanımefendi? Masamda, içkim sizde, kep elinizde, hatta göğsünüze sokulu vaziyette? Hayırdır?
-   Yarın akşamın provası diyelim…
-   Siz usanmaz mısınız? Nedir derdiniz? Yarın akşam sözleşmemiş miydik?
-   Olsun, sizi bir kez daha görmek istedim, o kadar…
-   Ben kepimi alıp gidiyorum, eşim bekliyor, siz devam edin…
-   Heyyy binbaşım, bu gece bir şey yapmayın, yarına saklayın…
-   Neyi?
-   Anlamadınız mı? Hadi canımmmm, anlamış olmalısınız… Bu arada, kapıdan girer girmez bana sahip olmalısınız, yoksa kilitlenebilirim… Frijit oluveririm…
-   Ohooo, siz şimdiden nerelere gelmişsiniz, ben size sadece bir yemek sözü verdim. Gerisini siz başkalarıyla uygularsınız.
-   Bu arada, dünkü fotoğraflarım net çıkmış mı?
-   Ne?
-   Dünkü fotoğraflarım, net mi? Çok iyi pozlar vermiştim, yarın fikrinizi öğrenirim…
-   Ne fotoğrafı, anlayamadım?
-   Anladınız, anladınız… Size yarın daha ilginç pozlar veririm, hadi siz eve gidin…

Binbaşı kadının attığı zarfı görmemişçesine hareket eder, elindeki fotoğraflar bulunan zarfı iyice tutar ve orayı terk eder. “Demek hatun fark etmiş” der. Kapıdan çıkarken, karşıdan kendisine doğru gelen genç bir kız:

-   Orhan Bey’e bir notunuz varmış; deyince içinde fotoğrafların bulunduğu zarfı kıza verir ve doğruca Kent Otel önünde park ettiği aracına gitmeden taksi ile eve geçer.

Evin önüne geldiğinde, büyük bir heyecanla kapıyı açar ve içeri girer. Aslı şaşırmıştır:

-   Ne o yüzü bembeyaz, ne oldu sana böyle?
-   Aslı ben, birdenbire içime bir kurt düştü, sana bir şey oldu sandım…
-   Bak işte karşındayım Cem, bir şeyim yok. Bak içeride Bahar da var, oturuyoruz.

Cem içeri girdiğinde, Bahar’ı tanıdığını anlamıştır, Buse ile ilk karşılaştıkları gün etrafında defalarca gördüğü o güzel bayandır, hem de çok güzel…

-   Sanırım ben tanıyorum Aslı, Buse ile görüştüğüm ilk gün etrafımda pek çok kez görmüştüm. Demek o arkadaşın Bahar Hanımmış…
-   Yanlış görmüş olmayasınız Cem Bey!
-   Hayır, yanılmış olamam. Çünkü çok dikkat çekecek kadar güzel ve bakımlısınız…
-   Cemmm, bari benim yanımda…
-   Ne demek senin yanında Aslı? İçimden geçeni açıkça söyledim ve özellikle de senin yanında söyledim. Yani senden sonra, sen mutfaktayken Bahar Hanıma aynı şeyleri sen duymadan söyleseydim, doğru olur muydu?
-   Doğru söylüyorsun Cem. Bak Bahar, işte çok merak ettiğin kişi ve tavırları…
-   Memnun oldum ve teşekkür ederim Cem Bey, iltifatınız için de ayrıca teşekkür ederim.
-   İltifat değildi, gerçekleri söyledim. Ama bir başka gerçeği daha ifade etmeliyim: Hiçbir şey göründüğü gibi olmayabilir…
-   Şimdi bu bana iğneleme mi?
-   Yoooo, sadece aklıma geldi, o kadar. Aslı bana, Buse ile olan görüşmeleri sizin söylediğinizi söylemedi, ben de ona ‘Kim söyledi?’ diye sormadım. Çünkü Aslı’nın her şeyden haberi olmalıydı, doğrusu da buydu ama iş ile olanlardan yeterince, özel olanlardan ise tamamen…
-   Desenize, siz de tipik erkeklerdensiniz…
-   Öyle diyorsanız öyle olsun… Ben izninizi istiyorum, bir duş almam gerek. Bugün oldukça sıkıntılıydı, siz rahatınıza bakın. Bu arada tanıştığımıza memnun oldum. Bir gün sizi ailece de bekleriz…
-   Ben, tekim, yalnızım ve ailem yok Cem Bey, aslında var da yok, bir eşim var ama yüzünü bile zor görüyorum. Annem ve babam da yok, kardeşlerim de. Çocuğumuz da yok…
-   Özür dilerim, densizlik ettim. Bağışlayın…
-   Önemli değil, nereden bileceksiniz ki?
-   O zaman şöyle düzelteyim; bu ev de sizindir, her zaman için bu kapı açıktır size. Gece, gündüz, ne zaman olursa…
-   Neden Cem Bey? Benim ne özelliğim var?
-   Aslı’yı benim Buse ile olan birlikteliğim konusunda uyardığınız ve bunu da dürüstçe yaptığınız için…
-   Ne diyeceğimi bilemiyorum ama benden bıkabilirsiniz sonra…
-   Hayır Bahar Hanım, sizi burada görmek bizi sadece mutlu eder… Özellikle de, inşAlah olmaz ama zor ve kötü anlarınızda ilk bizi aramanız bizim için çok önemli, çünkü biz öyle dostunuzuz…
-   Teşekkürler, çok net bir davet bu, çok da hoş…
-   Hadi bana müsaade bayanlar…

Cem salondan ayrılınca Bahar:

-   Aslı bu nasıl bir adam? Bunu nasıl buldun? Müthiş etkilendim, aslında hem bana dersimi verdi hem de beni aldı en tepelere çıkardı…
-   Sana söylemiştim Bahar, ben onsuz yapamaz oldum, o olmayınca yaşam duruyor gibi…
-   Vallahi haklısın, şu an binlerce tokat yemiş gibiyim ama aynı zamanda da kendimi bir prenses gibi hissediyorum. Kıskandım seni, hem de çok…
-   Kıskanma Bahar, elbet bir gün, sen de beklediğinden daha da mutlu olursun…
-   Ben mi? Sanmıyorum Aslı… Hem de benimkiyle… Aslında sana anlatmak istediğim o kadar çok şey var ki, anlatırsam seni de üzmüş olurum ve sana haksızlık yapmış olurum diye anlatmıyorum…
-   Bahar, ne zaman istersen ben hazırım. İstediğin zaman gel bize, eğer istersen benim evimde de kalabilirsin, anahtarı sende…
-   Sağ ol canım, biliyorum, teşekkür ederim. Senin evinde kalmak değil, burada sizinle beraber olmak isterim zaman zaman…
-   Bu ev senin, ben de söylüyorum…
-   Teşekkürler Aslı biliyorum, teşekkürler. Peki, bu arada kimmiş o Buse?
-   Cem de bilmiyor, dostları araştırıyor, o kadını hiç gözü tutmamış Cem’in…
-   Ama Aslı, sana bir şey söyleyeyim mi, kadın belki güzel değil ama çok alımlı, çok çekici, bakışları çok fettan, sen yine de dikkatli ol…
-   Bahar, ben Cem’den çok eminim, o kadın Cem’in koynuna girmeye kalksa, Cem onu rezil eder, sıpıtır atar…
-   Bu kadar güveniyorsun yani…
-   Evet, inanıyorum da… Etrafında öyle kadınlar var ki, umurunda bile olmuyorlar…
-   Demek bu kadar eminsin…
-   Evet…
-   Bilmiyor değil mi benim Nedim Tümgeneral’in eşi olduğumu? Sakın söyleme ona. Belki bana söylediklerini geri alır…
-   Söylemedim Bahar ama sorarsa saklayamam. Sen de merak etme, o herkesi ayrı kapta ölçülendirir. Eğer sana “Evim senindir” dediyse eşin ona ne yaparsa yapsın tükürdüğün yalamaz o, sen dert etme!
-   Tamam Aslı, anladım. Nedendir bilmiyorum ama söylediklerin bana da ters gelmiyor… Ama sana bir sır, eşimin dosyaları arasında seninkiyle ilgili bir ÇOK GİZLİ dosya vardı o uyuklarken bakmıştım ki çok uzun zaman oldu, o gün Buse ile buluşanın o resimlerdeki kişi olduğunu yani seninki olduğunu anladığım için takip ettim. O dosyadaki ayrıntılar, çok müthişti, o zaman ben bile “Bu nasıl bir adamdır?” diye merak etmiştim. Çıka çıka senin sevgilin çıktı…
-   Neler gördüğünü ve okuduğunu sormuyorum sana Bahar, sen anlatman gerekenleri bana zaten aktarırsın, ama neden merak etmiştin o zaman o subayı?
-   Yaşamından bahsediyordu, ilişkilerinden, yaptıklarından, tercihlerinden, hemen her şeyinden, mutsuz ve yapayalnız bir kadın olarak öyle bir adam hayal etmiştim, dosyadaki oydu…
-   Anladım sanırım…
-   Bana müsaade Aslı, Cem Bey de yorgun… Ben kaçıyorum, yarın mesaide görüşürüz…
-   Kal Bahar, nasılsa eşin de yok burada, kal…
-   Daha ilk günden yakışık almaz Aslı ama hafta sonu sizdeyim…
-   Tamam, mutlaka bekliyorum…

Bahar evden ayrılır, Cem salona geçer ve Aslı’ya;

-   Baharı ne kadardır tanıyorsun Aslı?
-   İşe girdiğimden beri, yani yaklaşık 13 yıl oldu. Aynı bölümdeyiz. Çalışmasına gerek bile yok ama işte…
-   Peki, ne kadar tanıyorsun? Eşi kimdir? Nedir aralarındaki sorun?
-   Cem aslında, ben sana söylemeliydim daha önceden…
-   Neyi?
-   Eşin kim olduğunu, ama aslında birden gelişti olaylar ve ben de söyleyemedim...
-   Nasıl yani?
-   Cem, Bahar’ın kocası Tümgeneral Nedim KILIÇ…
-   Nee?
-   Evet, Tümgeneral Nedim KILIÇ…
-   Vah zavallı kadın vah, vah Cem vahhhh, vah Aslı vah…
-   Ne oldu Cem?
-   Aslı bunun kocası bizim komutanın yardımcısı ve seninle benim birlikteliğimi komutana ihbar eden alçak, aynı zamanda da pezevenk ve hatta kodoş…
-   Cem, nasıl sözler onlar?
-   Aslı, bu adam Korgeneral’in sekreteriyle ve fuhuş çetesinin aracı pezevengi, sevgilisini bile peşkeş çekiyor…
-   Bundan nasıl emin olabilirsin Cem?
-   Aslı, ben her gün bunların içindeyim, bugün ben eve gelemeyebilirdim, hapiste olabilirdim bu şerefsiz tümgeneral yüzünden, bu maşa yüzünden… Bugün yaşadıklarımı sana bir anlatsam…
-   Anlat o zaman Cem, anlat…

Cem, Aslı’ya o gün yaşananları ayrıntılarıyla anlatır, evveliyatıyla birlikte… Aslı duydukları karşısında adeta şoka girmiştir. Son derece de endişelidir.

-   Peki, ne yapmayı düşünüyorsun Cem? Sanırım sen ve seninle birlikte ben ve hatta kızın hepimiz namlunun ucundayız…
-   Sen rahat ol, sen de kızım da uzak koruma altındasınız, ben de başımın çaresine bakarım. Rahat ol… Güven bana, inan bana…
-   Ben nasıl rahat olurum Cem? Benden bunu nasıl istersin? Senin yaşamın benim de yaşamım, sen her gün…
-   Aslı, korkma diyorum, inan bana…
-   Peki, sen ne dersen de, benim rahat olmam mümkün değil ama Bahar ne olacak?
-   Ne olacak, eskisi gibi olacak..
-   Yani, değişen bir şey olmayacak mı bu bilgilerden sonra…
-   Hayır Aslı, benim problemim eşiyle, Bahar’la değil… Sonra Bahar ile sen arkadaşsın, ben ise onu seninle tanıdım. Bundan sonrasını ayarlamak senin işin. Vereceğim karara saygılıyım, sonuçlarına da…
-   Ama bu çok büyük bir sorumluluk…
-   Aslı, benimle paylaş diyordun; paylaştım. Bana da sorumluluk ver diyordun; verdim… Ama sana bir sır, “kaçma” kaçtıkça bela üstüne gelir, üstüne üstüne git!
-   Peki, bu hafta sonu bize gelebilir mi?
-   Sen evet diyorsan evet, neden olmasın?

Bahar evindedir, eşi yine yoktur. Yatak odasına gider, soyunur ve banyoya girer, saatlerce sıcak suyun içinde kalır, aynı anda da Aslı’yı ve Cem’i düşünmeye başlar. Bir süre sonra Aslı düş dünyasında tamamen yok olur sadece Cem ve Bahar kalır… Dosyasını gördüğünden bu yana, Cem Binbaşı ile tanışmaya can attığını kim bilebilir ki… Cem Binbaşı’nın fotoğrafını Aslı’nın cüzdanında gördüğünde, şoke olduğunu kim düşünebilir? Cem ve Aslı, o dosya ve hayalleri… Banyoda ne kadar kaldığının farkında bile değildir Bahar… Saatler geçmiştir, bir anda içeriye eşi girer, Bahar’a gülümseyerek:

-   İyi geceler sevgilim, nasılsın? Aşağıda bir saate yakın oturduk Veli Paşa’yla, hizmetçi senin yukarıda olduğunu söyledi. Veli Paşa çıkınca ben de merak ettim…
-   İyiyim, biraz yorgundum, dinleniyordum…
-   Tamam sevgilim, yemek hazır, istersen üzerine bir şeyler al, gel, birlikte yeriz…
-   Tamam geliyorum…

Bahar, banyodan çıkar, kurulanır, saçlarını büyük bir havlu ile sarar, üzerine de bir şeyler alır ve aşağıya iner. Eşi yemek masasında değildir, telefonla konuşmaktadır:

-   Evet komutanım, bizim komutan başaramadı, icabına bakamadı, binbaşı da çok güçlü, malumunuz olduğu üzere akşam saatlerinde Kara Kuvvetleri kadrosuna geçirdiler göz göre göre, çok sıkıldım ama ne yapabilirim ki…
-  
-   Hayır komutanım, affedin, onu söylemek istemedim, özür dilerim. Ama komutanım, ben komutan olacaktım ki, şimdi kodesteydi o Cem denen binbaşı, gün yüzü göstermezdim ona…
-  
-   Arkasında kimler var bilemiyorum ama adam kendinden çok emin, çok da küstah ama mesleğinde çok bilgili, bugün hepimizin önünde bize nutuk attı ama biz sadece seyrettik… Ben komutan olsaydım konuşturmazdım bile, direkt yollardım kodese alçağı…
-  
-   Emredersiniz komutanım, biz yılar mıyız hiç, o olmazsa başkası olur, başka şeyler olur, elimizden geleni ardımıza koymayacağız…
-  
-   Neee! O görüntüler elinizde mi komutanım?
-  
-   Fitnetullah Hoca Bey’den mi geldi?
-  
-   Komutanım, siz… Nasıl desem, Fitnetullah Hocebey’i bile…
-  
-   Emredersiniz komutanım, adam nasılsa zampara, birinde olmazsa birinde düşecektir…
-  
-   Bir emriniz var mı komutanım?
-  
-   Emrinizdeyim komutanım…

Arayan Çetin GİR Paşa’ydı. Şu herifin işini bir bitirsem kesinlikle Korgeneralim, hem de bu Ağustos’ta…

-   Nasıl olacak, umut yok diyordun bir aralar?
-   Yooo, durumlar değişti. Çetin GİR beni ekibine aldı. Şimdi de bir görev verdi, bir puştun kellesini almayı, herif zampara ama ne yaparsak yapalım, adamı denk getiremedik. Bir yerlerden haber alıyor ve bizi bize kırdırıyor… Ele avuca sığmaz biri, arkasında büyük bir güç var ama kimler, bilmiyoruz… Çetin GİR ABD değil, İsrail değil, İngiltere, Fransa, Almanya değil diyor… Ruslar hiç olmaz ama kim?
-   Yani bir adamla başa mı çıkamıyorsunuz? Kimdir bu general midir nedir?
-   Yok, kıçı kırık bir binbaşı…
-   Kıçı kırık değil ki bir şey yapamıyorsunuz?
-   Nasıl biri bu binbaşı?
-   Kurmay. Akademiyi kazandı, hakkını elinden aldılar. AYİM (Askeri Yüksek İdare Mahkemesi) de dava açtı, davayı kazandı, kurmay oldu geldi. Tam bir bela, adı da Cem…
-   Peki o binbaşı, sizler general ama bir şey yapamıyorsunuz öyle mi?
-   Maalesef…
-   Güzel kadın hastası, asla bırakmaz peşini ve mutlaka bir gün amacına ulaşır. Ama oldukça da zeki ve donanımlı. Kolay değil yani, alaşağı etmek…

Bahar olmayacak şeyleri üst üste yaşıyordur. Kocasının bir teklifi ile irkilir…

-   Seni görse, senin peşinden asla ayrılmaz…
-   Yani, bu Cem Binbaşı ile sen ilgilen demek mi?
-   Neden olmasın?.. Bak ben korgeneral olurum, sen de daha rahat edersin. Sonra orgeneral, sonra da kuvvet komutanı…
-   Nedim, ne dediğinin farkında mısın? Bana ne teklif ettiğinin…
-   Ya Baharcığım, gençsin, güzelsin, senin de…
-  
-   Neyse, sonra konuşuruz, yemek yiyelim…

Bahar eşi ile o gece, eşi yatana kadar hiçbir şey konuşmaz. Eşi yatmaya gider ama Bahar salonda kalır, kasetçalarda çalan romantik ezgiler eşliğinde hayallere dalar. Kendi kendine; “Ne vardı Aslı ile birlikte olmasaydın Cem. Ne olurdu sanki? Bak benim pezevenk, beni sana peşkeş çekiyor, ben de seni düşlerken hem de…” Bahar salonda uykuya dalar, hizmetçinin üzerine battaniye örttüğünü bile fark etmez. Rüyasında Cem’in sevgilisidir. Sabah uyandığında, eşi işe gitmiştir, uyku mahmurluğu ile Cem ile rüyasında yaşadıklarını düşünür, ama sonra da Aslı’yı düşünüp utanır… Sonra birden bire; “Yemedik ya !..” deyip, uyanık düşlerine devam eder… Sonra da “Hafta sonuna iki gün var, yarın ve öbür gün. Cuma gecesi onlara giderim, üç gece birlikte oluruz. Bakarsın…” Bahar düşüncelerinden utansa da aynı zamanda Cem’i kendisiyle düşlemekten memnundur…

İş yerinde Aslı ile karşılaştıklarında, başlangıçta Aslı’nın yüzüne utana sıkıla bakar ama sonra ona da alışır. Hatta Aslı’ya;

-   Cuma gecesi birlikte dışarıya çıkar mıyız?
-   Neden olmasın ama nereye?
-   Bir şeyler içelim ya, çok stresli günler geçiriyoruz, ben de sizler de…
-   Oluurrrr, ben Cem’e söylerim…

Bahar bütün gün işyerinde o geceyi ve sonrasını kafasında kurgulamaya çalışır, düşünür, hayallere dalar, akşamın nasıl olduğunu bile fark etmemiştir. O gece eşiyle konuşmalıdır.

Cem sabah uyandığında Aslı’yı da uyandırır ve birlikte banyoya girerler, birden birbirlerini çok istediklerini fark edip küvette sevişirler. Aslı, Cem ile sevişirken, Cem’i Bahar’dan kıskanmaya başladığını fark eder. Bu kıskançlık sanki onu başka bir kadın yapmıştır. Banyodan çıktıklarında;

-   Aslı, neden dün gece sevişmedin benimle, az önce o kadar istekliydin ki…
-   Dün gece değil, banyoya girince birden oldu…
-   Ama daha önce…
-   Evet, farkındayım Cem, sanırım…
-   Sanırım…
-   Bahar’ı senden kıskanmaya başladım.
-   Bahar’ı benden neden kıskandın ki?
-   Bir kere benden güzel her şeyiyle, sana hayran ve sana bakarken yakaladım birkaç kez, seni yer gibiydi…
-   Tek taraflı ne olabilir ki Aslı, sen benim kadınımsın, o değil…
-   Olsun Cem… Kadın hissi işte…
-   Sıkma canını… Şimdiden söylemeliyim, ben bu akşam Buse adındaki o kadın ile görüşeceğim, biraz geç kalabilirim. Sen istersen Bahar’la birlikte bir yerlere git, ben de işim erken biterse oraya gelirim.
-   Cem !?
-   Efendim…
-   Bitsin artık bu kadınlarla buluşmalar, bitsin artık bu gizemli yaşam, seni şimdiden özledim, özlettirme kendini Cem.
-   Ben de aynı şeyleri istiyorum Aslı… Ben de aynı şeyleri istiyorum. Emin ol…Unutmadan bu gece sakın Baharların evine gitme, dışarıda olun…
-   Neden?
-   Bahar’dan değil eşinden şüpheleniyorum ve sanki Bahar’ı da kullanmaya çalışıyor o pislik…
-   Tamam, biz Kent Otel’e gideriz, orada gece kulübünde sanat müziği dinler yemek yeriz… Allah’tan da orası var, ailelerin aklı başında insanların gidip eğlenebileceği, müzik dinleyebileceği pek bir yer kalmadı Ankara’da…
-   Haklısın, iyi olur. Ben Sadık Bey’e haber veririm, gittiğinizde yeriniz hazır olur…
-   İyi olur Cem…

Cem ile Aslı evden birlikte çıkarlar ve Bahçelievler 7nci Cadde’de birlikte kahvaltı yaparlar. Cem, Aslı’yı işyerine bıraktıktan sonra kendi iş yerine gider. Gece baktığı fotoğrafların sonucunu almak için Orhan Bey’i arar.

-  Orhan Abi, nasılsın?
-  Teşekkürler Cem, oğlum sen bela paratonerisin, artık bu kesin…
-  Haydaaa, ben sana söylüyordum şimdi sen bana söylüyorsun…
-  Oğlum bu zilli Çetin GİR ekibinin bir numaralı motoru, senin başına musallat etmeleri ise hiç de hayra alamet değil… On gün öncesine kadar temiz, zührevi hastalıklar açısından da virütik hastalıklar açısından da… Geçmişte bankacılık yapmış, eşi de kendisinden 15 yaş büyükmüş, Elazığ-Palu’lu. Buse, İstanbul doğumlu,  aslında ailesi ona Buse değil Zeynep diyorlar ama nüfusuna Buse yazdırmışlar. Bir oğulları var Kerem. Buse, kocası Orhan kendisini komşusu olan bir kadınla aldatırken görünce o gece evden ayrılmış, uzun süreli bir boğuşma sonucu boşanmışlar. Adam şu an Ukrayna, Odesa’da “beyaz” işi yapıyor, Türkiye’de de hem taşıyıcılık hem de para aklama işi yapmış. Ama benden sana tavsiye hatuna dikkat, anarşist ve protest bir hali olduğundan söz ediliyor. O da işini yatakta görenlerdenmiş…
-  Peki abi, teşekkürler. En zayıf tarafı nedir?
-  Onu ezmelisin, ak dediğine kara demeli ve o konuda ısrar etmelisin. Restini rest ile görmelisin. Son olarak sado-mazoşist olduğu söyleniyor. Sakın ola ki klasik sevişme sırasını uygulama, sert ve aniden olmalı, aksi takdirde askıda kalabilirsin. 
-  Anladım abi, teşekkürler… Peki, öyle bir durum olmaz diyorum ama olacak olursa?
-  Evine götürmüyor, senin evine de gelmez. Birlikte yola çıkıyorsun ve güya ilk gördüğü otelde seni hallediyor diyelim. Ona göre… Otele hayır dersen, arazide, çevresi kalabalık bir yerde araba içinde ya da yakalanma ihtimali olan bir yerde, otoparkta falan araç içinde…
-        Abi bu kadar ayrıntı varsa, biz kaçıncı olacağız düşünemiyorum bile...
-        Boş ver oğlum, bence asla yatma derim, hatta diren ve yalvart derim, çünkü hatun seni yatağa atamazsa tam istediğin kıvama geliverir…
-        EyvAllah abi… Başım sıkışırsa ararım..
-        İş üstünde arama da…
-        Yok, daha neler…

Cem telefonu kapatıp düşüncelere dalmıştır ki yanında Perihan belirir, Cem’in düşünceli haline bakıp;

-       Binbaşım hayırdır, bu gece sırada kim var? Belalı anlaşılan kara kara düşünüyorsun da…
-       Yok be Perihan, belalı ama derdim yatağa atmak değil, atmadan delirtmek ve çözmek…
-       Bana yaptığın gibi mi?
-       Perihannn… Biliyorsun…
-       Biliyorum, biliyorum. Bize gelince na nay… Millete gelince Üçüncü Ahmet Çeşmesi, sanki hayrat…
-       Ya Perihan duyan olsa…
-       Duyarlarsa duysunlar binbaşım, ben de anlayamıyorum. Ben de seni çok istiyorum ama bazen da düşünemiyorum bile… Kilitleniyorum…
-       Al benden de o kadar Perihan, bence böyle devam etsin…
-       Peki kim?
-       Bir hatun, Nevin’den de yosma ve çok ünlü, Orgeneral Çetin GİR’İN bir numaralı motoru…
-       Sen motora binmeyi seversin, hız da yaparsın, sonunda bakarsın motoru patlar karının, yol kenarına bırakırsın…
-       Bizim motor elden çıkmasın da…
-       Yok be binbaşım, Nevin senden sonra günlerce kıçının üstüne oturamadı, Gülay da öyleydi…
-       Günahımı alma Perihannn…
-       Neyse sen anlat bakalım nasıl biri…
-       Kıvırcık saçlı, 170 civarı, buğday tenli, elleri güzel, dudakları da etli sayılır, deri pantolon ya da strech deri etek giyiyor, daracık, kızrmızı bir bluz ve genelde tek tüy küpe kullanıyor. Burnu biraz iri ve hafif kemerli, balıketli diyebiliriz. Göğüsleri orta boy, anarşist, protest, ukala, iddialı, kulak memeleri yapışık, sertlikten hoşlanan biri… Adı Buse…
-       Ohhhh, tam motora düşmüşsün sen binbaşım… İşin zor ama imkânsız değil. Şaka şaka, bizim buradakilerle yarışa girdiğine göre buna da biner, benzini bitinceye kadar sürer sonra inersin. Ardından gelsin yeni motor…
-       Maşallah birden profesör kesildin…
-       Anlattığın hatun aslında çok kolay ama çok hırçın; deli kediler gibi, okşamasını bilirsen mırıl mırıl yoksa elini, yüzünü dalar bu karı… Bana kalırsa, odaya girer girmez, ya da arabayı durdurur durdurmaz dal hem de en son noktaya. Sakın vakit geçirme okşamayla falan… Anlattığın hatun, tek onun dilinden anlar sanırım…
-       Ya sen de sanki 40 yıllık zampara gibisin, nereden çıkardın bunları?
-       Binbaşım, geç başladık ama hızlı yol aldık. Bak bizim burada da böyle bir hatun var, Gül, sanki aynı o…
-       Şu üst kattaki mi?
-       Ooooo, demek farkındayız…
-       Farkındayız ama hiç yıldızlarımız barışmaz, beni pek sevmez…
-       Sen öyle olduğuna bakma, sana diş geçirememiş de naza çekiyor, senin ona asılmanı bekliyor. Asılırsan çanına ot tıkar, elinde kalır her şey; ama eğer onu bir gün bir köşede sıkıştırıp beklemediği bir şey yaparsan senin peşini bırakmaz.
-       Ya Perihan, şu muhabbete bakar mısın? Burası askeri birlik mi yoksa randevu evi mi işler karışıverdi..
-       Eeee, olacağı buydu, Çevik BİR ve avanesi kabul gördükçe yakında kerhane bile olur buralar binbaşım… Millet senin gibi değil ki, görevi gereği hatunlarla tıngırdasın…
-       Haklısın, ben buraya gelmeden önce…
-       Hadi hadi binbaşım, biz senin yüzbaşılığını da biliyoruz, üsteğmenliğini de, teğmenliğini de…
-       Ne biliyorsun kız?
-       Vallahi ben hatunların yalancısıyım, diyorlar ki kafaya koyarsa, işi bitirir, yeter ki kafaya koymasın… Ama ilave de ediyorlar, eğer namuslu olduğunu anlarsa asla sarkmaz…
-       MİT bile sizin gibi çalışmıyor kız…
-       Kimin İT, kimin MİT olduğunu Allah bilir binbaşım…
-       Sen de haklısın Perihan…
-       Binbaşım, aynı şeyi tekrarlayayım. Sert ol, baskı altına al, ez, hırpala, hem de çok hırpala ve asla ön sevişme, öpüşme muhabbetine girme, direk dal !

Mesai bitmiştir, binbaşı arabasıyla Kızılay’a gelir, Kumrular Sokak’ta park eder, oradan da Melbo’ya geçer. Her zamanki yerine oturmak üzere ilerlemektedir ki karşıda kendi yöneldiği yerde oturmakta olan Buse’yi farkeder…  Yanına gider, göz göze gelirler. Buse istifini bile bozmaz. Kadehinde kırmızı şarap vardır, epey erken gelmiş olmalıdır, çünkü konuşmasında sarhoşluk belirtisi hayli fazladır. Konuşmaya başlar;

-       Hakkımda MİT’ten de bilgi aldın, kim olduğumu da biliyorsun,  aslında benimle ilgili her şeyi de… Ben de hazırlıklıyım, iç çamaşırı giymedim, söylenenlerin aksine evimi ve yatağımı da hazırladım. Yemeğimizi de benim evde yeriz. Sonra da sabaha kadar sana geyşa olurum…
-       Sen işi bitirmişsin… Seninle ilgili gerekli bilgileri aldım doğru, nasıl biri olduğunu da biliyorum ama senin apışarana girecek değilim, aklından çıkar…
-       Oooo, desene başka pozisyonlara göre hazırladın kendini…
-       Pozisyon falan yok, yemek yiyeceğiz, konuşacağız ve sonra herkes kendi yoluna… Ben Aslı’yı seviyorum, o benim kadınım ve o bana yetiyor…
-       Sana kimse yetmez binbaşım, ben bile yetmem sana, sen birileriyle yatmadan yaşayamazsın, senin gıdan bu. Sen amcık ağızlı da değilsin, istediğini beceriyorsun, istemediğini de pas geçiyorsun. Ama sakın beni pas geçme, bak buna dayanamam. Deli Buse’yi fırlatma dışarı…
-       Deli, akıllı, nemafon Buse, farketmez, bana ne! Ben istediğimi yaparım…  Bir de unutmadan ve baştan, beni sakın tehdit etme !
-       Etmeyeceğim, ama sana da kimseye yapmadıklarımı yapacağım. Baştan ben de söylemeliyim. Sen, benim olacaksın ve bacaklarımın arasında benim her istediğimi yapacak hale geleceksin. İster hemen, ister sonra, ister ölünceye kadar…

Binbaşı Cem gittikçe sinirlenmektedir. Buse, şarap içmeye, daha doğrusu fıçısına düşmeye devam ederken Cem de sek viskisini yudumlamaktadır. Biraz sonra yanlarına garson gelir ve yemek için siparişlerini sorar. Buse;

-       Gerek yok, bir şey almayacağız, bana gideceğiz
-       Peki efendim, nasıl arzu ederseniz…
-       Dizginleri ele almaya karar verdin demek, sana gideceğiz yemek yiyeceğiz ve ben de senin yatağında bir çeşni olacağım öyle mi?
-       Eninde sonunda…
-       Bu akşam seninle buraya yemek yemeye ve sohbet etmeye gelmiştim, ama görüyorum ki senin derdin çok başka. Bu durumda bana düşen kalkıp gitmek ve seni hayallerinle baş başa bırakmak…
-       Bu mudur?
-       Budur !
-       Sen bilirsin, siktir git ! Ama bir gün siktirmeye geleceksin, hem de kendi ayaklarınla….
-       Kimse bana ağzının fosseptikten beter olduğunu söylememişti…
-       Bana da kimse senin ibne olduğunu…
-       Hakaretler başladı, desene delirttim seni… Kimsenin cinsel tercihi seni ilgilendirmez, seni becermedim diye de ben farklı bir tercihin üyesi olmam.. Gecen iyi olsun, git kendine başka amcık ağızlılar bul !
-       Siktir git ! Hötöröf…

Cem ayrılırken hesabı öder ve içini nedenini anlayamadığı bir mutluluk kaplar. Melbo’dan çıkan Cem, Kumrular Sokak’taki arabasına doğru dalgın ve yavaş yavaş yürür. Arabasının yanına geldiğinde irkilir, ön yolcu koltuğunda Buse oturmakta, öylece Cem’i seyretmekte ve sinsice gülmektedir. Cem çok sinirlenir ama bozuntuya vermez.

-       Ben senin bu kadar bayağılaşacağını hiç düşünmemiştim. Sana söyledim Buse, senin yatağında eğlence olmayacağım. Git kendine başka salak bul !
-       Sen benim yatağımda hem eğlence olacaksın hem de soytarı, önce ben becereceğim seni, sonra da etrafımdaki erkekler.. O gün geldiğinde bunu anlayacaksın hötöröf…
-       Hakaret dinlemeye gelmedim, şimdi arabamdan aşağı in ve defol git, seni gönderen Orgeneral Çetin GİR’e de ki; ‘Ben elde edemedim, binbaşım seni sikerse dediklerini yapmayı düşünecekmiş’
-       Ha ha haaaa ! Aynen söyleyeceğim, görürüz kim kimi düzer…

Bu sözleri söyledikten sonra Buse Cem’in arabasından çıkar ve uzaklaşır. Karanlık bir sokakta kaybolur. Cem arabayı çalıştırır ama içi rahat değildir. Birkaç metre ilerledikten sonra arabayı durdurur ama motoru durdurmaz, dışarı çıkar, karanlıktan yararlanıp arabasının farlarını söndürür ve bir kuytuya yerleşir. Bir süre orada kalır. Tam sindiği yerden çıkıp arabasına doğru gitmek ister ki arabası basit ve küçük bir patlama ile alev topuna döner. Sanki arabası bir benzin bidonudur. Ortalığı benzol kokusu ile aseton kokusu sarar. Cem hemen en yakındaki bir işyerine gidip Orhan Bey’e telefon eder, yerinde yoktur, not bırakır. Sonra da arabasının yakınına doğru ilerler, etraf meraklılarla doludur, zar zor ilerler, gelen polis ekiplerine ayaküstü bilgi verir. Sonra da bir inzibat arabası ile merkez Komutanlığı’na gider, ifade verir. İfade’den sonra bir askeri araç onu Kent Otel’e bırakır. Cem yemek salonuna çıktığında Bahar ile Aslı içtikleri içkinin etkisi ile hafif çakırkeyf olmuşlardır bile. Onlara bir şey söylemez ve bir süre onlara eşlik eder, Sadık Bey’in kendisi için hazırlattıklarını yerken, Aslı ve Bahar ile de laflarlar, şakalaşırlar… Bir ara Aslı,

-       Ne oldu, Buse ile buluşamadınız mı?
-       Hayır buluştuk, konuştuk, uzlaşamadık, ayrıldık, sırasını yitirdi. Bir daha buluşma ihtimali de kalmadı.
-       Nasıl yani?
-       Beni yakamadı, arabamı havaya uçurdu !
-       Ne ! Çok şakacısın…
-       Hayır şaka değil, yaklaşık 40-45 dakika önce Kumrular Sokak’ta sonunda arabam hala yanıyordu.
-       Aman Allah’ım, ama sen…

Söze Bahar da girer.

-       Siz gerçekten çok sakinsiniz…
-       Ne yapabilirim ki, cana gelmedi ya…
-       Ama bu kadar sakinlik…
-       Evet Cem, bu kadar sakin olmanı anlayamadım gerçekten.. Sen şaka yapıyorsun değil mi?
-       Hayır Aslı’cığım gerçek, artık arabamız yok. Yarın Orgeneral Çetin GİR’e telefon eder bir tane isterim…
-       Dalga geçme Cem…
-       Dalga değil Aslı, Buse Orgeneral Çetin GİR’in motoru. O şansını yitirdiğine göre, sıradaki kim acaba?
-       Anlayamadım Cem Bey…
-       Şöyle söylemeliyim Bahar Hanım, Buse o ekibin en zillisi ve en maharetlisi. Ama bana sökmedi, bu demektir ki onlar muhtemelen yepyeni bir motoru önüme sürecekler..
-       Pek anlayamadım ama anladığım bir şey var sanırım, onlar sizi zamparalığınızla tanıyorlar ya da onlar sizin en zayıf tarafınızın o olduğunu düşünüyorlar…
-       Yanılıyorlar, Aslı varken, daha doğrusu bundan böyle kimsenin böyle bir şansı yok…
-       Çok iddialı oldu binbaşım vallahi Aslı’yı kıskandım…
-       Vallahi Cem, Bu kötü olayın üzerine bu iltifat ilaç gibi geldi ama…
-       İltifat değildi Aslı, gerçeklerdi… Ama bu arada Bahar Hanım’a da sana da bir konuda uyarım olacak, kendinize dikkat edin. Güzelsiniz, çekicisiniz, hayat dolusunuz, bana bir şey yapamayanlar size bir şeyler yapmak isteyebilirler….
-       Bizi korkutmayın binbaşım…
-       Korkmayın ama tedbirli olun derim, özellikle siz, eşinizin Çetin GİR’in ekibinden olması bu ihtimali daha da kuvvetlendiriyor. Çünkü Çetin GİR hem onursuz, hem insafsızdır.

Bahar, Cem’in bu sözleri üzerine Cem’e öyle bir bakar ki, Cem’in adeta ayakları yerden kesilir. Bakışlarında hem büyük bir sevgi, hem büyük bir tutku hem de büyük bir minnettarlık ama aslında büyük bir itiraf ifadesi vardır. Bahar’ın Cem’e o bakışını, Aslı da yakalamıştır. Bir süre daha otururlar ve sonra birlikte kalkarlar. Orhan Bey’in olay üzerine Cem’e geçici olarak gönderdiği zırhlı kırmızı bir Jaguar ile önce Bahar’ı lojmana bırakırlar, sonra da evlerine giderler. Cem, Bahar’ı lojmana bırakırken araçtan inmiş ve kapısını açıp elinden tutarak inişine yardım etmiştir. Bahar da ayağındaki mini eteği adeta unutarak vücudunun en sıcak ve mahrem yerlerini Cem’e adeta sunmuştur. 

Bahar, evine gittiğinde yine eşi yoktur, 24:00’den önce geldiği de pek vaki değildir. Yatak odasına, gider, soyunur o sırada da yatağına bakmaktadır. İçinden; “Sadece yattığım bir yer, yanımda eşim bile olsa sadece yattığım yer” diye geçirmektedir. Sonra Cem’i düşünür, o şu an orada olsa ve kendisini bu haliyle görse bu yatak sadece yatmak için mi olurdu? Banyoya girer, jakuziyi çalıştırır. Az sonra hizmetçi alkollü bir meyve kokteyli getirir, Bahar bir yandan kokteyli yudumlayarak sıcak suyun içinde yatarken bir yandan da Cem’in aklını çelebilecek neler yapabileceğini düşünmektedir. Hizmetçi kendisine birkaç kez daha meyve kokteyl getirmiştir. Otelde içtiklerinin üzerine bu meyve kokteyller ile koyu çakırkeyf olmuştur. İçtikçe derinleşmiş, derinleştikçe de Cem’i düşünmüştür. Zamanın nasıl geçtiğini bile anlayamaz. Banyodan çıktığında eşinin henüz gelmediğini fark eder, kurulanır, saçlarını kurutur ve eşini beklemeye başlar.

Eşi eve geldiğinde son derece sinirlidir. Adeta burnundan solumaktadır.

-   Orospu çocuğu, bizimle kedinin fareyle oynadığı gibi oynuyor.
-  
-   Piç ! Zampara piç !
-  
-   Kiminle yatacağını da biliyor, kiminle iş yapacağını da…
-   Hayırdır, çok sinirlisin?
-   Cem Binbaşı sevgilim, Cem Binbaşı, üç general adamın kuyruğunu sıkıştıramadığımız gibi şimdi de korgeneralin kanına girmiş, adam resmen bize cephe aldı…
-   Nasıl başarmış?
-   Bir bilebilsem, korgeneral bugün bana da Veli Paşa’ya da it muamelesi yaptı; Cem Binbaşı ile de karşılıklı kahve içmişler…
-   Peki, ne yapmayı düşünüyorsunuz? Nasıl çözebilirsiniz bu sorunu?
-  
-   Onu sıkıştırabilecek, teslim alabilecek bir şey yok mu?
-   Var…
-   Nedir?
-   Sanırım sadece sen…
-   Ben mi? Yine mi aynı konu… Ben ne yapabilirim ki…
-   Kadınlığını kullan, dişiliğini kullan, ağına düşür, gerisi kolay..
-   Ama ben senin eşinim…
-   Sevgilim, sen beni aldatmak için yapmayacaksın ki, seanslarımızdaki gibi, eşine yardımcı olmak için yapacaksın, çok güzel bir kadınsın, çok çekici, tam onun dikkatini çekecek bir kadınsın, yaşamda eşler bir birlerine yardımcı olmazlar mı? Herkes sana hasta değil mi?
-   Ama ya benimle yatmak isterse ve ben de ona engel olamayacak durumdaysam?
-   Bu sana bağlı sevgilim, yeter ki sen onu kendine bağla…
-   Yani diyorsun ki yatman gerekiyorsa yat ama bu işi mutlaka hallet ..
-   Evet sevgilim, başaracaksın, eminim ama seni onunla bir şekilde karşı karşıya getirmemiz gerekiyor, ama nasıl?
-   ….
-   Benim eşim olduğunu öğrenmeden yapmak lazım bunu ama nasıl?
-   Neden senin eşin olduğunu öğrenmemeli?
-   Öğrenirse..
-   Daha iyi ya, senin intikamını benimle yatarak almak isteyebilir, ne dersin?
-   Yaaaa, harika. Sen hem çok akıllı, hem de çok güzelsin. Nasıl yapacaksın bunu?
-   Bu hafta sonu arkadaşlarımda kalacağım, önümüzdeki hafta için bir şeyler planlarım ama sen bana ne planladığımı ne yaptığımı sorma, zaman alabilir ama sonunda, mutlaka…
-   Tamam sevgilim, sen nasıl istersen, sen onu düşür de…

Bahar o gecenin bir an önce bitmesini ve ertesi günün akşamı olmasını o kadar istemektedir ki… O gece eşinin ilk kez kendisiyle sevişmek istemesine bile hayret edemeden ve karşı koymadan ona teslim olmuştur. Hoş, sevişmek dediği eşinin kendi üzerinde birkaç debelenmeden sonra boşalmasından ibarettir. Albaylığında evlenmişlerdir, o günlerde de durum farklı değildir. Aslında Bahar’ın cesedi yatakta ama aklı Cem’dedir. Rüyasında yine Cem’ledir. Aslı da bu beraberliği onaylamaktadır, hatta aynı yatağı paylaşmaktadırlar. Ancak,  Bahar bir anda Cem’i Aslı’dan kıskandığını fark eder. Ve rüyasının sonunda Aslı’yı evlerinin camından aşağıya atar…

Bahar uyandığında ter içindedir, kendi kendine; “Neler oluyor bana, neden kaptırdın kendini, neden ?” sorularını sorsa da yanıt alamaz. Teni ve hatta ruhu, Cem’i istemektedir…

Cem ile Aslı evlerine gittiklerinde Aslı yine çok istekli ve tutkuludur. Yaşananlar, korkular ve tedirginliklerin yanında Bahar’ın Cem’e olan ilgisi Aslı’yı daha da dişileştirmektedir. Sevişirken sürekli olarak Cem’e;

Şimdi altında benim yerime Bahar’ın olmasını ister miydin? O mu daha dişi ben mi? Bahar’ın vücudu hoşuna gidiyor mu? Ben olmasaydım, Bahar’ı seçer miydin? Sana nasıl baktığını ve seni nasıl istediğini fark ettin mi? Gibilerinden kıskançlık soruları yöneltmekte ve soruları sordukça daha da çılgın ve tutkulu olmaktadır. Kaç saattir sevişmektedirler ve Aslı bir türlü tamamen durulmamaktadır. Sabahın ilk ışıkları ile uykuya dalabilmişlerdir. Sabah uyandıklarında yine birlikte banyoya girmişler ve Aslı yine tutkuludur, yine çılgındır. Banyoda yine sevişmişlerdir. O kadar uzun banyoda kalmışlardır ki, kahvaltı etmeye zamanları bile kalmamış, Cem Aslı’yı hemen işyerine bırakmak zorunda kalmıştır. Cem, Aslı’yı işyerine bırakırken bir çift onları uzaktan izlemektedir; Bahar’ın gözleri….

Bahar ile Aslı, birbirlerini fark ettiklerinde Aslı, Bahar’ın da kahvaltı yapmadan işe geldiğini fark eder. Kantinden birkaç poğça alırlar ve çayları ile birlikte Bakanlığın altındaki sundurmaya geçerler, hem kahvaltı yapmakta hem de konuşmaktadırlar…

-  Sende mi uyuyamadın Bahar ?
-  Sende mi Aslı?
-  Evet ama beni Cem uyutmadı…
-  Cem mi?
-  Evetttt…
-  Yani…
-  Evetttt, sabaha kadar seviştik.
- 
-  Senin yüzünden…
-  Nasıl yani !
-  Bahar, Cem’e ilgi duyuyorsun değil mi?
- 
-  Bahar, her şeyin farkındayım ve sana kızmıyorum da…
-  Aslı, ben…
-  Bahar, itiraf et, böylesi daha iyi, en azında arkadaşlığımızın gereği bu değil mi?
-  Haklısın Aslı, Cem’e ilgi duyuyorum. Sebeplerini az çok sen de biliyorsun. Başkasının erkeği olsa şimdiye çoktan harekete geçerdim ama sen varsın, daha doğrusu siz varsınız ve ben sadece bunu içimde yaşatıyorum…
-  Nereye kadar Bahar, nereye kadar sadece düşlerinde olacak…
-  Gittiği yere kadar Aslı…
-  Sonsuz kadar böyle gitsin Bahar, seni de kaybetmek istemem Cem’i de…

Aslı ile Bahar kahvaltılarını yapıp çalışma yerlerine gittiklerinde ikisi de düşüncelere dalarlar… Aslı, sevişirken Cem’in kulağına Bahar’ı fısıldadığında Cem’in daha da tutkulu seviştiğini fark etmiştir. Bahar’a Cem’i sorduğunda ahar’ın gözlerinden de ‘Daha fazla sabredemem’ dercesine bir izlenim almıştır. Aslı aslında zor durumdadır. Bahar’ın durumu ise Aslı’dan farksızdır. Kocası, kendisinin Cem’in yatağına girmesini istemektedir. Kendisi de Cem’i istemektedir ve yıllardır arkadaşı olan Aslı, kendisinin Cem’e olan ilgisini fark etmiş ve hatta sorgulamıştır. 

Öğle yemeğinde Aslı ile Bahar, aslında istemeden birlikte yemek yemek zorunda kalmışlardır. Aralarında soğukluk ve uzaklaşma başlayacakken Aslı;

-  Bahar bu akşam birlikte çıkalım ve bize gidelim. Nasılsa hafta sonu, birlikte eğleniriz, laflarız, mutlu oluruz
-  Harika olur Aslı ama, ben önce eve uğrayayım, bir şeyler alayım, sonra gelirim, ne dersin?
-  Tamam Bahar, sen bilirsin…

Mesai bittiğinde ikisi de aynı anda işyerini terk ederler ve evlerine yönelirler. Aslı, Cem’in öğleden sonra kendisini arayarak; “Sen yalnız gitme, beni bekle, ben seni almaya gelirim birlikte gideriz” uyarısını unutarak yola çıkar, yola çıktıktan beş-altı dakika sonra hatırlar ama geri dönmek de istemez. Eve vardığında, büyük bir heyecanla içeri girer, çantasını portmanto önündeki çıkıntıya bırakır ve birden evi havalandırmak isteyerek salon camına yönelir. Salon camı önünde Fransız balkon vardır. Kapıları açar, tam geri çekilecektir ki, güçlü bir çift kol Aslı’yı hızla ittirir, Aslı ne olduğunu anlayamadan kendisini havada bulur. Komşular gürültüye dışarı çıktıklarında Aslı’yı bahçeyi çevreleyen ferforjelerin üzerinde kanlar içinde bulurlar. Sivri uçlardan biri çenesinin altından girmiş ve ucu dışarı çıkmamıştır, bir başkası ise göğüs kafesinden girmiş ve sırtından çıkmıştır. Aslı düştüğü yerde, anında ölmüştür.