31 Ocak 2012 Salı

NEBBAŞLARDAN MİDEM BULANIYOR... MERHUM MUHSİN YAZICIOĞLU'NU KİRLİ İKBAL HIRSLARI İÇİN KULLANAN YOL ARKADAŞLARI'NA (!) İTHAFEN...

“SERİ KATİLLER MERHUM MUHSİN YAZICIOĞLU’NU; SESAR BAŞKANI İSMAİL YILDIZ VE GAZETECİ HAYRULLAH MAHMUD’U ÖLDÜRECEKTİ.”


NELER, NEDEN ATLANIR, NEDEN BİRDEN GÜNDEME TAŞINIR?

Sonunda üçüncü iddianamenin eklerinde bir yere bizim için de şerh düşülmüş. Tarz aynı, işaret edilir bir şekilde yazılan habervari “iftira”. Bir yazımdan bahsediliyor ancak sadece işlerine yarayan kısmından. Bahse konu yazıyı yazdığımda ANAYURT Gazetesi’nde köşe yazarıydım. Yazdığım yazıyı internet ortamında
http://hhmemis.blogspot.com adresinde yayınlamıştım. Daha sonra bu konuyu defalarca dile getirdim. Ama kimsenin umurunda bile olmadı.
İlk yazıyı yazdığım tarih 21 Temmuz 2007, yani benim ANAYURT Gazetesi’nden ayrılmamdan bir gün önce. SESAR Başkanı İsmail YILDIZ’ın “Maymunlar Cehennemi Operasyonu” adını verdiğim süreçte gözaltına alındığı 17 Temmuz 2007’den dört gün sonra. Yani İsmail YILDIZ’ın “tutuklanması”ndan sonra.
Yazımda da özellikle İsmail YILDIZ ve Hayrullah MAHMUD’dan da bahsetmiştim. Ama şimdi bakıyorum, dile getirilen sadece Merhum Muhsin YAZICIOĞLU olmuş. Aslında bu bile bir devlet. Ancak haberin veriliş tarzı son derece ilgi çekici. Sanırım birileri, alışık olduğumuz üzere bizi de “cadı” sınıfına oturtmaya çalışıyor. Ya da “Maymunlar Cehennemi”ne tıkılacak yeni bir adayı bir yerlere duyuruyorlar. Bilinmelidir ki “Maymunlar Cehennemi”ne girmek, hem de böylesi zırvalarla girmek benim inancıma göre “şeref”tir. Medrese-i Yusufiye bizim gibiler için bir arınma ve yücelme yeridir. Kaderimizde varsa, oraya gireceğiz. Yoksa, iki cihan bir araya gelse girmeyeceğiz demektir. Mevla’dan bize gelecek her şeye de “Hoş geldi, safalar getirdi” deriz.
Sizlere yazmak istediğim aslında, herkesin bilmesi ve öğrenmesi gereken konulardan biridir. Bu yazımı da internet ortamında yaklaşık 430.000 kişinin e-mail kutusuna eriştireceğim. Bakarsınız yine bir gün bir kişinin bilgisayarında bulunur ve yeni bir şeymiş gibi gündeme getirilir.



Bakıyorum ki gazetelerimiz ya da bu konuyu onlara servis edenler, konunun tamamını değil işlerine gelen kısmı cımbızlamışlar. Hatta Karşı Devrim yanlısı unsurlar bunu Merhum Muhsin YAZICIOĞLU için “Suikast Planı” olarak bile verebilmişler. Ben sözlerimi bu densizlere değil, bu şarlatanların eline kalem verip yazdıranlara söylüyorum. Yazı yazdığınız kalemin üzerine oturmaktan, genç nesilleri de kalemlerin üzerine oturmaya alıştırmaktan vazgeçin…


Tarihin örneklerini göz önüne alın. Bir zamanlar 28 Şubat sürecinde E. Orgeneral Çevik BİR ve çetesinin saldırıları ile kirletilmeye çalışılan bazı yazarların bugün, o günlerde kendilerine yapılanları başkalarına yapmak istemelerine, gençleri azmettirmelerine üzülerek şahit oluyorum. Efendiler biliniz ki yalanların en kötü tarafı kısa sürede gerçeklerin altında kalmalarıdır.


Merak edenler ve ilgilenenler için söz konusu edilen yazıların devamı.
Göreceksiniz ve anlayacaksınız ki, Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun katilleri cenazesinin ardından en çok ağlayanların içindedir.


Giden gitmiştir. Merhum Muhsin YAZICIOĞLU tarafımdan savunulacak sıradan biri değildir, buna ihtiyacı da yoktur. Benim derdim de bu değildir. Bir gün gelir ve Merhum için bazı konuları araştırmam gerekirse, ben yine sadece ve sadece doğrular ile ilgileneceğim. Bu gerçekler Merhum’un aleyhine bile olsa…
Ancak ben yazılarımda bir gerçeği dile getirmek zorundayım. Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun “kaza sonucu” değil, “teknik ve idari” suikast sonucu öldürüldüğünü…
Neymiş, helikopterin pervanesi tepeye vurmuş muş… Bu söylenenlerle, bizim mahallede limon satan Nedim Amca’nı zayıf, uyuz eşeğine bile anlatamazsınız. Eğer bu konuda ısrar ederseniz, eşeğin bile gülmekten katılarak ölmesine neden olursunuz.
İşte sizlere “medya yönlendirme merkezleri” tarafından iğdiş edilmiş yazımın tamamını sunuyorum.



PEKİ YA SONRA?
27 Mart 2009 Cuma


BURADA YAZMIŞTIM, ŞİMDİ YENİDEN YAYINLIYORUM... MERHUM MUHSİN YAZICIOĞLU ÖLDÜRÜLDÜ...


SERİ KATİLLERE ÖLDÜRTEMEDİLER, “GÖZALTI”NA ALDIRDILAR


Şehir dışındaydım, internetle pek işim olmadı, daha doğrusu olamadı. Ankara’ya döndükten sonra öğrendim ki Siyasi Ekonomik, Sosyal Araştırmalar ve Strateji Geliştirme Merkezi (Sesar) Başkanı İsmail YILDIZ gözaltına alınmış. Hem de Ankara Emniyet Müdürlüğü Terörle Mücadele Şubesi ekipleri tarafından; sonra da İstanbul’a gönderilmiş.
Bilmeyenler veya duymayanlar www.sesar.com.tr sitesine girip bakabilirler. SESAR’ın ne kadar terörle irtibatlı olduğunu dosyaları okudukça anlayacaklardır(!). Aslında SESAR gerçekten terörist bir kuruluştur; çünkü ömrü, hainlerle, şerefsizlerle, alçaklarla, yol kenarı çocukları ile uğraşmakla geçmiştir. Milletin içinden geçip de soramadığı soruları, SESAR sormuştur. Bunun da bir bedeli olması gerekir değil mi?
İsmail YILDIZ, her zaman için tanımaktan “onur” duyduğum bir yol arkadaşım ve hatta örnek aldığım bir büyüğümdür. Soyu, sopu, mezhebi, meşrebi, menşei bellidir. Ömrünü bu vatana, bu millete ve bu devlete adamıştır. Sadece o mu, babası da, ailesi de öyledir. Nesli, Türk Kurtuluş Savaşı’nın içinde yer almış ve bütün varlığını bu yolda harcamıştır. İsmail YILDIZ’ın dedesi ya da babası HÜSNÜYADİS olmadığından; HÜSNÜYADİS’lerle kıran kırana mücadele ettiği için “gözaltına alınmıştır”.
Talimatın geldiği yer bellidir. “Karşı Devrimci Deyyuslar Organizasyonu”ndan…
İsmail YILDIZ ile Hayrullah MAHMUT geçen Ramazan Bayramı’nda “ÖLDÜRTÜLECEKLERDİ”. Eğer onlar öldürülebilseydi sonra sırada BBP Genel Başkanı Muhsin YAZICIOĞLU vardı.


Nasıl mı?


Bildiğiniz gibi, son Ramazan Bayramını kana bulayan iki seri katil ellerini kollarını sallayarak karayollarında “fink” atıyorlardı. İkisi de, ruhsal açıdan tama anlamıyla rahatsız kişiliklerdi. Aslında, ikisinin derdi kimseleri öldürmek falan değildi. Ancak, onlarla görüşen bazı “muteber” görünümlü “soysuzlar”; onlara “serserice” cinayet işlemelerini salık vermişti. Hatta, bir de “merak etmeyin kimse sizleri yakalayamayacak” da demişlerdi.


İşe Bursa’dan başladılar, İzmit, Hendek, Mersin, Ankara Gölbaşı’nda 4 gün içinde acımasızca 7 kişiyi öldürdüler. Güya Emniyet Genel Müdürlüğü “Alarm” vaziyetindeydi ama nedense (!) seri katiller bir türlü yakalanamıyorlardı. Kendilerine “verilen söz” yerine getiriliyordu.


Sonunda işi Jandarma Genel Komutanlığı’nın ekipleri bozdu. Ankara Kızılcahamam’da kendilerine verilen son adreslere gitmek üzereyken yolda “paket” edildiler.
Eğer, Jandarma Genel komutanlığı ekipleri onları paket etmeselerdi, ilk durakları Tunus Caddesi’ndeki SESAR, sonra da Tuna Caddesi’ndeki BBP Genel Merkezi olacaktı.
Çünkü onlara birileri (!) SESAR Başkanı İsmail YILDIZ ile gazeteci Hayrullah MAHMUT’u öldürme görevini vermişlerdi.


Türkiye’nin yetiştirdiği her iki seçkin evladı, ruh hastası manyaklara öldürtülecek ve böylelikle “adi bir cinayet” süsü verilecekti. İki vatansever, iki uyuza boğdurulacaktı. Eğer bu iki cinayeti işleyebilselerdi sırada BBP Genel başkanı Muhsin YAZICIOĞLU olacaktı…
Başaramadılar, engellendiler. Oyun bozuldu. Oyunu bozan Jandarma Genel Komutanlığı’nın vatansever evlatları oldu. Emniyet Genel Müdürlüğü ekiplerinin bir türlü yakalayamadığı bu iki manyak, Jandarma Genel Komutanlığı ekipleri tarafından durduruldu.

ÖLDÜRTEMEDİLER AMA “GÖZALTI”NA ALDIRDILAR


Türkiye Cumhuriyeti Devleti neredeyse beş yıldır Fettoş ve Tayyoş özel örgütleri tarafından idare edilir vaziyette. Her iki alçak yapılanma, işine gelmeyen kim ve ne olursa olsun, saldırıyor, saldırtıyor, boğuyor, boğdurtuyor. Ama, onlar, Allah’ın takdirini aşamıyor.


Mezhebi, meşrebi, menşei şaibeli bu soysuzlar, uzun süreden beri bütün oyunlarını bozan İsmail YILDIZ’a ve Hayrullah MAHMUT’a kafayı takmışlardı. Öldürtmek istediler başaramadılar, karalamak istediler yapamadılar, maddi sıkıntı içinde boğmak istediler “kav çaktılar”; sonunda Terörle Mücadele ekiplerine tutuklattılar.
Alçak hainlerin pek çoğunun “makam arabaları” ile fink attığı, hainlerin semirdiği, münafıkların obezleştiği Türkiye’de hedefe VATANSEVER Türk evlatları oturtuldu.
Şimdi sormak zamanı, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne kimler nasıl talimat verdiler? Emniyet Genel Müdürlüğü Türkiye Cumhuriyeti devleti’nin mi yoksa başkalarının mı hizmetinde.
Efendiler, bir gün gelecek değil İsmail YILDIZ’a, onun “sümüğüne” bile muhtaç olacaksınız. Onun, tek damla “tükürüğü”ne bile muhtaç olacaksınız. Çünkü, İsmail YILDIZ’ın tek suçu tertemiz bir vatan evladı olması, tıpkı babası, dedesi gibi….
İsmail YILDIZ’ın tek suçu, sülalesinde HÜSNÜYADİS’lerin yokluğu…

Yine aşağıda bu yazımın devamı olan yazıları sunuyorum. Ardından da arkadaşım Cem YAREN’in Merhum Muhsin YAZICIOĞLU suikastı ile ilgili yazısını dikkatlerinize arz ediyorum.
27 Mart 2009 Cuma


NEDEN?

MERHUM MUHSİN YAZICIOĞLU NEDEN ÖLDÜRÜLDÜ?...


İncelemeler yapılacak, raporlar tutulacak. Aslında istenecek raporu tutmayacaklar muhtemelen görevlendirilmeyecekler bile...


Biz bu filmi daha önce de izledik. Ülkenin Jandarma Genel Komutanı da öldürülmüştü, KAZADIR deniliverdi...


Peki neden Merhum Muhsin YAZICIOĞLU?


Aşağıdaki yazımda belirtmiştim, SESAR Başkanı İsmail YILDIZ ile Hayrullah MAHMUT'u öldürecek "seri katiller" (!?) işlerini yapabilselerdi ardından sıra Merhum Muhsin YAZICIOĞLU'na gelecekti. Bu konuyu Merhum Başkan'a da iletmiştim. Bu bilgileri verirken yanında BBP'de görevli bir kardeşim de vardı.


İsmail YILDIZ ile Hayrullah MAHMUD'un başına gelenler belli, kimlerin isteği ile bu işin yapıldığı da...


Peki özellikle İsmail YILDIZ ile Merhum Muhsin YAZICIOĞLU'nun bağlantısı neydi? (Saygıdeğer Hayrullah MAHMUD üstadım, bu sözlerim de sizi dışarıda bıraktığımı sanmayınız sadece ben sizin babanızı ve dedenizi bilmiyorum, bu nedenle sizi buraya dahil edemedim. Lütfen yanlış anlamayınız) İsmail YILDIZ'ın da Merhum Başkan YAZICIOĞLU'nun da soyu, sopu, mezhebi, meşrebi, menşei belli vatan evlatlarıdır. Her ikisi de;


* Vatanını, milletini, dinini değişmez, satmaz, pazarlamazlar,


* Üç kuruş için ona, buna, hele zağara yaltaklık yapmazlar,


* Cedlerinde HÜSNÜYADİS'ler yoktur,


* Başkalarının kanı ve gözyaşı ile abdest alıp namaza durmazlar,


* Kula kulluk etmezler,


* İnançlarını ve imanlarını pazarlamazlar,


* Tek başlarına kalsalar da, doğru bildikleri yoldan ayrılmazlar,


* Verdikleri sözden ucunda ölüm de olsa ayrılmazlar,


* Başkalarını öne koyup, arkadan onları seyretmezler; hepsinden önce kendileri ileri atılırlar...

Olaya başka açılardan da bakalım;


* MHP yönetimi A.GÜL'ün Cumhurbaşkanı seçilmesini AKP ile girdikleri hangi pazarlık ya da bedel karşılığı açtılar?


* Merhum Başkan YAZICIOĞLU, saçma sapan kazalar geçirmesine rağmen "neler oluyor?” diye, bu kazaların (!) üzerine o dönemde neden gidilmedi?


* Hrant DİNK suikastına BBP ve ALPEREN OCAKLARI neden karıştırılmak ve bulaştırılmak istendi?


* Hrant DİNK suikastından sonra malum fotoğraflar kimler tarafından ve neden servis edildi?

BİRKAÇ BASİT SORU


*** 17 MAYIS 2001'de Diyarbakır'dan havalanan CASA CN 235 uçağı Malatya Akçadağ İlçesi'ne bağlı Gülyurdu ve Yağmurlu Köyü yakınına düşmüştü. Şimdi elinize bir cetvel alın ve cetvelinizi o noktaya koyun, sonra da Merhum Başkan YAZICIOĞLU'nun helikopterinin düştüğü yere cetveli yanaştırın. Ardından ilk noktadan Türkiye'nin Güneyine doğru bir çizgi çizin, çizginin ucu nereden geçiyor? Aaaaaa !!!! değil mi... (Biraz eğrilik olabilir ama o da hartanın yapım projeksiyonu ile ilgilidir.)
*** Bölge, 2nci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı, 2nci Hava Kontrol Gurup Komutanlığı yetki alanında. Bildiğim kadarıyla bölgede Reorganizasyona ve Modernizasyona tabi tutulmuş radar ağımız vardı. Suriye'nin içine girip pisliklerini bizim topraklarımıza bırakan İsrail F-15'lerini görmeyen (!) bu muhteşem ağımız, Başkan YAZICIOĞLU'nun helikopterin düştüğü yeri neden belirleyemedi? Ya da bu hava trafiğini neden teşhis etmedi? Yoksa 2nci Kontrol Gurup Komutanı İsrail F-15'leri rezaletinden sonra görevden alınmadı mı?


*** "ERGENEKON" adı verilen soytarılıkta, gözaltına alınacakların 33 sanıyelik cep telefonu konuşmaları ile yerlerini belirleyen o muhteşem (!) teknoloji, Merhum İHA Muhabiri'nin dakikalarca süren cep telefonu konuşması esnasında acaba ne iş yapıyordu? Yoksa, o saatlerde malum, şarlatan maşası teknik ekipler, uçkurlarını elinde tutan "Salya-Sümük Efendi"nin vaaz-u nasihatlerini mi dinliyorlardı?
Şimdilik bu kadar, ama devamı gelecek...


Bu olayın buraya kadar ulaşmasında, yani başta Başkan YAZICIOĞLU olmak üzere bu vatan evlatlarının öldürülmesine sebep olan her kim/kimler ise üniformalı ya da üniformasız, bu "operasyon"un hesabını verecektir. Bunun hesabını sormayan, bunun hesabını sormayanlardan bunun hesabını sormayanlar ne insandır, ne Müslüman ne de Türk...


Kazada (!) daha doğrusu bu teknik sabotajda yaşamını yitirenlere Allah'tan Rahmet, ailesine ve Türk Milleti'ne baş sağlığı ve sabır diliyorum.
"...Onlara ölü demeyiniz, onlar diridir. Fakat siz bunu anlayamazsınız"

Ben, bu yazıları yazmakla kalmadım. Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’ndan randevu isteyerek kendisini ziyaret ettim. Yalnız değildik. Kendisine konu ile ilgili tüm bilgilerimi, duyumlarımı ve şahsi değerlendirmelerimi anlattım. Hem de her yönü ile. Hatta o güne kadar BBP’ye bir tek oyumun dahi nasip olmadığını belirterek.
Kendisine, Hrant DİNK suikastı sonucu servis edilen fotoğrafların hangi amaçla evvelce çekildiğini ispatlayacak açıklamalarda bulundum
.


Daha sonra kardeşim Cem YAREN konu ile ilgili çok önemli yazılar yazdı işte onlardan biri.

01 Mayıs 2009 Cuma


YAZICIOĞLU İDARİ VE TEKNİK SUİKASTLA ÖLDÜRÜLDÜ...


BBP GENEL MERKEZİNDE…


Üzerinden günler geçmesine rağmen BBP Genel Merkezi’nde, Merhum YAZICIOĞLU’nun başına gelenler hatla netleşmemiş olsa gerekir. Ben bu yazımda ele alacağım bazı hususlarla kendilerine bir kapı aralamaya çalışacağım.

· 29 Mart Genel Yerel Seçimleri’nden 4 gün önce 25 Mart 2009 günü bir helikopter kazasına (!) kurban giden başta Merhum YAZICIOĞLU ve yanında bulunanlar ölmemişlerdir, teknik ve idari suikast ile öldürülmüşlerdir.


· AA’nın konu ile ilgili “çeldirici” haberini günler sonra kaldırması bu idari suikastın en önemli parçasıdır. AA, bilerek ya da bilmeyerek bu suikasta ciddi bir destek vermiştir. AA (Anadolu Ajansı), son dönemlerde bütün vasfını kaybetmiş, haber ajansından çok “Bohçacı Raziye” türü çalışmaya yönelmiş gibidir.


· Helikopter üzerinde bir sabotaj emaresi aramak iki açıdan komedidir. Birincisi Merhum YAZICIOĞLU, helikoptere yerleştirilen bir düzenek ile öldürülmemiştir. İkincisi, böyle bir şey söz konusu olsa dahi, helikopter üzerinde inceleme yapacaklar ya bu olayın içindedir, ya da bu olayı örtmeleri konusunda ikaz edilmişlerdir.
· Merhum YAZICIOĞLU’nu ortadan kaldıranlar CIA, MOSSAD mensubu ya da maşası değillerdir. Bu organizasyon olsa olsa MI-6 İngiliz Dış İstihbarat Örgütü’nün işidir.
· PENSİLVANYA'daki Herkül’ün babasının Muhsin Bey için, “Öldürülmüş olabilir” mealindeki sözlerinin nedeni de bu tezgahı CIA, MOSSAD dışında birilerinin yapmış olmasıdır.
· Genel Yerel Seçimler’de her türlü destek ve Şeytani dümene rağmen Güneydoğu Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgesinde, pek çok il, ilçede seçimi kaybeden AKP ile bölgedeki Mustazaflar’ın ilişkisi dikkat çekicidir.


Bölgede AKP’nin kazanmasını başta Küresel Eşkıya ABD, Küresel Şeytan İsrail,orta malı aşiret reisi Barzani ve hatta zinde güçler istemişti. Ama seçimleri DTP kazandı. Bu, İngiltere’nin “Ben buradayım!” ilanıdır. DTP İngiltere’nin desteği ile seçimi kazanmıştır.
Mustazaflar’ın Diyarbakır’daki gövde gösterisinden sonra onlarla görüşen AKP ileri gelenleri başta Mustazaflar ile anlaşmışlardı. Mustazaflar bölgede AKP’yi destekleyeceklerdi. Ancak ne hikmetse (!) 25 Mart 2009 günü yani Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nın öldürüldüğü gün Mustazaflar DTP ile görüşüp ‘seçimlere katılmayacaklarını, AKP’yi ve bir başka ekibi desteklemeyeceklerini’ bildirdiler. Eğer Mustazaflar AKP’yi destekleselerdi başta Diyarbakır olmak üzere pek çok il ve ilçede seçimleri AKP’nin kazanması neredeyse kesin gibiydi.


· İngiltere’nin Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye’deki etkisi Kraliçe’nin Cumhurbaşkanı GÜL’e madalya taktığı güne kadar hiç bu kadar artmamıştı. Bu İngiltere’nin RTE’yi değil de GÜL’ü tanıdığının en önemli işaretiydi. O günden itibaren Türkiye’de dengeler GÜL ve ekibi lehine gelişmeye başladı. Genel Yerel Seçimler bahanesi ile kabinede yapılacak revizyon da aslında GÜL’ün ekibinin kabinede zayıflatılması operasyonundan başka bir şey değildir.


· Küresel Eşkıya’nın başkan görünümlü yeni kuklası kırma OBAMA, Türkiye’ye geldiğinde ABD’nin Türkiye’deki Genel Valisi’ni görevden almış ve yerine yenisini atamıştır. Bu, OBAMA’dan önce Türkiye’de yeni su başları tutmaya başlayan Neo-Con’cu ABD Derin devleti’nin güç kaybının miladı olarak kabul edilebilir. Çünkü OBAMA’nın Türkiye’de atadığı yeni ABD valisi, Ulusalcı ABD derin Devleti’nin tarihsel ve geleneksel partneridir. Bu kim midir? Basın toplantılarına ve yıllık mutad konuşmalara bakın göreceksiniz…


· Türkiye-Ermenistan ilişkilerini, Amerika’nın Kafkaslardaki Kızıl Elması için değil de Türkiye’nin ve Türk Milleti’nin menfaati için çözmeye kalkan A.TÜRKEŞ de bu nedenle öldürülenlerdendir. Merhum Cumhurbaşkanı Turgut ÖZAL da Kafkasya’daki bilmeceyi Türkiye ve Türk Milleti lehine çözmek isterken öldürülmüştür. Merhum YAZICIOĞLU da bu kuşağın en son halkasıdır ama sanırım en sonuncusu değildir.
· Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’na 2005 sonunda ve 2006 başında A.TÜRKEŞ’in (Ermenistan çalışması hariç) misyonu verilmek istenmiş. YAZICIOĞLU bu isteği kesinlikle reddetmiştir. YAZICIOĞLU’nun kaleminin kırıldığı gün, o gündür.
· Merhum YAZICIOĞLU, sevmeyenler için de sevenler için de bir tek özelliği ile belirgindir: Çizgisi kırık değildir, kula kulak yapmayan bir şahsiyettir.
· YAZICIOĞLU, Ermenistan meselesinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, Türk Milleti’nin ve Türk Vatanı’nın, Türklük Dünyası’nın aleyhine de olsa çözümlenebilmesine karşı çıkabilecek ciddi bir güçtü. Bu nedenle tasfiye edilmiştir. Bu çözümü destekleyenlerin GÜL’e yakınlığı çok dikkat çekicidir. RTE bu konuda, karşı taraftadır.
· BAHÇELİ ile yok edilen ve/veya KÖTÜRÜM hale getirilen Ülkü Ocakları’nın boşalttığı alan, büyük ölçüde YAZICIOĞLU’nun Nizam-ı Alem Ülkü Ocakları tarafından doldurulmuştu. Bu hareketin de bitirilmesi için öncelikle başsız bırakılması gerekliydi. YAZICIOĞLU’nun infazının bir başka sebebi de budur. İngiltere, Türkiye’de karşılaşabileceği muhtemel engelleri bir şekilde ortadan kaldırmaktadır. Kaldırmaya da devam edecektir.


· Özellikle, Merhum Hocam HABLEMİTOĞLU’nun kaleminin kırılmasının yolunu açanla YAZICIOĞLU’nun ortadan kaldırılması için kaleminin kırılmasına neden olan şahıs AYNI’dır. Bu konuda daha önce yazdıklarımı takip edenler bu kişilerin kimler olduklarını bileceklerdir. Bu kişilerden birine, görev başındayken İngiltere’de ve Avustralya’da “Türkiye’de Hilafetin Geri Getirilmesi” konusu açılmış ve destek istenmişti. “kasaptaki ete soğan doğramam” diyen bu kişi, ÇUVAL UTANCI’nın da baş mimarıdır. Bu kişiler Büyük Britanya Çiftliği’nin EKÜRİ’leridir.


· Merhum YAZICIOĞLU’nın öldürülmesinde, Şemdinli Olayları’nda başrol oynayan ama oynadığı rolü PKK’ya mal etme başarısını gösteren (!) Genel Başkanı “Sakallı Şeytan II” olarak da anılan bir başka gurup da vardır.


· Bu gurupların Azerbaycan bağlantıları çok dikkat çekicidir. Gurupların Azerbaycan etkinliklerini inceleyenler, bazı gerçeklere çok daha çabuk ulaşabileceklerdir.


· Eski Kara Harp Okulu Komutanı Tümgeneral Reha TAŞKESEN, İngiliz İstihbaratı MI-6’in kurduğu tezgah ile tasfiye edilmiştir. Çünkü TAŞKESEN, aslında Şemdinli Operasyonu’na karşı çıkmıştır.


· Şemdinli Olayı’nın altında HAKKARİ’ye BM ya da en azından Ortadoğu NATO’sunun çekirdeğini yerleştirme isteği vardır.


· Ermenistan Olayı’nın İngiltere’nin istediği doğrultuda çözülmesinin altında da Kafkaslara BM ya da en azından Kafkaslar NATO’sunun çekirdeğini yerleştirme kumpası vardır. Bu olayın çözülmesinde Ağrı-Kars-Iğdır’ın Ermenistan ile Türkiye arasında açık/serbest şehir ilan edilmek istenmesi de bu kumpasın bir başka parçasıdır.
· YAZICIOĞLU’nun öldürülmesindeki teknik ve idari sabotajın ardındaki en önemli neden, YAZICIOĞLU’nun “Kaçma-Kurtulma” konusunda yıllar önce aldığı eğitimden duyulan endişe önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü YAZICIOĞLU, asla çarpışma anında ölmemiş, bölgeye ulaşılması engellenerek, güçleştirilerek ÖLMESİNİN kesinleşmesi sağlanmıştır.
· YAZICIOĞLU’nun helikopteri, Füze Önleme Hattı’nda helikopterin “komuta-kontrolu”nun pilottan alınması sonucu düşürülmüştür. Aynı yöntem daha önce özel Harekat Timi’ni taşıyan ve Malatya Akçadağ’da düşürülen CN-235 uçağına da uygulanmıştır.
· Merhum YAZICIOĞLU’nun helikopterde oturduğu yer, VIP (Çok Önemli Personel) için en korumalı yerdir. VIP’nin merkezkaç kuvvet ve etkisinden en az etkilenecek yerde düşme sonucu “diyaframının yırtılması, kaburgalarının kırılarak akciğere batması” sadece, bizim mahallenin camlarında çöplenen Karga Raziye’yi güldürecek bir açıklamadır.


· Kaybolan bir hava trafiğinin peşine düşmeyen 2nci Hava Kontrol Grup Komutanlığı bağlılarının, hava vasıtasının kaybolduğu son noktayı bilememesi ise en hafif ifade ile dıngıllıktır. Böylesi bir ekibe sahip olan bir generalin de orada kalması, daha da hayret vericidir. (Aynı komutanlık, her ne hikmetse Suriye içinde operasyon yapıp, pisliklerini benim ülkeme atan İsrail F-15’lerini de görememiştir, belki de görmüştür de görmezden gelmiştir.) Çünkü, radar ve hava trafik izleme kayıtlarında kaybolan uçak için en az iki konu düşünülmek durumundadır. 1. Hava vasıtası düşmüştür. 2. Hava vasıtası radar ağının görüş kapasitesi dışına çıkmıştır (alçak uçuşa geçmiştir). Böyle bir hava vasıtasının niyeti hiç de iyi değildir. Her iki durumda da olay vahimdir. 2nci Hava Kontrol Gurup Komutanlığı’nın kuruluş ve varoluş nedeni de budur. Eğer bu kuvvet bu görevi yerine getiremiyorsa, varlığına da gerek yoktur. Doğal olarak, bölge NATO Komuta Kontrol ağı içinde olan bir bölgedir. Dolayısıyla bu bölgeye ait tüm uçuş izleri ve bilgileri bütün NATO kuvvetleri ve ülkeleri tarafından da paylaşılmaktadır. Yani, kaybolan hava vasıtasından Yunanistan’ın da, İngiltere’nin de NATO askeri kanadında olmasa da Fransa’nın da bilgisi vardır.
· Buraya kadar sizlerle paylaştıklarım, rahatça herkesle paylaşabileceklerimdir. Gerisi, gerisini aslında bilmesi gerekenler biliyor ama bilmezden geliyor… Ben niye yazayım ki?
· İsterseniz minik bir deneme yapalım.


· Merhum YAZICIOĞLU’na yapılan suikastın içinde BBP için çok yakın bir konumda olması gerekir. Yani YAZICIOĞLU’nun en güvendiklerinden birinin.


· Bu kişinin partiye girişi ve tırmanışının en çok Mayıs 2005’ten sonra olması gerekir.
· Bu kişinin muhtemelen Ülkücü hareket nedeniyle uzun yıllar yargılanmış ve/veya hüküm giymiş olması gerekir…


Benden şimdilik bu kadar.
Zaten yeterince yazdım ve söylenmesi gereken her şeyi son noktasına kadar da yazdım.
Huuuuuu! orada kimse var mı?



Yazdıklarıma bir gerçeğe işaret ederek nokta koymak istiyorum. Türkiye’deki bütün Faili Meçhuller aslında FAİLİ MALUMDUR. Kimse martaval atmasın…
Merhum Muhsin YAZICIOĞLU’nun katli “Düzenli Düzensizlik” sürecinin en önemli adımlarından biridir.

23 Ocak 2012 Pazartesi

Merhum Cem YAREN'den "Çömlek Patladı" Darbesi"

Bir zamanlar RTE ona “Ağlayan Şeytan” derdi. Kadere bakın ki şimdilerde onlar “kanka” oluverdiler. Yedikleri, içtikleri ayrı gitmez oldu. Hatta birinin içine ettiği kaptan, diğeri yemek yer hale geldi.

2007 Milletvekili Genel Seçimleri öncesinde Armenian and Kurdish Party’nin avlanma alanının temizliğinde “Ağlayan Şeytan” “esas oğlan” oluvermişti.

Seçim öncesi avlanma alanının temizliği konusunda “5 imzalı” çok önemli bir belge düzenlenmişti.

Daha sonra bu belgenin aslı ortadan kayboluverdi.

Eğer bu belge ortaya çıksaydı 2007 Milletvekili Genel Seçimleri iptal edilir, en az 3 parti kapatılır ve bütün hesaplar alt üst oluverirdi. Armenian and Kurdish Party, bu belgenin “eski”, “şirin” ve “haylaz”(!) bir milletvekilinde olabileceğini düşünerek onu içeri aldırmıştı. Sonra da “serbest bırakmak” zorunda kalmıştı…

Her şey bir yana, biz esas hikayemize dönelim…

Utah’ta ikamet eyleyen “Ağlayan Şeytan” derin derin düşünüyordu, arada sırada çevresinde “vaaz”ını dinleyenler olabileceğini düşünerek burnunu çeke çeke ağlamaya başlıyor, üzerindeki hırkasını, vaaz cübbesi sanarak yakasını çekiştiriyor, burnunu da çekiştirdiği yakasına siliyordu.

Yaka, üzerinde salyangoz gezmiş gibi pırıl pırıl parlıyordu.

Uzun süreden beri kendisi resen “tekaüt” edildiğinden, sadece “noter”lik yapabiliyordu.

İçin için lanet yağdırıyordu, kendisini “tekaüt” eden Faşist Kürtçü imamına; onun şerrinden diğer imamları da korkmuş ve sinmişlerdi bir kenara. Cemaatine artık Kürtçüler hakimdi. Birden ağlamak geldi içinden, salya-sümük hıçkırmaya başladı yeniden…
Akşam olmuş, yemeğini yemiş, yemekten sonra da kendisine diyabetik şekerle yapılmış “künefe” ikram edilmişti. Ardından da 1000 mg’lık Matofin’den bir tane almıştı. Vücudunu tatlı bir rehavet sarmıştı, tam şekerlemeye başlayacaktı ki içeri o faşist Kürtçü imamı dalıvermişti, kapıyı bile vurmadan…

-"Kalk hocaefendi kalk, aldığımız kararı usulen onayla da sonra ne yaparsan yap!"
diye bağırmıştı…

“Ağlayan Şeytan”, ‘Nasıl da fark etmedim, bunun bu kadar tuğsuz olduğunu’
dedi içinden, ama köşesinde toparlanmayı da ihmal etmedi.

- "Konuşalım, sonra da onaylarız" , dedi.

Malum imam acıyarak baktı yüzüne, sonra da dışarıdakilere seslendi.

- "Ne duruyorsunuz orada, girsenize içeri !.".

Kıta imamcıkları birer sığıntı gibi içeri süzülüp kapıya yakın bir yerlere oturdular. ABD yönetimi tarafından hoca efendinin yerine atanan imam konuşmaya başladı.

- Kardeşler, bildiğiniz gibi bütün kurumlarda yönetimi ya ele geçirdik ya da ele geçirmek üzereyiz, TSK hariç.

Orayı ele geçirmezsek, diğerlerinin hiçbir önemi kalmaz. Her ne kadar elemanlarımızın birkaç tanesi birkaç yıl içinde orgeneralliğe kadar yükseleceklerse de bu yeterli değil. İçteki temizlik yıllarca sürebilir. Bu süreci hızlandırmamız gerekir. PeKeKe’deki kardeşlerimiz de TeSeKa’ya baskı yapmamızı istiyorlar. Bunun için sizlere daha önce ana hatları ile anlattığım çözümden başka bir çözümü olan var mı?


- …

- Yok mu? Aferin, olmasın zaten… Hoca efendi, işler senin planlamalarına uygun gitmiyor, olaylar bizim önümüzde koşturuyor, gündemi başkaları belirliyor. Artık ipleri ele almamız lazım.

- Nedir düşünceniz muhterem? dedi hoca efendi.

- “Çömlek Patladı” darbesi yaptıracağız, sonra da ortalığı silip süpüreceğiz.

- Nasıl? Anlamadım…

- Bir sahte darbe planlayacağız ve sonra da darbecileri ihbar edip bizden olmayan kim varsa temizleyeceğiz, hatta kendi kendilerine temizlettireceğiz.

- İçerideki mürid sayımız, bütün TSK personelinin yüzde 13’ü, sempatizanlarımız yüzde 5, müridlerimizin kontrolundakiler yüzde 38 ama yine de çok riskli bir durum. Bana kalırsa…

- Sana kalırsa… O zaman hiç bir şey yapamayız. TSK’daki kesin ve emin gücümüz aslında yüzde 6,5; geri kalanı para, pul ile tutuyoruz. Bu işi artık bitirme zamanı geldi hoca efendi…

- Peki planın nedir?

- Uzun uzun anlatacak ne zamanım var, ne de gerek var; ama ana hatlarını açıklayayım, çünkü yarın Hava Tampa’daki “askeri üs”de olmam gerekiyor. Türkiye’den gelen bizim “fındıkçı danışman” ile buluşacağız.
Kara Kuvvetleri’ndeki senin şu meşhur general var ya, onu bu işin başına geçireceğiz. Rütbesi de buna yeter. Zaten dışarıdan herkes onu ulusalcı-milliyetçi olarak bilir.

- Ama…

- Kabul etmez mi diyeceksin?

- Muhtemelen…

- Elimizdeki dosyaları ne güne duruyor? Doğu Anadolu’da “altın muhafızları”ndan aldığı külçeler; karısının kumar borçları; kızının F.Üniversitesi hastanesinde aldırdığı gayrı meşru çocuğu; beyefendinin gazeteci ile olan gönül bağı…

- Şantajla mı yani?
- Gerekirse evet…

- Geri tepmesin ? Peki sonra…

- Plan aslında çok basit. TSK’daki müridlerimiz, çevrelerinde etki altına aldıklarını “darbe” konusunda azmettirecek ve kendileri bu işe asla bulaşmayacaklar.

Onların azmettirmesi ve adres tarif etmesi yeterli olacak. O adrese meyyal olanları da “darbe listesi”ne bizimkiler dahil ettirecekler. Bu konuyu bir zincirleme reaksiyon haline getirecekler.

Aynı arkadaşlarımız, dışarıdaki sivil arkadaşlarımızla da el ele vererek elektronik postalar ve diğer unsurları kullanarak, bu gurup üzerinde etkilerini arttırıp o cepheyi daha da sağlamlaştıracaklar, onları darbeye azmettirecekler.

Bu aşamada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta, bu faaliyetler ile bizim aramızda bir bağ kurulmamasına azami derecede dikkat sarf etmek; daha da önemlisi bu darbe faaliyeti içine askeri yargı içinden mümkün olduğunca fazla taraftar toplamak ve listelerde yer almalarını sağlamaktır…

- Neden askeri yargı mensupları?...

- Darbe girişimi ortaya çıktıktan sonra darbeci personelin askeri mahkemelerde değil de kurulacak özel mahkemede yargılanmasının önünü açmak için...

- İyi ama orada daha da güçlüyüz…

- Ne yapalım, bazılarını gözden çıkartmadan esas amaca ulaşmak mümkün değil ki !? İsterseniz konumuza dönelim… Bütün bu faaliyetlerimizde arkadaşlarımız polisin teknik takibine takılsalar bile, teknik takipten çıkarılacaklar ama bu raddeye gelmeden arkadaşlarımızın tedbirli olmalarını sağlamalıyız.

Ancak, darbecileri azmettirmek isteyen arkadaşlarımız kendilerine sahte isimlerle ve özellikle bayan ismi ile e-mail hesapları açarak yoğun yazışmalar yapacaklar ve bu yazışmaların teknik takibe takılması için de yazışmalar içinde kilit kelimeler kullanacaklar. Arkadaşlarımız, bu tür yazışmaları da genel bilgisayarlardan ve azmettirecekleri kişilerin bilgisayarlarından yapacaklar. Elektronik ve diğer teknik açılardan yeterli hazırlıklar tarafımızdan yapıldı ve imamlarımıza iletildi.

- Bu hassas bir iş, ateşle oynuyoruz…

- Evet ama, biz onlarla oynamazsak onlar bizimle oynayacaklar…

- Tedbirler alındı mı, yeterli mi?

- Aslında darbe olmayacak; biz olgunlaştıracağız ve onlar harekete geçmeden “ihbar” edeceğiz.

“Darbe” emir-komuta zinciri içinde kurgulanmadığından Genelkurmay konuya çok titizlikle eğilecektir. Darbeciler yargılama aşamasına geldiğinde hükümet, ‘darbeciler içinde mevcutlarına oranla yüksek derecede askeri yargı mensubu olması’ nedeniyle yargılamanın Yargıtay tarafından “özel bir mahkeme” kurularak yapılmasını teklif ve tavsiye edecek, müzahir medyanın yayınları sonucu Genelkurmay da bu teklifi kabul etmek durumunda kalacaktır.

Bu aşamadan sonra TSK’da temizlik hareketi başlatılacak ve manipüle edilmiş “teknik takip” raporları ile önümüzü tıkayan, tıkama ihtimali olanın rütbesi ne olursa olsun temizlenecektir…
- Bu operasyonun sızma ihtimali yok mu?

- Asla ! Bütün tedbirleri aldık…

- Tedbirler…

- Hocaefendi sen ayrıntılarla meşgul olma, biz gerekeni yaparız…

- Peki buradaki dostlarımızın konudan haberi…

- Kesinlikle var ve onay da verildi...


- Benim içimi sıkan bazı şeyler var bu planın içinde, ama…

- Yemek üzerine yediğiniz künefedendir…

- …

- Mart ayını planlıyoruz, mart ayının şanına (!) uygun olsun diye…

- Hangi Mart?..

- Bir sonraki, yeni komuta heyeti yerine otursun hele, ondan sonra.

- Bu kadar süre içinde “sızıntı” olma ihtimali yükselir, beni bu ihtimal rahatsız ediyor…

- Bunu dert etmeyin, dışarı sızsa da başarılı olacaktır… Bu darbe tarihe “çömlek patladı” darbesi olarak geçecektir. Bir süre sonra gerçekler ortaya çıkacaktır ama… Geçmiş olaaaa…

(Bu planlama 17 Temmuz 2007 tarihinde ABD-UTAH yerel saati ile 19:25-19:55 saatleri arasında gerçekleşmiştir, ayrıntılara özel olarak girilmemiştir. Bugüne kadar hiçbir yayın organında yayınlanmamıştır. Ancak gereği yapılmıştır.)
 
NOT: Bu yazı zamanın Genelkurmay Başkanı, Kuvvet Komutanları, Genelkurmay İstihbarat, MİT vs... gerekli her yere daha yayınlanmadan öncce bildirilmişti. "UTAH" konusuna ise bazıları itiraz edebilir ama Cem YAREN bu konuda oldukça ısrarlıydı. Neden Pensilvanya değil de Utah diye sorduğumda "Gün gelir herkes neden olduğunu anlar" diye cevap vermişti... 

20 Ocak 2012 Cuma

Merhum Cem YAREN'den yıllar önce yazılmış bir yazı...

ŞEHİTLER TEPESİ BOŞ DEĞİL !!!


Ankara il sınırları içine girdiklerinde cep telefonları kapalıydı. Tamamı, "gidiyorum" demeden yolları düşmüştü. Hepsinin yolları Ankara'da kesişti; bir göl kıyısında ve soğuk bir hangarın içinde…
Onların her biri, illerinden özenle seçilmiş iki kişiden biriydi. Her birinin yaşı 40 ila 50 arasındaydı.
Hiç kimsenin beklemediği, yetkili herkesin "işrete" ya da "kahır"a düştüğü bir gecede; BAŞKENT'liğinin düşürülmesi planlarının uygulamaya konulduğu ANKARA'da onlar, yeni bir Erzurum Kongresi'nin neferi olarak, henüz yazılmamış tarih sayfalarında seçkin yerlerini aldılar.
Her birinin sol üst ceplerinde minik bir naylon paketin içinde illerindeki şehitlikten alınmış bir tutum toprak vardı. Aynı şehri temsil eden o "seçilmişler", birbirlerini de tanımıyorlardı.
Ankara içinde, her biri farklı bir zaman diliminde, sağır ve dilsiz vatan evlatları tarafından karşılandı. Toplantının yapılacağı yere götürüldü.
Saat 21:00'da, toplantı başladı. Buz gibi soğuk hangarın metallerinin bile soğuktan ağladığı saatlerde... Önce bir dakikalık saygı duruşu yapıldı, Sonra da sadece ağız hareketleriyle İstiklal Marşı okundu loş bir ortamda. Ardından her ilin temsilcisi, ANKARA ve KKTC'nin temsilcileri hariç, ilinin alfabetik sırası ile ortadaki masanın ortasına yerleştirilmiş minik bir kazanın içine sol üst ceplerinde taşıdıkları şehit topraklarını döktüler. Ardında KKTC'yi temsilen gelen üç, Ankara'yı temsilen gelen iki kişi kazanın yanına yürüdüler, onlar da üzerlerinde taşıdıkları şehit topraklarını kazana serpiştirdiler. Sonra da ellerini kazanın içine sokup, yurdun her bir köşesinden gelen tüm şehit topraklarını karıştırdılar; 2 çift erkek eli, 3 çift kadın eli ile. Sonra, el ele tutuşup kazanın etrafında bir daire oluşturdular; edilecek kutsal yeminlerin Allah, Millet ve Tarih huzurundaki şahitleri olmak üzere...
Ardından il temsilcileri teker teker ortaya gelip, masanın üzerindeki Türk Bayrağı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı, Kur'an-ı Kerim, bir beylik silah ve o silaha ait 165 mermi ile şehit topraklarının toplandığı kazan üzerine sağ ellerini koyarak, masanın üzerindeki "tarihi" metne sadık kalmak suretiyle yemin ettiler. Yemin edenlerin sesini sadece Ankara Temsilcileri ile KKTC temsilcileri duydu.
Yemin töreni bittiğinde, Ankara ve KKTC temsilcileri, her bir temsilciye verilmek üzere bir kaşık karışmış ve üzerine el basılıp yemin edilmiş şehit toprağı ile yine üzerine yemin edilmiş birer mermiyi minik poşetlere koydular. Yemin sırası ile yeniden ortaya gelen temsilcilere bu kutsal emanetleri birer birer verdiler. Emanetini alanlar gittikçe genişleyen bir daire oluşturdular. Ardından gelenler sırayla emanetlerini aldı, daha önce emanetini alana sarıldı, birbirlerinin alınlarında öptüler ve onlar da sıraya geçtiler. Sıra merkezdeki ANKARA ve KKTC temsilcilerine gelince onlar da emanetlerini aldılar. Ortadaki Kur'an-ı Kerim'i Hakkari'den gelen kıdemli üyeye verdiler. Beylik tabancayı, Çanakkale ili kıdemsiz temsilcisi, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağını Ankara ili kıdemli temsilcisi; Türk Bayrağı'nı da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kıdemli temsilcisi aldı. Sonra da merkezde yer alan bu müşahitler, bütün üyelere teker teker sarılıp, alınlarından öptüler, alınlarını öptürdüler. En kıdemli Ankara temsilcisi sıranın sonuna geldiğinde, üç adım ileride durdu ve her üye teker teker yanına gelerek kulağına fısıldanan özel mesajlarını alarak yine "sağır ve dilsiz" görevlilerce alındıkları yerlere bırakıldılar. Yemin töreninin yapıldığı hangarı, pek çok kişinin isim olarak tanıdığı Ankara ilinin en kıdemli temsilcisi terk ederken, sabah ezanları okunmaya başlanmıştı. Temsilci, müezzin sabah ezanına özgü "Namaz uykudan hayırlıdır" anlamındaki bölümüne geldiğinde tebessüm etti. Şairin "Dünya uyanıkken uyumak maskaralıktır" dizesini hatırladı. Sonra da gözlerini kapatıp , sağ elinin avuç içini kalbinin üzerine yerleştirip "salat-u selam" getirdi.
Ankara, Türkiye ve hatta Dünya 2008'in ilk mahmur sabahına uyanırken, 165 vatan evladı, "İKİNCİ ERZURUM KONGRESİ'NİN ANKARA'NIN BİR İLÇESİNDE YAPILAN TOPLANTISI'nın üyesi olarak memleketlerine doğru yola çıkmışlardı.
Kimse onların sesini duymamış; kimse onların bu toplantısını öğrenememiş; kutsal toplantıya halel gelmemesi için bir bardak sıcak çay bile içilmemiş, ısınmak için ateş bile yakılmamıştı. Ankara'yı buz kestiğinden, yerde ayak izleri bile oluşmamıştı.
Artık onların kimlik kartları üzerlerinde taşıyacakları birer kaşık şehit toprağı ile birer MKE yapımı 9 mm tabanca mermisiydi.
Ey Türkiye, Ey Dünya ve Ey Kainat "şehitler tepesi boş değil" demiştik ya… İşte o tepenin son temsilcilerinin ilk hikayesi…
Bu bir haber ve/veya istihbarat değildir.
Bir müjdedir.
Size, 'Türkiye sadece toprağın üzerinde gördüklerinizden ibaret değil; bir de yer altında bir Türkiye var...' demiştim, hatırlarsanız…
Bir gün birileri yukarıda sizlere söz ettiğim kimlik kartları ile size gelip bu kervana katılmanızı isteyebilir. Sakın şaşırmayın.
Ama yanında bir tutam toprak, bir mermi ile gelen herkesi de onlardan sanmayın…
Bu müjdeyi sizlere ulaştırma onurunu bana veren bu vatan evlatlarına ne kadar teşekkür etsem ve bu satırları yazma gücünü bana veren Allah'ıma ne kadar şükretsem azdır.
Gönderen Cem YAREN

10 Ocak 2012 Salı

DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR



BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.



AÇIKLAMA



GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...



SAYGILARIMLA...

DOKUZUNCU BÖLÜM –A-
DERİN DEVLETİN TAŞERONLARI


Yer Ankara, Semt Balgat-Çukurambar. Başbakanlık Müsteşarı bir Başbakan Yardımcısı’nın özel ve gizli evindedir. Stüdyo tipi daire oldukça lüks döşenmiştir, hak edilmeden elde edilen para ile yapılan harcamalar her zaman için başbakan yardımcısını mutlu etmektedir. Annesinin, babasının evinde sandalye dahi görmemiş bir yaratığın evindeki her bir sandalyenin bedeli, fakir bir ailenin neredeyse bir yıllık rızkının toplamına bedeldir. Müsteşar ise tam anlamıyla sonradan görme biridir. O makama da kulağından tutulup getirilmiştir. Tek özelliği, “kula kulluk etmek”teki maharetidir.

Salondaki toplantı masası gibi kullanılan yemek masasının ardındaki Osmanlı Arması ile yerdeki mavi ağırlıklı döşeme aslında her şeyi özetlemektedir. Efendi hem “Teşkilat-ı Mahsusa”ya arkamı dayadım hem de “Yeraltının Gayrimeşru Dünyası” yanımda imajını vermek istemektedir.

Müsteşar ikide birde saatine bakmakta ve kendi kendine söylenmektedir; “Hangi sefer zamanında geldiler ki? Özel yerde özel görüşme yapacağız, efendilere bak !..” Tam o sırada özel kalem müdürü içeri girer ve

- Geldiler sayın müsteşarım, der
- Hemen al içeri, birlikte gelsinler…
- Emredersiniz !
İçeriye girenlerle birlikte odayı birden pahalı ve içgıcıklayıcı parfüm kokusu sarmıştır. Bayanlar kahredici dekolte, frapan ve teşhiri kolaylaştıran kıyafetli, erkekler ise kimi papyonlu, kimi blazer ceketlidir ama tamamı kol düğmeli gömlekler giymişlerdir. Toplam yedi şirkettirler. Beşi İstanbul merkezli, biri Ankara sonuncusu ise İzmir…

Hep birlikte uzun bir toplantı masası etrafında yerlerini alırlar.

Müsteşar beklemeden konuya girer;

-  Hoşgeldiniz, sizlere beş atama için on aday bildireceğim. Bu makamlar bizim için çok önemli, süreniz en fazla altı ay. Önce getirilen ve beğenilen her dosya için ödeme miktarı 500 milyar, beğenilmeyen ama zamanında gelen dosyalar için masraf ödemesi dosya başına 75 milyar. Anlaştık mı?
-   ….
Müsteşar sessizliği “kabul” olarak algılayıp derin ve geniş evrak çantasından çıkardığı dosyaları onar lı paketler halinde temsilcilerin önüne doğru ittirir. Temsilciler önlerine sürülen dosyalara teker teker ve dikkatlice göz atarlar. Buse sessizliği ya da kağıt ve dosya sesini bozar;

- Bu seferkiler oldukça temiz gibi görünüyorlar, uğraştıracaklar…
Diğer temsilci Cemre de Buse ile aynı düşünceleri paylaştığını ifade eder ve ekler;

-  Kesinlikle, Buse haklı; bir de üstüne üstlük hiç biri tanınmıyor, en azından bizim tarafımızdan.
Emir;

-  Arkadaşlara katılıyorum, bunları çözeriz ama bu günlerde başka bir problem daha gündemde DİNLENİYORUZ, İZLENİYORUZ… Bu konuda bilginiz vardır umarım…
-  Hayır yok, ilk kez sizden duyuyorum. Peki ya sizler, sizler için de aynı şeyler söz konusu mu? Ama bilmelisiniz ki adaylarımızda “Bizim ekibimiz”in mensupları, bu nedenle tanımıyor olmanız da normal, bu elemanlar çok önemli, harcanacak tek elemenımız da yok.
-  Evet,
-  Evet,
-  Evet,
-  Evet, ama biz, sizin…
-  Ne alakası var canım, niye sizi izlettirelim ve dinlettirelim ki?
-  Sadece dinleme ve izleme ile kalınsa iyi bir de herkese cinsel tercihine göre bir de seks çengelleri atılmaya çalışılıyor…
-  Ay vallahi benim şikayetim yok… Kemal adında koç gibi biri, elimi sıktığında bile içim eriyor…
Emir’in bu serzenişine diğer temsilciler kahkaha ile gülerken müsteşar gülmemek için dilini ısırmakta ve güya elindeki bir dosyaya göz atmaktadır. Ardından;

-  Peki sizce kim bunlar?
-  Devlet olmalı, bizdenler, pervasızlar..
-  Bence de..
-  Evet kesinlikle…
-  O kadar fütursuzlar ki yatak odamda bile böcek buldum.
-  Eh dinleyen bayram etmiştir…
Soner’in bu sözleri karşısında Buse birden delirir;

- Sana mı sorduk gizli ibne, benimle uğraşma yoksa o deliğini diktiririm…
-
Müsteşar devreye girer;

- Hanımlar, beyler, beycikler, lütfen… Ciddi bir konu var ortada… Bu konuya ilişkin elinde görüntü ya da eşgal olan var mı?
Emir söze girer;

-  Size gittiğim barlarda, kulüplerde peşime takılanların görüntülerini verebilirim…
-  Ben de size masaj salonunda beni izleyenlerin görüntülerini verebilirim ama biraz bozuk görüntüler, salondaki sistem profesyonel değil…
-  Peki bütün deliller, görüntüler, her ne varsa bana gönderin ama özel kuryelerinizle. Ben de konuyu beyefendiye arz edeyim…
-  Bizim ekip konuyu Başbakan’a geçen gün bahsetti sayın müsteşarım…
-  Beyefendinin başbakan olduğunu nereden çıkardınız ki? Hem de sizler?
-  Haaaa evet, doğru, özür…
-  Yaaa, ben bazen sizlerle neden çalıştığımızı anlayamıyorum. Bana bazılarınızın kapasiteleri çok düşük geliyor nedense…
Buse söze girer,

- Özür dileriz sayın müsteşar, biz burada yetiştik, yetiştirildik, sizin gibi tekke tezgahından geçmedik…
- Buse hanımmmmm….
- Efendim Sayın Müsteşar, yetiştiğiniz tekkenin bilgileri bu zarfta
Buse çantasından çıkardığı kaliteli sarı büyük zarfı eliyle müsteşara doğru ittiriverir… Müsteşar her zamanki alışkanlığı ile zarfı aralayıp ve içinde neler olduğunu göz atarken yüzü renkten renge girmektedir… Sonra bozuntuya vermeden;

-  Toplantı bitmiştir arkadaşlar, işinizin başına dönseniz iyi olur. Buse Hanım siz kalın !
Buse toplantı salonunda kalmıştır, gözleri ışıl ışıldır. Buse hen başına buyruktur, hem de agresif; aslında kapasitesi bu araştırmalara yetmemektedir ama patronları onu kurye ve yem olarak kullanmaktadırlar. O da bunların hakkını fazlasıyla vermektedir.

Herkes çıktıktan sonra;

-  Buse Hanım, dosyaların kopyaları ya da yapılan işlemlerin artıkları sizde kalmayacak dememiş miydik?
-  Kalmadı Sayın Müsteşar, bu benim özel araştırmam. Özellikle de sizin için yapılmadı, siz başkası için yaptığım bir araştırmada oltaya takıldınız…
-  Peki kimmiş bu araştırdığınız?
-  Binbaşı Cem, Sayın Müsteşar…
-  Binbaşı Cem mi? Buse Hanım biz binbaşılarla uğraşmayız bilmiyor musunuz?
-  Öyle mi? İçişleri Bakanı ile evli büyük kızınız öyle düşünmüyor ama… Öyle görüntüler var ki elimde, bir tanesi kamuoyuna sızsa…
-  Neee !
- 
-  Siz ne diyorsunuz? Benim kızım…
- 
-  Sizin kızınız var yaaaaaa… Bana müsaade Sayın Müsteşar, getirdiğim dosyalardan en az üçü bizde kalmalı…
-  Buse Hanımmmm !
-  Ne var Sayın Müsteşar, reddederseniz İttihat Terakki bıyıklı bir seks kölesini herkes seyreder, başta da Beyefendi…
Müsteşar çöküp kalmıştır. Ama yapacağı bir şey de yoktur… En kısa sürede gelişmeleri Beyefendi’ye aktarması gerekmektedir. Başbakan Yardımcısının özel evinden çıkar…

Plakası değiştirilip sivil plaka takılmış resmi aracına biner ve araç telefonunu kullanarak Beyefendiden önceki istasyona ulaşmaya çalışır.

-  Alo !
-  Ben Dinçer, Başbakanlık Müsteşarı, bana en kısa sürede “Padişah Dilimi” hazırlatır mısınız?
-  Tabii ki Dinçer Bey,
-  Az önce çıktı, sıcacık, ustabaşı da yanımda…
-  Az sonra uğrayacağım, 10-12 dakikada oradayım..
-  Peki efendim bekliyoruz…
Müsteşar’ın aracı Ankara Hoşdere’de bir tatlıcının önünde durur. Şoför koltuğundan müsteşar iner ve tatlıcıya doğru yönelir. İçeri girince kasiyer;

- Usta sizi imalathanede bekliyor
- Peki kızım…
Müsteşar aşağı indiğinde ünlü hukukçu yani “Beyefendi” koltuğunda oturmaktadır. Kalın kemik gözlükleri ardında fıldır fıldır dönen gözleri ile Müsteşarın içeri girişini takip ederken elindeki fincandan Türk Kahvesi’ni yudumlamaktadır.

-  Hayırdır Dinçer ?
-  Efendim, yediler takip altındalarmış… Az önce muttali oldum.
-  Evet, biliyorum…
-  Ama…
-  Herkes “Bilmesi gerektiği kadar” bilecek Dinçerrrr !
-  Ama efendim…
-  Sarı zarftan sonra nutkun da tutulmuş aklın da karışmış Dinçerrr !
- 
-  Ne oldu, haberimin olmayacağını mı sanıyordun?
- 
-  Bak çocuk, “örtülü” hesaplarının kaydını tutan o bakana de ki; “Sen de benim gibiyişsin, Beyefendi öyle diyor…” Ulan hadi anladık, tek başına bir bok ye de karını neden oltaya yem olarak takıyorsun? Hadi taktın, canının çektiği ile niye bu boku yiyorsun?  
-  Beyefendi…
-  Ne var, haksız mıyım? Allah’tan hepsi bizim çocuklar… Şimdi bir de büyük kızın çıktı, o da lezbiyen hem de  en tepedekinin karısı ile… Ya bu nasıl bir devlet? Devleti kontrol altında tutacağız diye sizin gibi deyyuslarla uğraşmak zorunda kalıyoruz, sanki devlet yönetmiyoruz da pezevenklik ya da kerhanecilik yapıyoruz… Hadi şimdi defol git ! Buse ye de dokunma, seni götünden şişe geçirir, ibne döneri diye satarım…
- 
-  Anladın mı?!
-  Evet efendim…
-  Yıkıl karşımdan…
Müsteşar yukarı çıktığında kasiyer kızın kendisine müstehzi bir şekilde baktığını fark eder, dükkandan çıkar, arabasına biner ve makamına doğru hareket eder. Kendi kendine söylenmektedir; “Herkes onun adamı…, bu nasıl iş? Bu deyyusu televizyonda seyreden de ne kadar muhterem adam der”…

Makamına geçtiğinde önünde bazı dosyalar olduğunu görür. Az sonra başbakan yanına çağırır.

-  Dinçer Bey, beş kadro için araştırmalarınızı yaptıysanız bana sonuçlarınızı getirir misiniz? Çok önemli kadrolar, atamaları bir an evvel yapmak gerek…
-  Sayın Başbakan’ım, araştırmalar sürüyor. Özellikle sizin verdiğiniz isimlerle ilgili en ufak bir pürüz olmamasını istiyorum. Biraz zaman alacak…
-  Ne kadar mesela Dinçer Bey,
-  En çok 180 gün Sayın Başbakanım…
-  Yani altı ay…
-  Evet Sayın Başbakanım…
-  Çok uzun, çabuklaştırın…
-  Emredersiniz Sayın Başbakanım…
-  Dinçer Bey, jandarmanın ve emniyetin elindeki obzervasyon (dinleme) araçlarının listesini çıkarttır, gayrı-resmi yoldan, can sıkıcı ihbarlar ve şikayetler var…
-  Emredersiniz Sayın Başbakan’ım…
-  Unutmadan MİT’e dokunma onu aldım ben…
-  Aldınız?...
-  Evet ne oldu Dinçer Bey? Alamaz mıyım?
-  Şey…
-  Teşekkürler Dinçer Bey, çıkabilirsiniz…
Buse görüşmeden çıktıktan sonra sevimsiz haberi alır, Binbaşı Cem’in bayan arkadaşı Aslı evinin camından düşüp ölmüştür. Haberi, Cem Binbaşı’nın peşine taktığı elemanı getirmiştir. Elemanın ifadesine göre, ölüm bir kazadan çok cinayete benzemektedir. Olay yeri inceleme ekibi ile savcı gelmiş ve Cem hemen merkez komutanlığı ile emniyet müdürlüğüne alınarak sorgulanmıştır. Şu saatlerde Cem Binbaşı, Bahar ve İsrafil hastanededirler. Morgdaki Aslı’nın başını beklemektedirler. Olay yeri inceleme ekipleri Cem’in evinde ve çevresinde hala bir şeyler aramaktadırlar. Buse elemanına:

-  Sen oralardan ve peşlerinden ayrılma, bana bütün gelişmeleri bildir, senden sonra göreve gelecek olana da dediklerimi harfi harfine aktar, deyip görevliyi gönderir.
Canı çok sıkkındır, Cem bu olayı kendisinden bilecektir. İşyerine geçer ve düşüncelere dalar, az önce kendisine Başbakanlık Müsteşarının verdiği dosyalara öylece göz atarken biri dikkatini çeker. Buse bu adamı tanımaktadır, Cem ile defalarca birlikte görmüştür. Şirketin müsteşarlığına getirilmek istenenlerdendir. Ama hakkında “dosya”lık bir mazi ve kayıt yoktur. Dosyaya daha dikkatli bakar ve gözleri parıldar. Cem’e daha iyi ulaşmanın yolu Orhan Bey’den geçmektedir. Bir kızı vardır Orhan Bey’in, babası emekli tuğgeneraldir, o da şirkette görev almıştır. 12 Eylül’den sonra bir sınır ilinde valilik de yapmıştır… Dosyayı inceledikçe farklı bilgiler kafasında birleşmektedir. Orhan Bey uçkuruna da hakimdir, akçalı işlere bulaşmamıştır, şirkette iyi bir sicili vardır, bütün ekiplere eşit mesafededir ve kıskanılan elemanlardan biridir.  Bir süre Afganistan’da Cem ile birlikte görev yapmış ve Türkiye’ye müzahir bir Afgan Lideri korumuş, Türkiye ile arasında irtibat görevi yapmışlardır. Buse dosyayı inceledikçe Orhan Bey ile Cem arasında çok sıkı bir bağ olduğunu fark eder. Eldeki verilere bakarak Orhan Bey, balık avlamayı da çok sevmekte ve şirketten arkadaşları ile sık sık balık avlamaya da gitmektedir. Bir fotoğrafta Cem ile birlikte Sarıyer’de sahilde balık avlarken görünmektedirler. Buse “Tamam, Orhan’ın dosyası benim” der… Bürodan arabasına binmek için çıkar, asansörle garaj katına iner, asansörden iner ve arabasına doğru yürür, uzaktan kumanda ile aracının kapısını açar, etrafa şöyle bir bakıp direksiyonun başına oturur, anahtarı kontağa sokup çevirir, araba çalışır, düşünceler içinde evine doğru yola çıkar. Evine geldiğinde arabasını park eder ve garajdan şifreli ve alarm sistemli kapıyı geçerek evin içine girer. Doğruca yatak odasına geçer. Hızla soyunur, banyoya geçer ve jakuzinin dolmasını beklemeden kendini içine bırakır. Sıcak su yükseldikçe sistem kanalları teker teker devreye girer ve devirdaim kademeli olarak başlar. Buse rahatlamıştır, gözlerini kapar, birden başına bir silah dayanır. Bir sol el boynunun sol tarafını dolanır ve çenesinden tutar. Boynunu hafif dışarı kanırtarak çevirirken:

-  Orospu, ne istedin Aslı’dan?
-  ….
-  Cevap ver orta orospusu, Aslı’dan ne istedin? Kime işlettin bu cinayeti pis fahişe !
Ses Cem’in sesidir ve umduğu gibi olmuştur. Cem, bu olayla ilgili olarak kendisini suçlamaktadır.

-  Ben yapmadım, kimseye de yaptırmadım. Duydum ve üzüldüm, kim olduğunu birlikte bulabiliriz, çok samimiyim..
-  Beynine dayalı silahla yola geliverdin, az sonra da yalvaracaksın zaten kaltak !
-  İster inan ister inanma, ama yanlış yerde ve yanlış hedeftesin…
-  Senden başka kim olabilir pislik !
-  Kimlerle uğraştın, hangi deliğe çomak soktun nereden bileyim, ama ben ve ekibim değil kesinlikle ama Çetin GİR ekibinden bizim dışımızda biri olabilir.
- 
-  Bak Cem ben değilim, olsam söylerim, o gece senin arabanı ben yaktırdım ama Aslı’yı ne ben öldürdüm, ne öldürttüm ne de bu konuda bir bilgim var, bırak beni, seninle paylaşmak istediklerim var, hem de çok önemli…
-  Ölümü görünce nasıl da gevşedin orospu !
-  Cem ben orospuyum, pisliğim, fahişeyim, orta malıyım tamam ama başında ve belki benim de başımda başka dertler var, dur konuşalım, ikna olmazsan yine istediğini yaparsın…
-  Peki sen nereden biliyorsun öldürüldüğünü kahpe !
-  Seni ve onu takip ettiriyordum, onlardan gelen bilgiler…
Cem önce Buse’nin boynunu gevşetir, sonra da tabancasını kafasından çeker. Buse Cem’e:

-  Gel, birlikte salona geçelim ve konuşalım
Cem şaşkındır ama itiraz etmez, ayağa kalkar, Buse de ayağa kalkar ve çırılçıplak vücudu Cem’in gözlerinin önündedir. Ama Cem’in hiçbir şey umurunda değildir. Buse üstten ve yandan püskürtücüleri açar, durulanır ve umarsızca çırılçıplak banyodan çıkar, ince dokuma cam göbeği yeşil bir bornozu üzerine alır ve banyodan çıkarlar. Yatak odasından geçmek için hareketlenirler Cem geriden gelmektedir ve salona girdiklerinde bu kez Cem’in kafasına iki silah birden dayanır… Cem şaşkındır, ilk kez bu kadar savunmasız yakalanmıştır, tabancasına bile davranamamıştır. Buse;

-  İndirin silahları lan, siktirin gidin, herif içeri dalmış, banyoma kadar girmiş siz kalkmış götoşluk yapıyorsunuz, bizi yalnız bırakın! dediğinde iki elamanı hayretler içindedirler. Bir an yerlerinden kımıldayamazlar ama sonra silahlarını indirip dışarı çıkarlar.
Cem aslında hala şoktadır. Buse’nin kendisine ikram ettiği dry martiniyi bile neredeyse fark etmeden tek yudumda içmiştir. Buse:

- Ulan bizi kimse bu kadar sevmedi be, sen Aslı’ya gerçekten yanıkmışsın.
-
- Heyyyyy binbaşı, bu kadar savunmasızlık iyi değil, toparlan daha yapılacak çok işin var… Hatta sonunda beni öldürmek… Bu arada sence kim yapmış olmalı?
-
- Sana sordum Cemmmm !

Cem deli danalar gibi odada volta atmaktadır, zaman zaman ellerini önünde kavuşturmakta, genelde sağ eli çenesini sinirli sinirli okşamaktadır.

- Düşünüyorum, ama…
- Ama ne? Kimlerin ayağına bastın, hem de nasırlı olanına?
-
- Kiminkine basmadım ki desene… O zaman, baştan başla… Ben bu işte yokum ve bu konuda benim bilgim yoksa… Kim olabilir? Bizim taraf olmaz diyorum, benim haberim olmadan asla yapmazlar diyeceğim ama tam olarak diyemiyorum…
- Yani…
- Ben sana yanaşamadığıma göre, başka bir hatunu yanına itelemek isteyebilirler mi? Sen hissetmeden…
-
- İyi düşün binbaşı…
Buse Cem’in karşısında sanki kimse yokmuş gibi hareket etmekte, sere serpe oturmaktadır ama Cem’in hiçbir şeyi fark edecek hali yoktur. Cem’in böylesine bir zaafının olacağını hiç düşünmemiştir. Cem duygusaldır…

Cem birden sağ elini yumruk yapıp duvara olanca hızı ile vurur ve hızla evden çıkar gider… Buse’nin evinin uzağında bir taksiye biner ve şoförü kendi evine doğru yönlendirir. Olay yeri inceleme ekipleri işlerini bitirmiş ve gitmişlerdir, Bahar ise onu binanın girişindeki bahçede, metal çöp kutusuna poposunu dayamış vaziyette  beklemektedir. Cem;

-  Bahar, bana anlatmak istediğin bir şey var mı?
-  Olay yeri inceleme ekipleri uzun süre kaldılar, az önce toparlanıp gittiler, başka bir şey yok…
-  Onu sormadım Bahar, Aslı ile ilgili benim de bilmem gereken bir şey var mı, bilmediğim, bana anlatmadığın…
-  Aslında…
-  Evet Bahar, aslında…
-  Bugün işyerinde konuştuk, seninle ilgili, bana pek çok şey sordu hatta…
-  Hatta ne Bahar?
-  Sevişirken sende olan değişikliklerden de bahsetti…
-  Nasıl?
-  Yani siz sevişirken o sana beni sorduğunda senin daha da çılgınca seviştiğinden söz etti ve bana sordu, “Sen de Cem’i istiyor musun?” diye…
-  Sen ne dedin?
-  Evet dedim Cem, EVETTTT…
- 
-  Bunları neden sordun Cem?
- 
-  Başka bir şey var mı Bahar? Benimle ilgili, benim bilmem gereken?
-  Ne olabilir ki?
-  Olmalı Bahar, mutlaka olmalı, iyi düşün… Kocan birlikteliğimizi biliyor mu mesela?...
- 
-  Bahar !?
-  Biliyor…
-  Nasıl biliyor?
-  Seni de biliyor Aslı’yı da, beni sana karşı kullanmak istiyor…
-  Konuştunuz mu bunları?
-  Evet…
-  Sen kabul ettin mi?
-  Şey… Ben…
-  Evet mi Bahar!?
-  Evet Cem ama…
-  Aması maması yok, yani senin bize karşı olan muhabbetin bir tezgahtı, yazıklar olsun sana Bahar !
-  Cem bir dinle…
-  Ne dinleyeceğim, ağzınla söyledin…Peki Bahar, Aslı’nın öldürülmesiyle ilgili bir şey biliyor musun? İyi düşün…
-  Hayır Cem, hiçbir şey bilmiyorum…
-  Bahar, iyi düşün… Benimle ilgili ya da Aslı ile ilgili eşin ile bir şey konuştunuz mu ya da onun çevresiyle…
- 
-  Bahar, lütfen… Sana inanıyor ve güveniyorum ama lütfen… Aksi çıkarsa kendi ellerimle öldürürüm seni…
-  Sonucu ne olursa olsun, razıyım… Evet, eşim bana seni elde etmemi istedi ve beni bu konuda serbest bıraktı… Onunla konuşmuştuk…
-  Peki sen, sen beni elde etmek istiyor musun?
-  Evet ama sevgim için…
-  Baharrrr, bu nasıl bir sevgi,  sevgilimin en yakın arkadaşı ve sırdaşısın ama beni elde etmek istiyorsun…
-  Cem, daha Aslı’nın cenazesi kaldırılmadı ama biz neler konuşuyoruz, farkında mısın?
-  Evet, en azından yattığı yerde rahat etsin kız…
-  Ben de istiyorum aynı şeyi ama bana azap çektirme, beni suçlama, ben de en az senin kadar üzgünüm…
- 
-  Neden sustun?
- 
-  Peki, sen bilirsin. Al bunlar evin anahtarları ve ben ortalık yerde bu akıldışı konuşmayı sürdürmek istemiyorum. Eve gidip, üstümü değiştirip hastaneye gideceğim…
-  Yarından itibaren bu evi boşaltacağım, artık burada kalamam, ben de seni bırakayım ama önce ben de üzerime bir şeyler alayım. Seni evine kadar götürür, orada seni bekler sonra da hastaneye döneriz..
Bahar itiraz edemez. Cem’in evine çıkıp gelmesini bekler. Sonra da Cem’in şirket tarafından verilmiş zırhlı Jaguar’ı ile yola çıkarlar. Yolda tek kelime etmezler. Lojmanlara geldiklerinde Cem, Bahar’ı evinin önüne bırakır ve “45 dakika sonra seni evin önünden alırım” deyip lojman nizamiyesine yakın bir yere parkeder ve beklemeye başlar… 45 dakika sonunda dediği gibi General Lojmanı’nın önüne gider ve Bahar’ın kendisini beklediğini görür. Arabasına alır ve Aslı’nın naaşının bulunduğu hastaneye doğru yola çıkarlar.

-  Kocam da öğrenmiş…
- 
-  Duydun mu Cem?
-  Evet..
-  Sence garip değil mi?
- 
-  Cemmmmm…
-  Evet, garip, ben de düşünüyorum… Sana bunu nasıl söyledi Bahar?
-  Müjde verir gibi, “Yolun açıldı” dedi…
-  Aynen böyle mi söyledi?
-  Evet, hatta, “Artık gerisi sana kalmış” diye de ilave etti… Cem korkuyorum, sanki…
-  Evet, sanki…
-  Sen de aynı şeyleri düşünüyorsun değil mi?
-  Neyi?
-  Aslı’yı bizimkinin de bulunduğu o ekip öldürtmüş olmasın?
-  Düşünüyorum, zamana ihtiyaç var…
-  Cem, korkuyorum artık…
-  Neden? Bak senin önünü açmak için Aslı’yı öldürttüler, neden korkuyorsun ki?
-  Cem, ben bu oyunun neresindeyim? Senin için neyim?
- 
-  Umarım bir gün cevap verirsin… Ama ben onların sermeyesi değilim, olmayacağım da…
-  Bahar, bazı şeyleri söylemek için çok erken ama bir tek konudan emin ol. Bana karşı dürüst olduğun müddetçe benim için hep değerli olursun… Seni korurum diyemiyorum, çünkü sevgilimi bile koruyamadım…
Sözcükler Cem’in boğazında tıkanmıştır, gözleri dolmuş ve daha fazla konuşamamıştır. Hastaneye vardıklarında girişte Buse’nin ayaküstü sigara içtiğini görür, hayret eder. Baharla yanına yaklaşır ve:

-  Hayırdır? Neden buradasın?
-  Sana destek verebilmek için, bugün evden çıkarken Allahaısmarladık bile demeden çıkıp gittiğin için… Ama bakıyorum, destek verenlerin var…
-  Tanıştırmadım sizleri, Bahar. Aslında Bahar seni tanıyor, ama sen onu…
-  Ben de onu tanıyorum, tanımaz olur muyum? Bizim ekipten Tümgeneralin genç, güzel ve çekici karısı…
Ortalıkta buz gibi bir hava eser, Bahar ile Buse birbirlerine yiyecek gibi bakmaktadırlar. Cem oralı bile olmaz, morga doğru yönelir. İç cebinden minik bir Kur’an-ı Kerim çıkarır, morgun yakınlarında bir banka oturur ve Yasin okumaya başlar… Bahar da yanına oturur, sessizce onu seyrederken düşüncelere dalar. Buse ise ayaktadır, onları seyretmektedir. Bir süre sonra o da yorulmalıdır ki Cem’in diğer tarafına o da oturur ve o da düşüncelere dalar…

İsrafil uzaktan göründüğünde Cem Kur’an okumaya ara verdiği için onu fark eder ve ayağa kaklıp ona doğru gider. Küçük Kur’an-ı Kerim’i fermuarlı muhafazasına koyup iç cebine yerleştirir.

- Hoş geldin İsrafil…
- Sağol Cem Binbaşım…
- Nasılsın?
- Karmakarışık duygular ama üzgünüm, aslında onu çok seviyordum ama, aması var işte, ona layık olamadım… Şimdi çok pişmanım… Sana kızgınım, ama bir taraftan da sana saygı duyuyorum…
- İsrafil, hasımız ama düşman değiliz, bu gün hepimiz için çok önemli ve çok acılı… Bari bu gün…
- Haklısın Binbaşım, husumet ve diğer düşünceleri bir süreliğine dondurmak gerek…
- Hadi gel, seni Bahar ve Buse ile anıştırayım…

İsrafil’i Bahar ve Buse ile tanıştırırken, İsrafil ile Buse’nin tepkileri dikkatini çeker. Buse ile İsrafil sanki daha önceden birbirlerini tanıyor gibidirler…
Sabahın ilk saatlerinde Bahar da, Buse de uykuya yenik düşmüş ve her ikisi de Cem’in omuzlarına dayanıp uykuya dalmışlardır. İsrafil sık sık sigara içmek için dışarı çıkmaktadır. Bir süre sonra elinde 4 plastik bardak çay ve bir ıslak mendil paketi ile geri döner.

- Günaydın diyelim mi binbaşım, yüzlerini ellerini silsinler ve ayılma çayı içsinler…
- Sağol İsrafil, iyi olur… Hadi hanımlar çaylar geldi, uyanın…
Buse de Bahar da gözlerini açtıklarında, nerede olduklarını şaşırmış gibi davranır sonra da toparlarlar… Her ikisi de mendillerle yüzlerini ve ellerini silip çaylarını yudumlarken İsrafil’e teşekkür ederler…

Saat dokuz olduğunda İsrafil ile Cem morgdan içeri girerler ve Aslı’yı yıkayacak olan bayan görevli ile konuşurlar. Sonra dışarı çıkıp beklemeye başlarlar. Cem elindeki zarfa görevlilere verilecek bahşişleri yerleştirirken Buse ile Bahar onu uzaktan izlemektedirler. İsrafil, Cem’e;

-  Paylaşmamız lazım binbaşım, ne de olsa hala benim eşim…
-  İsrafil, bana kalırsa sen paylaşmayı düşündüğün kadarını başka hayır işlerine harca ki Aslı’nın arkasından dua etsinler. Eğer senden bir şey alır ve görevlilere bahşiş olarak verirsem Aslı yattığı yerde rahat edemez. Haksız mıyım?
- 
Buse, uzaktan Cem’in bütün davranışlarını izlemektedir. Hatta Cem’in parası yetmeyip, bankamatikten kredi kartı hesabından para çektiğini fark edince içinden; “Bu nasıl bir adam, çözemedim. Baş belası mı yoksa baş tacı edilecek biri mi, bir anlayabilsem…Hem duygusal, hem düşünceli…” diye geçirir…

Az sonra görevliler, yıkanmış, kefenlenmiş cenazeyi almaları için İsrafil ile Cem’i içeri çağırırlar. Aslı’nın cenazesini yıkayan bayan görevli;

-  Eşi kim? der…
Bir süre sessizlik olur ve İsrafil konuşur,

-  Cem binbaşı… Sonra da orayı terk eder…

Cenazeyi yıkayan kadın,

-  Binbaşım, otopside çok hırpalanmış, dikişlerin üzerine jel sıkıp yıkadım, sonra da jelleri söktüm ve öyle yıkadım. Nihayetinde yine jel sıktım, kan sızmasın diye. Son bir kez yüzünü görmek ister misiniz?
-  Evet, lütfen…

Kadın, Aslı’nın kefeninin baş kısmını açtığında Aslı’nın yüzündeki olanca tahribata rağmen Cem Binbaşı eğilir ve Aslı’nın alnından öper, sonra da elleri ile yüzünü okşar ve;

-  Kapatabilirsiniz… der.

Kadın, Aslı’nın kefeninin baş kısmını kapatır. Üst taraftan bağlar ve diğer görevlileri çağırıp tabuta yerleştirilmesini ister. Cem, kimsenin dokunmasına izin vermeden Aslı’yı tabuta yerleştirirken naaşı kucaklar ve tabuta yatırır. Sonra da cebinden çıkardığı zarfları görevlilere, görevlerine göre verir. Tabutun kapağını kapatır. Dışarı çıkar.

Dışarıda Bahar, Buse ve İsrafil onu beklemektedir.

-  Tabutu kapattık, şimdi cenaze aracına konulacak. Kocatepe Camisine götüreceğiz. Oradan da Karşıyaka Mezarlığı’na…

Kimseden tek kelime çıkmaz. Birlikte dışarı çıkarlar. Cem arabasının anahtarlarını Bahar’a verir. “Ben cenaze aracında olacağım, Kocatepe’de görüşürüz” der. Sonra da Aslı’nın tabutunun bulunduğu aracın arka koltuğuna oturur. Buse olan biteni uzaktan izlemektedir. İçinden; “Adam gerçekten seviyormuş, şu haline bak, sanki bir anda 70 yaşına dayanıverdi görüntüsü” diye geçirir içinden.

Cenaze aracı Kocatepe Camisine geldiğinde, başka bir cenaze olmadığını gören Cem toplanan kalabalığa hayret eder. Sanki gökten insan yağmıştır. Kadınlı erkekli, çocuklu kalabalık tabutun musalla taşında yerini almasını seyrederken puslu gözlerle cenaze yakınlarına “Başsağlığı” dilemektedirler. Tam o sırada etraf birden hareketlenir. Korumalar ite kaka cenazeye katılanları Cem’den uzaklaştırıken arkalarından Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU görünür. Cem’e yaklaşan TÜRKMENOĞLU, bir eli ile Cem’in elini sıkarken diğer eli ile de Cem’in Sağ kolunun dışına sol elini koyarak;

-  Başın sağolsun, Allah sabır versin evladım. Kızıma çok üzüldüm. İşlerin hafifleyince mutlaka bana gel. Bir ihtiyacın var mı oğlum, emir subayım burada yanında kalacak. İstediğin, ihtiyacın ne ise ona söyle….
-  Sağolun komutanım, kalmasına gerek yok. Hiçbir ihtiyacımız yok. En kısa sürede yanınıza gelirim komutanım.

Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’ndan sonra daha pek çok rütbeli ve rütbesiz zevat Cem’e “başsağlığı” dilerler.

Cem yanında durmakta olan İsrafil’e döner ve;

-  Aslı ile dini nikahınız var mıydı?
-  Vardı ama sonra biz birbirimizi boşadık…
-  Emin misin?
-  Evet, eminim…
-  Neden sordunuz Binbaşım?
-  Önemli değil, sağol…

Orgeneral TÜRKMENOĞLU, Aslı’nın cenaze namazı kılınırken Kocatepe avlususunun uzak bir köşesinde kılınan cenaze namazını seyretmektedir.

Cenaze namazı kılınmış, cenaze Karşıyaka Mezarlığı’nda defnedilmiştir. Herkes gittikten sonra Cem mezarlıkta kalır, taze mezarın kenarına oturur ve Aslı ile konuşmaya başlar. Olan biteni uzaktan Orhan Bey, Bahar, Buse ve o güne kadar hiç Cem’in hiç karşılaşmadığı bir adam izlemektedir; adam diğerlerinden farklı olarak Cem’i uzaktan ve gizlenerek izlemektedir. Üzerinde mezarlık çalışanı kıyafeti vardır. Uzakta bir mezarın ayak ucuna yakın bir taşa oturmuş uzun Yeniharman sigarasını içine şiddetle çekmektedir. Birden Cem’in yanına doğru sinsice sokulan birilerini fark ettiğinde sağ elinin yanındaki el arabasının içindeki örtünün altında saklı susturuculu otomatik tabancayı avucuna alır ve bekler. Cem’e yaklaşanlar iki kişidir ve çapraz bir güzergahtan yaklaşmaktadırlar. Bir süre sonra adam yaklaşanların birinin elindeki susturuculu tabancayı fark eder ve çevresini hızla kontrol edip adama yönlendirdiği otomatik tabancanın tetiğine basar. Bir anda adamın sendeleyip yere yuvarlandığını gören adam silahını ikincisine yönelttiğinde onun da yere yıkılmakta olduğunu görür. O anda Cem’in yakınında duran saçlarının üst tarafı dökük, iyi giyimli, gözlerinde güneş gözlükleri olan Orhan Bey ile göz göze gelir. Bir süre bakışırlar. Sonra adam, olanca hızı ile selvi ağaçları arasında kayboluverir. Orhan Bey, profesyoneldir ama bir anda adamın hem profesyonel hem de acemice davranışına anlam veremez. Ama içinden gelen ses; “Dokunma! o da sizden biri, Cem’i koruyor” diyordur. Cem olan biteni fark edememiştir bile. Orhan Bey, akşam hava kararmaya başladığında Bahar ile Buse’yi mezarlıktan gönderir. Kendisi ve uzak korumaları orada kalırlar. Cem Aslı’nın başında sabah ezanlarına kadar kalır. Başında sürekli konuşmakta, zaman zaman da elindeki minik fener yardımı ile Kur’an okumaktadır. Sabah ezanları ile birlikte Cem hareketlenir. Karşıyaka Camisi’ne doğru ilerler ve namazını cemaatle kılar. Namaz çıkışı, imamın yanına yaklaşır bir şeyler konuşur, imamın itirazlarına ve isteksizliğine rağmen onu sürükleyerek Aslı’nın mezarı başına getirir. Diz çökertir…. Olanlara daha fazla kayıtsız kalamayan Orhan Bey Cem’in yanına geldiğinde Cem;

-  Abi sen…
-  Evet evlat, ben, ne yapıyoruz?
-  Abi Aslı ile nikahımı kıyması için imam efendiyi getirdim gönülsüz... Canımı sıkıyor…
-  Tamam evlat… Bir iki dakika sabret hemen geliyoruz…

Orhan Bey, karanlıkta kaybolurken imam olanlara anlam veremeden arkasından bakmakta, arada sırada da Cem’e bakarak sadece “Tamam, tamam, kıyalım…” demektedir. Aradan beş-altı dakika geçmiştir ki Orhan Bey ve yanındaki adamları ellerini, yüzlerini mendillerine kurulayarak yanlarına gelirler. Şimdi mezarın başında imam dahil sekiz kişi olmuşlardır. Bir de onları uzaktan kimliği meçhul adam izlemektedir. İmam nikah dualarını okumak ister ama başarılı olamaz. Sesi titriyor ve korkuyordur. Cem;

-  İmam efendi korkma, söylediklerimi tekrarla sonra da sen devam et; ben Türkçesini okuyacağım sen biliyorsan Türkçe devam edersin, bilmiyorsan Arapça devam edersin… “Allah’a hamd olsun. Peygamberimiz Hz. Muhammed’e, âl ve ashabına salât ve selâm olsun.
Nefsimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a sığınırız.
Bir tek Allah’tan başka ilâh olmadığına ve O’nun ortağının bulunmadığına şahadet ederiz. Hz. Muhammed’in O’nun kulu ve resûlü olduğuna da şahadet ederiz.
Allah’ım! Bu evlilik akdini mübarek eyle. Bu çiftler arasında ülfet/geçim, sevgi ve evliliklerinde sebat nasip eyle, aralarında nefret, geçimsizlik ve ayrılık var eyleme.
Allah’ım! Bu çiftlerin arasında Âdem (a.s.) ile Havva; Hz. Muhammed (s.a.s.) ile Hz. Hatice ve Hz. Ali (r.a.) ile Hz. Fatıma (r.a.) arasındaki var olan ülfet, geçim ve kaynaşma var eyle.
Allah’ım! Bu çifte salih çocuklar, uzun ömürler ve bol rızık ihsan eyle.
Ey Rabbimiz! Eşlerimizi ve çocuklarımızı bize göz aydınlığı kıl ve bizi Allah’a karşı gelmekten sakınanlara önder eyle.
Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik, güzellik ve nimet ver, ahirette de iyilik, güzellik ve nimet ver ve bizi ateş azabından koru.
Senin Rabbin; kudret ve şeref sahibi olan Rabb, onların nitelendirdiği şeylerden uzaktır, yücedir. Peygamberlere selâm olsun. Hamd, âlemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur…”
Cem duanın sonuna gelmiştir ama İmam efendi bir türlü devreye girememiştir. Orhan Bey, imamın kulağına eğilir ve;
-  Efendi ya şu nikahı kıy ya da son duanı et !

İmam birden dilleriniz ve hızlı hızlı Cem’in okuduğunun Arapçasını okumaya başlar. “Elhamdü lillâhi rabbil-âlemîne vas-salâtü ves-selâmü ‘alâ Rasûlinâ Muhammedin ve ‘alâ âlihî ve ashâbihî ecme’în. Ve ne’ûzü billâhi min şurûri enfüsinâ ve min seyyiâti a’mâlinâ…” Ardından da Cem’e dönüp;

-  Hanımefendinin babasının adı neydi? Hanımefendinin adı? Sizin babanızın adı, sizin adınız?

Cem cebinden bir kağıt parçası çıkarır ve imama uzatır, hepsi burada yazıyor der. Hava aydınlamaya başladığından imam yazılanları gayet açık okuyabilmektedir. Nikahın hükümlerini yerine getirmeye başlar, önce kadının babasının ve kendi adını söyleyip nikahlanma onayını ister. Cem devreye girer ve;

-  İmam Efendi, mevtaya sorma, bak burada vekili var, deyip Orhan Bey’i işaret eder. İmam bunun üzerine sorularını Orhan Bey’e sorar…

Vekilden ve Cem’den onaylarını üçer kere alan imam, şahitlerin de şahadetini üçer kere aldıktan sonra

-  Ben de akd-i nikah ettim, der ve duasına başlar “Allahümmecal hazel akte meymunen mubareken vecal beyne-hüma ülfeten ve mehabbeten ve karara ve la tecal beyne-hüma nefreten ve fitneten ve firara. Allahümme ellif beynehüma kema ellefte beyne Ademe ve Havva. Ve kema ellefte beyne Muhammedin ve Hadice-tel-kübra ve Aişe-te ümm-il müminine ...”

Tören sona erdiğinde, uzaklarda ki adam da “Aminnnn ! Ben de şahidim Allah’ım” der ve ellerini yüzüne götürür.

Cem İmam’a dönerek, cebinden çıkardığı şişkin zarfı verir ve ona;

-  İmam efendi, Aslı hanım ile bizim kendi aramızda akdimiz vardı, biz burada sadece tören olarak nikah tazeledik. Müsterih ol, iyi bir şeye vesile oldun, der.

Cem, Orhan Bey ve adamları mezarlıktan ayrılırken imamı da evine bırakırlar. Onları izleyen adam yine arabası ile Cem’in peşindedir. Yolda Cem;

-  Orhan abi, neden kaldınız? Sağolun, Allah razı olsun ama sen ve adamların benim yüzümden…
-  Sus oğlum, sana karşı mahçubuz, utanıyoruz. Kızımızı koruyamadık, bari seni koruyalım…
-  Allah korur abi, o kadar işin-gücün içinde bir de sabaha kadar…
-  Kötü mü oldu, bir de nikah yaptık bak…
-  Sağol abi…
-  Zamanı değil ama, kendine dikkat et. Sen mezarın başındayken sana yaklaşan iki leş aldık. Birini ben hallettim, diğerini de bir adam, peşine düştük ama yakalayamadık, profesyonel, nişan almadan ateş etmiş tek mermide herifi kafadan götürmüş…
-  Kim o adam abi?
-  Bilmiyoruz, biz de merak ediyoruz ama…
-  Anladım abi, o zaman şimdi peşimizde olmalı…
-  Evet, peşimizde bizimkiler uzak izleme yapıyorlar ama plaka sahte, araç zırhlı…
-  Sağol abi, siz ya da ben çözen diğerine bilgi verir…
-  Tamam evlat… Seni nereye bırakalım?
-  Buse’nin evine…
-  Neeee !
-  Evet abi, bitirmemiz gereken bir iş ve çözmemiz gereken bir sorun var…
-  Peki ama kendine dikkat et, Buse..
-  Biliyorum abi, ne kadar kaçarsam o kadar üstüme gelir. Ben üstüne gideyim ki o kaçsın…

Orhan Bey ve adamları Cem’i Buse’nin evinde bırakırlar ve Cem dış kapıya yaklaştığında Buse’nin sesi diafonda duyulur.

-  Günaydın Cem, kahvaltı hazır, banyo da…

Cem, Buse’nin evinin iç kapısından girdiğinde Buse onu banyoya doğru kendi eliyle götürür ve odada bırakıp kahvaltı masasının başına geçer. Cem’i beklemeye başlar. Cem banyodan çıktıktan sonra üzerindeki bornoz ile masanın yanına gelir ve;

-Peşime, beni korumak adına birini mi koydun?
-….
- Neden hayret ettin? Dosdoğru sordum...
- Hayır ! Ne oldu?
- O zaman beni temizlemeye iki kişiyi sen gönderdin.
- Sen delirdin mi? Hayırrrrrr?
- Mezarlıkta iki kişi beni temizlemeye çalıştı, ikisi de geberdi ama birini geberteni ben ve biz tanımıyoruz…
-…
- Ne oldu?

Buse, şaşkındır, çökmüştür. Gidenleri tanımıyordur. Ama yaşananlara da anlama veremiyordur. Cem’in tanımadığı biri ya da birileri onu korumaya almıştır ya da Cem’i öldürme zevkini başkasına bırakmak istemiyorlardır. Cem’in bu konuyu bu kadar açıkça kendisine sormasına da tam anlam verememiştir. Cem’in aklından neler geçmektedir?

-  Neden bunları bana anlattın açık açık Cem?
-  Sen beni neden bekliyordun? Geleceğimden de emin olarak?
- 
-  Sen neden beni bekliyorsan, ben de sana o nedenle açık açık sordum.
-  Seni çözmek neredeyse imkansız Cem…
-  Seni çözmek de Buse…

Cem ile Buse birlikte bir şeyler atıştırırlar. Sonra Cem geldiği giysilerini giyerek evden çıkar ve taksi ile Aslı’nın öldürüldüğü evlerine gider. Eve vardığında, bütün gece uyumadığı gözlerinden, yüzünden belli olan Bahar kendisini bahçedeki telefon kutusu üzerinde otururarak beklediğini görür. Hayret eder.

- Bahar !?
- Efendim Cem ?
- Bütün gece buradamıydın?
- Evet…
- Neden?
- İlk geceyi yalnız geçirmeni istemedim, belki gelirsin diye bekledim…
- Yalnız değildim, Aslı’ylaydım…
- Sabah’a kadar mı?
- Evet… Şaşırdın mı?
- Hayır, öyle olacağını da düşünmüştüm. Hatta mezarlıkta kalmak da istedim ama…
- Teşekkürler Bahar ama…
- Teşekkür etme Cem, teşekkür etme… Beni yaralama…
- Ben yukarı çıkıp giysilerimi alacağım, gelmek ister misin?
- Hayır, ben burada bekleyeceğim…
- Peki, hemen geliyorum…

Cem, yukarı çıkar ve kısa sürede giysilerinden hemen alması gerekenleri alır, valize koyar ve aşağı iner. Aşağı indiğinde Bahar onbu beklemektedir. Birlikte Cem’in arabasına binerler ve Cem, Bahar’ı Kent Otel’e götürür. Sadık Bey’i yoldan arayan Cem yan yana iki oda ayırtır. Odalardan birine kendi elleriyle Bahar’ı yerleştirir. Diğer odaya da giysilerini koyarak dışarı çıkar. Kent Otel’den çıkmadan önce Orhan Bey’i arar ve mümkünse Bahar’ın korumaya aldırmasını ister. Sonra da emlakçı arakadaşı Sidal’ı arar, kendisine uygun bir ev bulmasını ve eski evindeki eşyalarını oradan yeni eve taşıttırmasını söyler. Sidal ile Cem yıllardır birbirlerini tanımaktadırlar, Sidal Cem’in mahiyetindeki bir personelinin eski bayan arkadaşıdır. Evlenmeden ayrılmışlardır. Sidal yıllardır tek başına yaşamaktadır ve emlakçılık yapmaktadır. Sidal’ın eli her zaman Cem’in üzerinde olmuştur. Cem bunu hep hissetmiş ama bir türlü Sidal ile konuşamamışlardır. Pek çok yerde, hiç beklemediği anlarda ve durumlarda Cem bazı ağır badireleri, burnu dahi kanamadan atlatmıştır. Bu durumlarda Cem’in aklına ilk önce nedense hep Sidal gelmiştir. Sidal Zaza’dır ve Türkiye eski güzellerindendir.  1,78’lik boyu, kusursuz vücudu, uzun bacakları, duru beyaz yüzü, simsiyah saçları, incecik beli, incecik el ve ayak bilekleri, ela gözleri, memeleri yüzüne yapışık kulakları, dolgun ve büyük sayılabilecek ağzı, orta büyüklükteki göğüsleri, uzun parmaklı elleri ve sürekli olarak kullandığı mini etekleri ile Sidal hemen her erkeğin rüyalarını süsleyebilecek bir kızdır. Ama bu güne kadar bir tek erkeği olmuştur, onu da Sidal terk etmiştir. Sidal’ın en belirgin özelliklerinden biri de altından hiç eksik etmediği son model Saab arabasıdır. Sidal her yıl arabasını yeni model bir Saab ile yenilemektedir. Ve Saab arabası kendisine gelmeden Nokia firması tarafından avionikler ve muhabere sistemleri ile donatılmaktadır. Cem’in dikkatini de çeken budur. Sidal istemediği taktirde aracının 500 mt civarında asla telsiz ve elektronik haberleşme yapılamamaktadır. Sidal, Cem’in hiçbir yaşgününü atlamamakta ve nüfus kağıdında yazılı olan tarihte değil de gerçek doğum gününde ve saatinde kendisini arayarak “iyi dileklerini” iletmektedir. Hatta Cem, özel görevde dahi olsa, o an ona Sidal mutlaka ulaşmaktadır. Cem, Sidal’a bu durumu hiç sormamıştır. Bir keresinde Cem Sidal’ın doğum gününde ondan habersiz evine gitmiş, kapıda Sidal’ı kendisini bekler bulmuştur. Sidal’ın Cem’e sürekli söylediği; “Sen insanı sorgulamadan seviyor ve güveniyorsun. Rahatsız etmeden, kırmadan, şüphelenmeden, kıvırmadan, delikanlıca” cümlesidir. Pek çok kereler Sidal Cem’i evine çağırmış, onunla aynı yatakta normal yaşamında da olduğu gibi çırılçıplak yatmış, ama bir kez bile elleri ya da tenleri birbirine değmemiştir. Sidal’a “Neden erkeğin yok?” denildiğinde, benim “Emanet olduğum bir erkeğim var, başkasına da gerek yok” demektedir. Sidal Cem’e, sadece bir ve ilk kez; “Seninle yatmaya ihtiyacım var ama ben sana kendimi emanet ediyorum, benimle öyle yat” demiştir. Cem de emanete hiç ihanet etmemiştir.

Cem bunları düşünürken, kendisini Kocatepe Camii yakınında bulur. Arabasından iner ve onu bir gün önce Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’nun cenaze namazını uzaktan izlediği yerde bulur. Cem o köşeye gider ve kenardaki bordürün üzerine oturur, düşüncelere dalar. Bir gün öncesini yeniden yaşar. Orada kaç saat kaldığının farkında bile değildir. Uzaktan bir adam hala ve sürekli olarak Cem’i izlemeye devam etmektedir. Cem düşünceler arasında, havanın kararmaya başladığını bile fark edememiştir. Birden;

-  Cem, başın sağolsun, Allah sabırlar versin, senin eksikliğini bana hiç yaşatmasın… cümlesi ile irkilir.

Başını kaldırdığında Sidal karşısındadır, bütün güzelliğiyle ve gözleri buğuludur. Belki de yaşamında ilk kez ayağında mini etek yoktur, strech bir pantolon ile tam karşısındadır.

-  İlk kez kendin geldin, geçmiştekilerin aksine…
-  O kadar düşündün ki beni…
-  Yine soru sormayacağım belki bir gün sen anlatırsın…
-  Günü gelir onun da… Hadi bana gidelim…
-  Gelemem, otelde kalacağım ve yanında bulunmam gereken biri var…
-  Bahar mı? O da burada…

Cem şaşkınlıktan küçük dilini yutacak gibidir. Gerçekten de Bahar Sidal’ın 50-60 metre gerisinde onlara doğru bakmaktadır.

-  Nasıl oldu, bu? Ben…
-  Orhan Dayımın haberi var, merak etme..
-  Sen…
-  Evet… Benim dayım…

Birlikte Kocatepe Camisinden çıkarlar, kapıda bekleyen Sidal’ın arabasına binerler. Bahar tek kelime etmemektedir. Söze Sidal başlar…

-  Cem benim, hem arkadaşım, hem son erkeğim hem de ahretliğimdir. Sakın erkeğim dediğinde başka şeyler düşünme, erkeğim dediğimde cinselliği dışarı at geri kalan ne varsa hepsini al, hem de eksiksiz olarak… Arkadaşımdan sonra evimde yatağımı paylaştığım tek erkek Cem, bana kadın gibi dokunmayan tek erkek, ilk ve son erkek.

Bahar şaşkındır. Hem de çok şaşkın. Cem’i tanıyalı beri yaşamında, o güne kadar hiç bilmediği şeyler ile karşılaşmaktadır. Cem sevilmeyi, özlenmeyi, beklenmeyi hak etmektedir. Cem “erkek”, “adam” denilmeyi hak etmektedir, hem de hiç tereddütsüz…

-  Görüyorum ve anlıyorum ki sen de ona yangınsın, bak onun yanında söylüyorum. Sen “kadın” gibi kadın ol, “kadınlık gururundan taviz verme” o bir gün senin olur… Eğer beklentin buysa, ama beklentin “adam gibi bir adam”ın kadını olmaksa işin daha da zor. Sabretmelisin, içini hiç bozmamalısın… Bahar, çok konuştum belki de konuşma hakkım da yok, haddim de değil ama Cem benim için çok değerli. Onun yanındaki herkes ve her şey de benim için çok değerli, kısaca sen de benim için değerlisin. O boynuzlu kocandan boşan, sana yakışmıyor, özgür ol, rahat ol, mutlu ol… Böylece Cem’e daha yakın ol.

Sidal konuşurken zaman su gibi akıp gitmiştir. Bahar ise şoktadır, içinden isyan etmek gelmektedir ama sesini dahi çıkaramamaktadır. Araba, Sidal’ın evinin kapısı önünde durduğunda kapıdan dışarı önce Cem iner ve hemen arkadaki Bahar’ın kapısını açar, onu elinden tutup indirirken Sidal arabanın içinde oturmaktadır. Cem Bahar’ın elinden tutup Sidal’ın kapısının önüne gelir ve bu kez onu  kapısını açar, onu da diğer eli ile arabadan indirir. Sidal daha kapıyı kapatmadan ikisine de kolları ile sıkı sıkı sarılır ve yanaklarına birer öpücük kondurur. Bahar yine şoka girmiştir. Bu nasıl bir ritüeldir. Hatta bir ara Sidal’ın lezbiyen olduğunu bile düşünür, Cem’in de kendisini ona sunacığını… Sonra kendinden utanır. Aslında otel odasında karşısında o mini etekli hali ile Sidal’ı gördüğünde içinde farklı bir şeyler olmuştur Bahar’ın, o güne kadar hiç hissetmediği ve yaşamadığı türden…

Sidal’ın evi Bolu’ya çok yakındır. Çamlar arasında iki katlı bungalov. Arkasında ise büyük bir bahçe, serbestçe dolaşan evcil hayvanlar, inekler, koyunlar, sıpalar, taylar… En dipte ışıkların ortasında ise küçük ahşap bir kulübe… Bahar’a gösterir o kulübeyi ve der ki “İşte ben Cem’in koynuna orada girmeyi severim… Odun ateşinin aydınlattığı yer yatağında, ocağın başında, askılı çaydanlıkta demlenmiş çayı içtikten sonra…” Sonra da Bahar’ın koluna girer Sidal, “Çok güzel bir kadınsın, Cem güzelleri sever. Ama hem içi hem de dışı eşit derecede güzel olanları. Orospuyu bile sever Cem, yeter ki içi dışı bir olsun ve özünde yamukluk olmasın.” Bahar, Sidal’ın kolundayken adeta titremiştir, içinde yangınlar başlamıştır, lavlar vücudunda dolaşmakta, bacaklarından aşağılara akmaktadır. Sidal’ın etkisi üzerinde o kadar şiddetlidir ki kendisine sahip çıkması mümkün değildir ve adeta Sidal’ın gönüllü tutsağı gibi olmuştur. Birlikte eve girdiklerinde sade ancak sıcak bir ortamla karşılaşmışlardır. Gösterişsiz, ancak seçkin bir ortam. Sidal yeniden söze girer;

-  Baharcığım biz yukarı çıkalım, bu gece birlikte aynı odayı paylaşırız, Cem de odasında uyur. Sonra da Bahar’ın elinden tutup adeta sürüklercesine yukarıya doğru çeker. Baharın Sidal’a karşı koyması mümkün değildir. Peşi sıra gönüllü olarak sürüklenir…

Sidal’ın yatak odasındadırlar. Büyük bir yatak, karşısında büyük bir ayna, yanlarda odalara açılan kapılar. Sidal, yandaki odalardan birinin kapısını açar. İçeride gömme mükemmel bir havuz vardır. Yan taraflarda da üç tane kurna. Osmanlı Hamamı…

-  Hadi soyun, şurada peştemaller var, giy üzerine ve gir içeri. Ben de geleceğim, kendini yenilenmiş hissedeceksin, hatta yeniden doğmuş. Sonra da Bahar’ın yanına gelir ve ellerinin arasına Bahar’ın yüzünü alıp,
-  Canım, rahat ol, kilitlendin kaldın. Bak ben senin bundan sonra en iyi arkadaşın, dostunum. Üzme beni…

Sidal rahatlıkla Bahar’ın yanında soyunmaya başladığında Bahar’ın adeta nefesi kesilir, heykel gibi bir kadın vücudu vardır karşısında. O güne kadar hiç bir toplantıda, seansta ve hiçbir resimde, filmde dahi görmediği… Kendisi de soyunmaya çalışır ama tutuktur. Sidal soyunmuş ve peştemalını bile takmıştır. Birden Bahar’ın yanına gelir ve

-  Anlaşıldı, seni kendine ben getireceğim Baharcığım deyip Bahar’ın giysilerini elleriyle çıkarmaya başlar, hem de hoyratça. Bahar gökyüzündedir, bazen yeryüzüne çakılmakta, sonra tekrara havalanmaktadır… Sidal Bahar’ın külodunu elleriyle çıkardığında;
-  Çok duru ve örselenmemiş bir vücudun var. Allah’ın verdiğine sahip çık ve bak, yoksa kurur gidersin bebeğim, Cem bakımlı kadınları sever, teni parfüm değil de temiz ten kokan kadınları, der. Sonra kendi elleriyle peştemalı Bahar’ın vücuduna sarar ve elinden tutup hamamın havuzuna doğru götürür. İçeri girdiklerinde Cem de havuzdadır. Üzerinde onun da peştamal vardır. Bahar ise sanki hayal dünyasında…
-  Cem, Bahar’ı ihmal etmişsin. Yaprak gibi titriyor. Anlaşılan benim özel olarak onunla ilgilenmem gerekecek…
-  İyi olur Sidal, yaşananlardan ben de o da çok etkilendik. Bizi bağışla…
-  Ne demek Cem, ben şaka yaptım…
-  Bahar, iyi misin?
-  İyiyim Cem, sadece yorgunluk çöktü sanırım, uykusuzluk… Özür dilerim…

O sırada hamamdan içeri üç genç bayan girer, üzerlerinde onların da peştemaller vardır. Yanlarına gelirler ve kurnaların başına oturup beklemeye başlarlar. Sidal Bahar’a dönüp;

-  Bak Baharcığım, kızlar bizi yıkayacaklar, kese yapacaklar, sabunlayacaklar, masaj yapacaklar. Kendini onlara bırak olur mu, sabaha yeni doğmuş gibi kalkacağından eminim.

Bahar tek kelime bile edemez, kendini tamamıyla akışa bırakır. O kadar yorgunluk, uykusuzluk üzerine yaşadığı bu anlar… Kendini kızlardan birinin eline bıraktığında, vücudundan sanki bir şeylerin akıp gittiğini hisseder. Masaj esnasında da uyuyup kalır. Üç masöj Bahar’ı yukarı çıkarırlar, uyanmamıştır, Sidal’ın yatağına çırılçıplak yatırırlar ve üzerine de ipek ince bir yorgan örterler, odanın ısısını 22 dereceye ayarlarlar ve bırakırlar. Bahar uyandığında kendini çırılçıplak ve yine çırılçıplak yatan Sidal’ın yanında bulur. Sidal Bahar’ı seyrediyordur. Gülümser ve eli ile Bahar’ın yanağını okşar.

-  O kadar masum ve o kadar durusun ki, o kadar da el değmemiş…
-  Ben…
-  Korkma Baharcığım, birlikte yatıyoruz, kıyamadım seni başka bir odada ve yatakta yatırmaya, yanında olmak istedim. Uyanırsa veya sabah uyandığında konuşuruz dedim.
-  Teşekkür ederim…
-  Bir şey değil bebeğim, bana teşekkür etme…

Sidal bunları söyledikten sonra Bahar’a doğru yaklaştı ve yanağından, dudağına yakın kısımdan sıcacık dudakları ile öptü. Sonra da saçlarının içinde ellerini gezdirmeye ve konuşmaya başladı. Bahar’ın o andan itibaren yalan söylemesi, gizlisi, saklısı olamazdı. Sidal Bahar’ı adeta teslim almıştı;

-  Baharcığım sana bazı şeyleri anlatmalıyım, senin de merak ettiğini düşündüğüm şeyleri.
- 
-  Cem, eğer seni istemese asla yanına almaz, görüşmez, seni otele yerleştirip başına da şirketten dostlarını dikmez. Seni asla Kent Otel’e götürmez. Seninle aynı arabaya binmez. Cem anladığımn kadarıyla seni sevmiş, sana inanıyor, sana güveniyor…
- 
-  Nasıl tanıştınız bilemem, merhum Aslı’yı tanırım ama hiç konuşmadık. Güzel bir kadındı, ateşli, arzulu, kadın, dişi, tutkulu ama sen bir kadın olarak ondan üsttesin. Ve görüyorum, hissediyorum ki sen hayatında en fazla iki ya da üç kez bir erkekle birlikte olmuşsun, sevişmemişsin bile… Ama katıldığın seansları kimse bilmediği gibi Cem de bilmiyordur muhtemelen. Mümkün olduğunca en kısa zamanda ona da anlat olur mu?
- 
-  Utanma Bahar, vücudun bana bunu söylüyor, bakışların, dokunuşların, tavrın, tepkilerin… Cem özgürlüğüne düşkündür, bağlasan durmaz, kolunu koparır yine de özgürlüğü seçer. Cem’e soru sorma sakın, üsteleme, çok konuşma, klasik kadın olma, sıradan kadınların yaptıklarını yapma, parfüm bile kullanma, günde beş kez yıkan ama parfüm kullanma. Cem’in gözlerine bak konuşurken, asla ayırma. Dikkat ettim de Cem gözlerini senin gözlerinden kaçırıyor. Çünkü Cem gözleriyle sevişmeye başlar, Cemle önce gözlerle sevişilir… Çok derin gözlerin var, kısıldığında daha da çekici oluyorlar, ela gözler gidiyor yerine mavi, gri karışımı bir dişinin gözleri geliyor… Ama sabırlı ve saygılı ol. Cem’i sevdiğini değil, saygdığını, onu saygıdeğer bulduğunu hissettir.
-  Siz benim içimi okuyorsunuz karşılaştığımızdan beri, beni esir aldınız bilmeden…
-  Siz deme bana bebeğim, sen de, Sidal rahat ol, bırak kendini, bana Cem’e inandığın ve güvendiğin kadar inan ve güven… Ben sana her şeyi öğreteceğim, kullanlmana rağmen bilmediğini düşündüğüm kadınlığı da…
-  Ne olur, beni yanlış anlama ama ben sana karşı koyamıyorum, çaresizim, acizim, savunmasızım…
-  Baharcığım istemediğin hiçbir şey olmaz bebeğim, dert etme. Sen olduğun gibi ol, erteleme, yutkunma, frenlerini kullanma, sadece ak… Bak, yaklaşık 4 saattir yanımda yatıyorsun, sabahın neredeyse üçü ve sana dokundum, okşadım tenini, tepkiler aldım, hem de muhteşem tepkiler  ve ben de uyuyamadım yanında, sana hayran kaldım, sana kıyamam ve seni üzemem çünkü ben de sen de Cem’in kadınıyız… Aslında birlikte yatabilirdik bu yatakta üçümüz, ama sana sormadık bunu, izin almadık… Çünkü ben de Cem de et peşinde değiliz, ten peşinde de değiliz. Biz onurlu yaşamak peşindeyiz… Sende en az Cem kadar benimsin ve bana yakınsın… Ve bebeğim, ben lezbiyen değilim, bugüne kadar böyle bir ilişki yaşamadım çünkü içimde böyle bir şey hissetmedim… Cem ve ben, her ikimiz de nerede duracağımızı biliriz, talanı da sevmeyiz…

Bahar kendinden geçmiştir, bu sözler ve sohbet Bahar’ı çok etkilemiştir. O sırada yanında yatan o kadın heykeli ayağa kalkmıştır ve Bahar, Sidal’ın vücudundan gözlerini alamamaktadır. Sidal, yumuşak mavi ışıkta pırıl pırıl parlayan vücudu ile ilerideki masanın üzerinden bir büyük meyve tabağını alır ve yatağa getirip Bahar’ın ayak ucuna doğru bırakır. Sonra da:

-  Ne içersin bebeğim? Meyve ve peynir tabağı var, ne dersin sana şarap ikram edeyim mi? Yumuşak bir şarap, ama içimi yumuşak, derecesi yüksek… Sabah yine Osmanlı Hamamı var, dert etme…
-  Peki Sidal her şeyi sen seç, bu gece senin sözlerini dinlemek istiyorum..
-  Tamam işte, bu mudur? Budur…

Sidal yatağın üzerine meyveyi, peynir tabağını getirmiş, sonra da şarap kovasını alıp yanına gelmiştir. Başındaki birkaç düğmeye dokunduğunda yatağın kenarları oval eğimlerle kalkmış, rahatça uzun oturma pozisyonu belirmiştir. Bahar birden çırılçıplak olduğunu hatırlar ve panikler, üzerine çarşafın kenarını atmaya çalışır… 

-  Üşüdün mü bebeğim?
-  Hayır, şey…
-  Anladım, rahat ol, istediğin gibi ol ama rahat ol….

Bahar utanır, utanmasına kendisi bile hayret eder. Seanslardaki tavrını düşünür ama bütün yaşadıklarına rağmen utanır ve üzülür. Ama Sidal’ın dediğini yapar, rahat olur, üzerine çektiği çarşafın ucunu bırakmaz ve üstü hafif örtülü kalır, göğüsleri dışarıdadır ama alt tarafı örtülüdür. Karşısında Sidal bacağını dik vaziyete getirip bacağını da üzerine atınca yine içinde lavların akmaya başladığını hisseder. Sidal oturuşunu değiştirir, bu kez bağdaş kurar Bahar’ın karşısında. Şarabı tek ve büyük bir kadehe koyar, sonra da Bahar’a uzatır;

-  Hoş geldin bebeğim
-  Hoşbulduk Sidal şerefine…

Sidal, Bahar’ın yudum aldığı yeri arar, bulur ve bu kez kendisi oradan bir büyük yudum alır. Sonra da;

Benden iğrenirsen, başka bir kadeh vereyim ama biz Cem ile bütün içecekleri, içkiyi, suyu böyle içeriz. Genelde de tek çatal, kaşık, bıçak ile yemek yeriz.

-  Hayır Sidal, hoşuma gitti…
-  Cevabın da benim…
-  Bir şey sorabilir miyim?
-  Cem, size dokunmadan nasıl …
-  Bana dokunmadan nasıl benimle yatıyor mu?
-  Şeyyyy, evet…
-  Yaşamak sadece tensel ilişki demek değildir ki, Cem ve ben, birbirimize dokunmadan da çok şey yaşayabiliyoruz. Hem  de hiç kimse ile yaşamadıklarımızı ve belki de yaşayamayacaklarımızı… Tanıştığımızda o benim arkadaşımın komutanıydı. Bizim tayin gecemizdi. Sabahında arkadaşım ile tartışmıştık, bana el kaldırmıştı, vuramadı ama bana vurmuş kadar oldu. O masada bizim karşımıza düştü, arkadaşım bizi tanıştırdı. Sohbet ederken birden gözleri gözlerime takıldı, ne kadar zaman bakıştık bilmiyorum. Belki bir, belki iki dakika. Konuşmadan. Kimse fark etmeden. Sonra o bana;
-  Bitmiş gibi sanki, hatta gibisi yok… Reha, ataman hayırlı olsun, bana müsaade. Sidal Hanım, yanlış anlamayın, gördüklerim benim bu masada oturmama engel oluyor, özür dilerim, kabalığımı bağışlayın. Yeni atama yeri Six ATAF size de hayırlı olsun…
-  Ben kalıyorum Cem Bey, Reha tek başına gidiyor…
-  Nereden çıktı şimdi bu Sidal, birlikte gitmiyor muyuz İzmir’e, hani sen…
-  Hayır Reha, yolun açık olsun… Beni bekler misiniz Cem Bey?

Cem masadan kalkmış, ileride masaların ortasın da oturan komutana “kalkması gerektiğini” söylemiş, kapıdan çıkmaktaydı. Reha Yüzbaşı, arkadan koşup gelmiş, Cem’e ani kalkışın sebebini sormak istemekteydi. Sidal ise Cem’in arkasından kapıya varmış ve dışarı çıkmak üzereydi. Reha Yüzbaşı Sidal’ı durdurmaktan çok Cem’in peşindeydi. Cem ise oralı bile değildi. Reha;

-  Binbaşım ne oldu birden, neden kalktınız, hayırdır?
-  Reha Yüzbaşım, ben göreceğimi gördüm ve o masada işim olmadığını anladım. Yerinize dönün ve geceye katılanlarla ilgilenin…
-  Ama binbaşım…
- 
-  İşte böyle bir olayla başladı. Ben dışarı çıktığımda elim, ayağım boşaldı. Arabamı kullanamayacağımı anladım ve gözlerimden yaşlar süzülmeye başladı. Cem’in arabası benimkine yakındı, sendeledim ve bunu gören Cem yanıma geldi. Bana “Neden kalktınız, sizin gecenizdi. İyi görünmüyorsunuz” deyince ben de ona “Beni de alıp buradan götürün, en azından şehre ya da taksi durağına kadar” diyebildim. Cem koluma girdi, beni arabasına bindirdi ve o da yanıma binip aracını çalıştırdı. Sonra da bana, “Gözlerinizde müthiş şeyler gördüm, sanırım Reha size vurmuş ya da dövmüş. Korku, tiksinti, üzüntü gördüm. Ondan dolayı da orada bulunmak istemedim.” dedi. Ben de kendisine bu kadar nasıl emin olabiliyorsunuz, deyince. “Doğru olmasaydı burada işiniz ne?” deyiverdi. Ben de ona, belki de Reha’dan bıktım ve sizi gözüme kestirdim, olamaz mı? dedim. Birden fren yaptı ve yolun sağına çekip durdu. Sonra da bana dik dik bakıp “Siz mi? Siz bu kadar şıpsevdi birisisiniz öyle mi? Dalga geçmeyin Sidal Hanım, benimle değil, kendinizle dalga geçmeyin lütfen” dedi. Şoktaydım. Nasıl anlamıştı, nasıl okumuştu olan biteni ve beni nasıl da etkileyip oradan dışarı sürüklemişti? Anlayamadım. Büyülenmiş gibiydim. O durduğumuz yerden hareket edip yola revan olunca ben de anlatmaya başladım. “Vurmadı, sadece vurmak için elini kaldırdı. Ben de elini tuttum. İşte o anda bütün dizili küpler yıkılıverdi. Özür diledi defalarca ama küpler bir kere yıkılmıştı işte… Ama siz, siz nasıl anladınız gözlerime bakarak? Siz bana bakmaya başladığınızda sizi sıradan zamparalardan sanmıştım ama, sonra içimdeki ses, bakışlarına karşılık ver, bırak içinde dolaşsın dedi. Dolaştınız da hem de her yeri, gfirip çıkmadığınız oda kalmadı içimde biliyorum.” Bu sözlerim üzerine Cem de bana, “Siz de benim içimde dolaştınız, siz de bir tek gizli oda bırakmadınız. Hatta, kilitli olanları bile açtınız.” Haklıydı, ilk kez bunları yaşıyordum. İlk kez bir erkeğin bakışlarına karşı koyamamıştım. İlk kez bir erkeği, hem de hiç tanımadığım bir erkeği içime almıştım. Hem olan biteni çözmek hem de Cem’in iç dünyasını didik didik edebilmek için, bir kez daha bakmak istermisiniz gözlerime, bir kez daha bakmamı ister misiniz gözlerinize? dediğimde. Cem bana dönüp, “Ne zaman, nerede, ne kadar süre ile?” deyiverdi. Ben de bütün fütursuzluğumla bu gece, benim evimde, istediğin kadar, birbirimize hiç dokunmadan deyiverdim. Cem,“Bu gece, sizin evinizde  ve istediğim kadar, sizce doğru bir tercih mi?” Evet, Cem Bey, her şeyi arkada bıraktım, geriye dönüp bakmam, dedim. Cem de bana “Nereye gidiyoruz?” dedi. Burayı tarif ettim ona, buraya kadar geldik. Onu, buradaki Osmanlı Hamamı’na davet ettim. Yıkandık, ne olacağı umurumda bile değildi. Yıkanıp çıkınca, bu yatağa geldim üzerimde havlularla Cem de şu ahşap ağırlıklı berjere oturdu üzerinde havlularla. Oradan bakmaya başladı gözlerime. Olmaz dedim, yakınıma gel; bana “Oltanın ucunu göster balıkçı, bana oltanın ucunu göstermeyen balıkçıya ben balıkçı demem”. Çok riskli bir oyundu. Cem yanıma geldiğinde üzerimdekileri çıkardım. Böylece kaldım, anadan üryan. Cem oralı bile olmadı. Önce incindim, ağır geldi güvendiğim vücudumla ilgilenmemesi. Ama gözlerime baktıkça, içimde dolaşmaya başladı, o güne kadar kimsenin dolaşmadığı yerlerde, ateş bastı her yerimi, vücuduma söz geçiremez oldum. Ben de onun içinde dolaşmaya başladım, bakışlarımızla hem birbirimizi sorguluyor hem de açıkçası sevişiyorduk. Kaç saat bakıştık bimiyorum ama bir süre sonra bende film koptu, yerimden kalkacak takatim kalmamıştı, bütün vücudumu derin bir rehavet sardı ve olduğum yere yığıldım. Sabaha karşı uyandığımda Cemi beni seyrederken buldum. Gülümsedi ve bana “Dalmadan önce sana emanetim, dedin, ne demek istedin? Açıklar mısın?” diye soruverdi. Ben de uyku sersemi bir vaziyette; “Mesajı almışsın, yoksa seni ya üstümde bulurdum ya da içimde” deyince muzırca güldü. Ve bana, “Bu hafta sonu işin var mı? Gözlerinde gördüklerimi ve hissettiklerimi sana anlatabilmem en az iki gün sürer” deyince ben de “İstediği kadar sürsün, buna razıyım, kendimi hiç bu kadar dingin hissetmemiştim, muhteşem sevişme gecelerinin sabahında bile” deyiverdim. O da bana, “İlk kez, ilk kez ben de sevişmeden tarifi imkansız hazlar yaşadım” dedi.Ve bebeğim, ben o gün yaşadıklarımı gerçekten de hiç yaşamamıştım. Ondan sonra bu birliktelikler daha da mükemmelleşti. Adeta birbirimiz için vazgeçilmez olduk. Ben kaç kez onunla tensel ilişki de yaşamak istediysem de o mükemmelliği aşamayacağımızı düşünerek buna cesaret edemedim. Ve Cem yanımda oldukça da hiçbir erkeğe ve ilişkiye ihtiyaç duymadım. Biliyorum, bu anlattıklarım sana çok uçuk gelebilir ama cesaretin varsa bunu Cem ile yaşamalısın derim. Ama sana bir itirafta bulunmalıyım, gözlerin beni mestetti. Bu güne kadar hiçbir kadında böyle gözler görmedim ve daha önce de söyledim sana Cem senin gözlerine tutsak olmuş, sürekli kaçırıyor bakışlarını bakışlarından… Korkuyor…  Bu arada sen seanslarında ne yapmış olursan ol, kimleri yaptıklarınla tüketmiş, çökertmiş olursan ol, Cem istemediği sürece sen ona neyi ne kadar süre yaparsan yap bir sonuç alamazsın. Bunu hiç unutma ve eğer böyle bir durumla karşılaşırsan sakın ola ki hırs yapma…

Bahar duyduklarından çok etkilenmiştir. Konuşurlarken de neredeyse iki şişe şarap bitmiştir. Baharı ateş basmış üzerindekileri de ittirmiştir. Sidal’a hayranlığı daha da artmıştır. Birden doğrulur ve Sidal’a doğru eğilir ve ateşli bir şekilde Sidal’ın dudağına en yakın yerden, yanağından öpüverir. Sidal da ona karşılık verir, o da öper Bahar’ın yanağını dudağına en yakın yerinden. Sonra ayağa kalkar Sidal yataktaki tüm yiyecek ve içecekleri koyar yandaki büyük masanın üzerine ve usulca Bahar’ın yanına gelir. “Sarıl bana bebeğim” diyebilir. Sarılırlar, tenleri birbirine değer. Gözlerine diker Sidal gözlerini, Bahar da içkinin etkisi ile Sidal’ın gözlerine dalar. Bakışarak dalarlar uykuya, epey bir zaman sonra. Vücutlarındaki engellenemez seğirmeler dindiğinde…

Sabah uyandıklarında kendilerini Osmanlı Hamamı’na atmışlardı. Cem, onlardan önce havuza girmiş, masaj yaptırıp çıkmıştı. Kahvaltı masasına oturduklarında Sidal ofisini aradı, personeli ile kısa bir konuşma yaptıktan sonra Cem’e dönüp;

-  Cem bırak artık ev aramayı, gel yerleş buraya. Ya da sana buralarda benzer bir yer bulalım.
-  Benim gelirim yetmez Sidal buralara.
-  Ya lafı mı olur, biliyorsun benim birkaç bahçeli evim var, onlardan birine geç, otur, senden para-pul isteyen mi var?
-  Sidallll…
-  Peki Cem, bizim çocuklar sana içten dubleks bir çatı katı bulmuşlar. Köşke yakın, Aslan HORGİŞ’in dairesinin yanında, müteahhitten. Aslan HORGİŞ Vakfı var şimdi orada. Müteahhit benim müşterim, kirası da makul. Güvenliğin açısından da iyi…
-  Teşekkürler Sidal, tutalım orayı. Sendeki anahtarları çocuklara ver, evi taşısınlar, sonra da yine senden kiraladığım eski evi sahibine teslim edelim. Ben birkaç gün şehir dışında olacağım…
-  Tamamdır Cem, merak etme. Ben de Bahar’la birlikte evinle ilgileniriz. Perdeleri falan hallederiz…

Evden çıktıklarında araca binmeden önce Cem, Bahar’ın elinden tutar ve yine önce Sidal’ın kapısını açar, Sidal’ı elinden tutup arabanın şoför koltuğuna bindirip kapısını kapar. Sonra da Bahar’ın kapısını açıp onu da arkaya bindirir ve kendisi öne geçer. Yol boyunca çok fazla konuşmazlar. Sidal Cem’i Yenimahalle’de Şirket’e yakın bir yerde bırakır ve Bahar ile yollarına devam ederler. Sidal;

-  Bebeğim, mutlu musun? Huzurlu musun? Kendini nasıl hissediyorsun?
-  Herşey hiç beklemediğim kadar mükemmel ama keşke Aslı da yanımızda olsaydı, daha da mutlu olurdum…
-  Ölenle ölünmez bebeğim, bir an evvel Cem’i de bu sarmaldan kurtarmalıyız. Aslı’ya ben de saygı duyuyorum ama, Cem’i Aslı’dan daha çok seviyorum. Ben de bir karar aşamasındayım aslında, bunu Cem’e nasıl açıklarım bilmiyorum…
-  Nasıl bir karar, özel değilse Sidal…
-  Seninle hiçbir şeyim artık özel değil Bahar, sen bana Cem’in hediyesisin… Sadece Nazım Deniz’i istiyorum artık, Cem’e daha söylemedim…
-  Nazım Deniz?...
-  Evet bebeğim, ilk tanıştığımız gece yan yana uyandığımızda konuşmuştuk, sonra o da ben de bir daha dillendirmedik…
-  Nazım Deniz…

Turan Güneş Bulvarı’na geldiklerinde Bahar, her şeyin yaşamından adeta silindiğini fark eder ve birden telaşa kapılır. Kocasını hiç aramamıştır kaç gündür. Sidal’ın bürosuna çıktıklarında, ofisin bir emlakçıdan çok bir düşünce kuruluşu kadar büyük ve fazla eleman barındırdığını görür. Sidal’ın odasına geçtiklerinde ağırlıklı olarak somon ve pembe renkli deri döşeli mobilyaların odaya hakim olduğunu fark eder, odanın yanında bir başka odanın kapısı da açık duruyordur. Sidal, “Gel sana ofisi gezdireyim” derken önce o odadan başlamıştır. Oda neredeyse büro kadar büyük bir başka bölüme geçiyordur ve Sidal’ın dinlenme-özel çalışma bölümüdür. Yandaki daireye açılıyordur. O odadan çıkmadan önce Sidal Bahar’a;

-  Kocanı ara, merak etmiş olabilir. Sonra daha rahat olursun eminim.
-  Haklısın Sidal..

Bahar kocasının makam telefonunu aradığında birkaç telefon çalması sonrasında kocası Tümgeneral Nedim KILIÇ cevap vermişti,

-  General KILIÇ !?
-  Benim Nedim…
-  Nasılsın Bahar, Cem’i iyi teskin ediyorsun değil mi? Aradığımız fırsat bu…
-  İyiyiz, sen nasılsın?
-  Ben de iyiyim, aman Cem’i ihmal etme olur mu?

Bahar telefonu kapadığında bir çift elin boynunda gezindiğini ve hafifçe boyun kökünü ovaladığını fark edip tedirgin oldu. Birden geri döndüğünde Sidal gülümsüyordur;

-  Boynuzlu seninki ve sen o boynuzluya layık değilsin, bugün seni Cem’e peşkeş çeker, yarın başkasına, kopmalısın ondan bebeğim…
- 
-  İyi geldi değil mi?
-  Evet Sidal…
-  Rahat ol bebeğim, kendini tamamen bana bırak..
- 

Sidal bir yandan Bahar’a masaj yapıyor, zaman zaman da ellerini Bahar’ın yüzünde, boynunda ve saçlarının arasında dolaştırıyordur. Bahar yine bütün savunmasını yitirmiştir. Sidal birden eğilir ve yine Bahar’ın yanağının dudağına en yakın kısmından öper, uzun uzun… Sonra da;

-  Gel bebeğim diğer tarafları da sana gezdireyim, bu arada senin Bakanı’da aradılar ve sana 15 gün kafa izni aldı bizimkiler…
-  Unutmuştum her şeyi, hiç düşünmemiştim, teşekkür ederim…
-  Bir şey değil bebeğim, dert etme… Ofisi dolaştıktan sonra yanına Tülin’i vereceğim, birlikte çıkıp alışveriş yapın. Sanat eğitimini Fransa’da almıştır, bir şeyler alırsın üstüne başına, evne gitmene gerek kalmayacak her şeyi. Sakın almamazlık yapma çünkü Tülin senin yerine gereken her şeyi alır…
-  Ama…
-  Bebeğim, sus, seni mutlu görmek istiyorum…

Sidal ofisi gezdirirken Bahar hiçbir elemanın kendilerine asla bakmadığını fark eder. Ofisin tamamını dolaşmışlar ve sadece minyon tipli buğday temli, düz kestane renkli saçları olan, bakımlı bir genç kız kendilerinin peşine takılmıştır. Tekrar Sidal’ın odasına döndüklerinde Sidal;

-       Bebeğim sana söz ettiğim Tülin Hanım,
-       Memnun oldum Bahar Hanım,
-       Ben de memnun oldum tanışmamıza Tülin Hanım.
-  Şimdi birlikte çıkacaksınız, ben de 4-5 saat sonra size katılırım, dediğimi unutma bebeğim…

Sidal söyleyeceğini söylemiş ve odayı terk edip yandaki daireye geçmiştir. Tülin ile Bahar asansörle garaja inerken kendilerine orta yaşlı, takım elbiseli bir adam eşlik etmiştir. Aşağı indiklerinde onları bir aracın başına kadar götürmüş ve kapıyı açarak onları arabaya bindirmiştir. Garajdaki arabaların tamamının Volvo olması Bahar’ın dikkatini çekmiştir. Araba yola çıkmış, Çankaya’dan çevre yoluna yönlenmiştir. Bahar arabanın Esenboğa’ya doğru yol aldığını ancak havaalanına yaklaştıklarında anlamıştır. Havaalanına geldiklerinde iç hatların önünde dururlar ve kapıyı şoför değil yine orada beklemekte olan iki adam açar. Onları biraz karışık da olsa koridorlardan geçirip aprona çıkarır. İleride bir özel uçak onları beklemektedir.

-  Tülin Hanım ?
-  İstanbul’a gidiyoruz Bahar Hanım, Sidal Hanım da İstanbul’da bize eşlik edecek…

Bahar şaşkındır, ne diyeceğini bilememektedir. Uçak havalanmıştır, uçuş boyunca iki host kendilerine hizmet etmiş ve öğle yemeğini yolda yemişlerdir. Yeşilköy’e indiklerinde kendilerini bekleyen son model Volvo ile Taksim’e geçmişlerdir. Taksim Meydanına yakın bir yerde arabadan inerler ve alışveriş için önce Tünel tarafına doğru yönlenirler… Bahar, Sidal’ın kendine söylediklerini düşünerek daha da rahat hareket etmek ister. Fransız Konsolosluğunu geçtikten epey sonra Çiçek Pasajı’na yakın bir yerde gördüğü hoş bir ayakkabıyı dener ve almak ister. Kasaya gittiklerinde Tülin;

-  Bahar Hanım, Sidal Hanım bütün ödemeleri benim yapmamı emretti, lütfen siz istirahat edin
-  Ama…
-  Bahar Hanım, Sidal Hanım…
-  Peki Tülin Hanım…

Bahar yandaki bir pufun üzerine oturmaya doğru yönlenirken Tülin’i kasiyere Barclay’s Black Kredi Kartı uzattığını fark eder… Oradan çıkıp gezinmeye ve bir şeyler almak için mağazalara girip çıkmaya başlarlar. Oradan, Nişantaşı tarafına geçerler… Saatin nasıl akıp geçtiğini fark edememiştir Bahar, yolda yürürlerken bir kolun birden koluna girdiğini fark ederek irkilir. Geriye şaşkınca dödüğünde Sidal’ın kendisine gülümsediğini fark eder…

-  Nasılsın bebeğim? İyisin değil mi?
-  Hoş geldin Sidal, nasıl buldun bizi?
- 

Sidal’ın gelmesi ile Tülin her ikisinin tam arkasından ilerlemeye başlar, Sidal Bahar’ı adeta o mağazadan o mağazaya sürüklemektedir. Sonunda Ergenekon Caddesi’nde ikinci katta bir moda evine girerler. Kapı açıldığında moda evine adeta bomba düşmüş gibidir, herkes koşuşturmaktadır. Nihayet moda evi sahibesi koşturarak yanlarına gelir ve Sidal’ın karşısında iki büklüm olur;

-  Hoşgeldiniz hanımefendi, epeydir gelmeyince biz de “Bir hatamız mı oldu acaba?” demiştik…
-  Merhaba, olmadı, olmasın da…
-  E.. emredersiniz?
-  Bebeğimi baştan aşağı donatacaksınız, iç çamaşırından takılarına kadar, gerekli yerleri ara, gereğini yapsınlar.
-  Emredersiniz Sidal Hanımefendi…

Bahar şaşkındır, aradan 10-15 dakika geçmiştir ki moda evinin kapısı birbiri ardına çalınır ve değişik mağazalardan, moda evlerinden neredeyse yüzlerce çeşit iç-dış giysi, takı, çanta, ayakkabı moda evine getirilir. Sidal hepsi ile teker teker ilgilenmekte ve Bahar’ın vücut ölçülerine en uygun bir manken Bahar’ın yerine giysileri denemektedir. Seçilenler aşağıya indirilmekte, yenileri denenmektedir. Sidal sıra iç çamaşırına gelince mankeni ve diğerlerini dışarı çıkmaları konusunda uyarır. Odada Bahar ile birlikte kalırlar. Sidal yalnız kaldıklarında Bahar’a;

-  Soyun bebeğim, birlikte deneyelim
-  Şey, ama…
-  Merak etme, burası güvenli…

Bahar utana sıkıla soyunurken Sidal onu seyretmektedir.

-  Çok taze ve dişisin bebeğim,
-  Utandırma beni Sidal…
-  Utanma bebeğim, hadi dene bakalım şunları teker teker, önce sütyenleri..

Bahar sütyenleri denerken Sidal bir kez daha Bahar’ın hala el değmemiş gibi taptaze olmasına inanamıyordu. Sütyenleri Sidal’ın yardımı ile seçen Bahar sıra külotlara gelince Sidal yerinden kalkar ve denemeleri kendi eliyle yapar. Bahar’a külotları kendi giydiriri, uzağa geçip bakar, beğendiklerini- beğenmediklerini kendi eli ile çıkarıp yenisini giydirir. Zaman zaman kalçalarına ellerini dokundurmakta, zaman zaman da külotların kenarlarını parmakları ile kaldırıp vücuduna yerleştirip düzeltmektedir. Bahar yine büyük bir yangın ile savaş vermektedir…

Herşey bitmiş ve bütün seçilenler aşağıya taşınmıştır. Moda evinden çıktıklarında hava kararmıştır… Birlikte Boğaz’daki bir yalıya geçerler. Yalı da Sidal’ın olsa gerekir. Çünkü bütün hizmetliler Sidal’ı çok iyi tanımaktadır.

Sidal ile Bahar yalıya girdikten bir süre sonra hizmetli bayan gelir ve Sidal’ın kulağına eğilip bir şeyler söylemek isteyince;

-  Bahar Hanım’ı iyi tanıyın, bana söylemek istediklerini yanında rahatça söyleyebilirsiniz. O da sizin hanımınızdır.
-  Emredersiniz Hanımefendi. Şey…
-  Söyle, yutkunup durma !
-  Sezin Hanım geldi, sizinle görüşmek istiyor da…
-  Tamam al içeri Minik Kanarya’yı, gelsin…

Hizmetli kapıdan çıkması ile kapının açılması bir olur. Bahar gözlerine inanamaz, kapıda duran Sezin kendisinin de hayranlıkla dinlediği o Minik Kanarya’dır. Sidal;

-  Gel bakalım azgın kanarya, gel ve neler oldu anlat….
-  Şey, Sidal Hanım…
-  Konuş Sezin, Bahar senin de hanımındır, ben olmadığımda derdini ona anlatırsın…
-  Peki efendim… Ben…
-  Biliyorum, azdın ve kokaini çektin, daha da azdın. Sonra da erkek bulamadın ve soda şişesi ile halvet oldun. İçine kaçırdın, vakumla aldırmak zorunda kaldın. Bütün bunların medyaya intikal etmemesini sağladım ama bundan sonra…
-  Çok teşekkür ederim, bir daha olmaz…
-  Bu kaçıncı Sezin, bu kaçıncı? Her seferinde kredimi senin bacak aran için kullanıyorum. Bu ne azgınlık?
-  Şey…
-  Kullanma kızım kokaini, hapı, eroini…
-  Haklısınız…
-  Bak kızım, sana hala kızım diyorum, aslında benim kızım senin gibi bir fahişe olamaz ama…
-  Haklısınız Sidal Hanım ama ben…
-  Söyle !?
-  Dün elime bir zarf geçti, kargo ile gönderilmiş. Evimdeki bütün her şeyden haberi olan biri bana göndermiş. “Emrimi bekle !” diyor.
-  Kimmiş? Adı, sanı yok mu?
-  Var, Diyarbakırlıymış, öğrendiğim kadarıyla İstanbul’a Güneydoğu Anadolu’dan küçük çocukları getirirp dilendiriyormuş. Aslında bir de…
-  Ne? Çocuklara tecavüz ettirip, sonra da fahişe olarak mı kullanıyormuş? Sebahattin değil mi adı…
-  Evet… Benim evimde ilişkiye giren bütün arkadaşlara da aynı şekilde kargo ile paket göndermiş, “Ya emrime gireceksiniz ya da…” diyormuş…
-  Eceli gelmiş orospu çocuğunun demek ki, umarım Kandil’e göndermemiştir görüntüleri… Yoksa sizi ben bile kurtaramam… Ondan sonra, görüntüdekilerin tamamını DDKK ve yan kuruluşları kendi sapık emelleri için kullanırlar… Peki kimler var, listede?
-  Getirdim, işte…

Bahar ne olduğunu anlayamadan neler yaşadığına hayret etmektedir. Sidal listeye baktığında sürekli “Aman Allah’ım, Aman Allah’ım !” demektedir. Sonra bağırmaya başlar;

-Azgın sapık, sana demedim mi erkek bulamadığında kullanmak için evinde beslediğin o travestiyi evden at diye. Aktif, pasif, aktif-pasif ilişkiye girenlerin hepsi listelenmiş. Adi orospu, istihbaratın ve görüntülerin kaynağı o travesti anlamadın mı? Nerede şimdi o?
- Eeee, eee, evde…
- Kaltak, sana dediğimi neden yapmadın? Nedennnnnnnnnnn ?
- Şeyyyyy…
- Susssss…

Sidal adeta delirmiştir. Dışarı bağırır,

-  Kemal’i bulun bana !… Çağırın hemen gelsin, her neredeyse, yaptığını da başkasına devretsin… Sen de siktir git ! Bir başka arkadaşının evinde kal ! Ben söyleyinceye kadar da evine gitme ! Azma, azınca da orana tuz bas !

Sezin dışarı çıkınca Sidal Bahar’a döner ve

-  Özür dilerim bebeğim, senin yanında yaşandı hepsi ama… İşte hayat bu, yaparlar, ederler, sonra da “Gel kurtar !” derler… Burada göreceklerin ve yaşayacaklarınla beni daha da iyi tanıyacaksın eminim…

Aradan uzunca bir zaman geçmiştir. Sidal ile Bahar yatak odasına geçmişlerdir. Sidal ile Bahar yine çırılçıplak yatmışlardır. Yine ellerinde büyük bir kadeh şarap içmekte ve Boğazı gece haliyle yataklarının 4-5 metre uzağından seyretmektedirler. Bahar büyülenmiş gibidir. Kapının önünde bir ses duyulur;

-  Sidal Hanım, Kemal Bey geldi…
-  Alın içeri, hemen gelsin…

Sidal üzerine ince bir sabahlık geçirir ve Bahar’a da bir tane uzatır ve “Gel benimle bebeğim, Kemal’i tanı sen de” der. Odadan dışarı çıkarlar ve salona geçerler, Kemal ayakta durmaktadır. Bahar Kemal’i görünce gözlerine inanamaz, ne kadar da Cem’e benzemektedir…

-  Kemal aşkım, hoş geldin….
-  Hoşbulduk Sidal…
-  Sezin için çağırdım, yolladığım mesajı okumuşsundur.
-  Okudum, rezalet ve çok pis… Midem bulandı…
-  Sezin’i sen de becersen bu karı doymaz, mayası bozuk kahpenin…
-  Ne yapmamı istersin?
-  Travesti Faruk’u al ve sorgula, bantları ulaştırdığı yeri bul ve Sebahattin’i bulup paketle, bana haber ver… Bu arada işini emin adamlara devrettin değil mi? Eğer ona bir şey olursa…
-  Merak etme Sidal, bütün ekibim onun peşinde, merak etme…
-  Unuttum, sana tanıştırayım Bahar, Cem’in arkadaşı Aslı’nın arkadaşı, Cem’in yakın dostu…
-  Memnun oldum Bahar Hanım…
-  Ben de Kemal Bey…
-  Kemal dur, ne yapman gerektiğini planla bir kez daha görüşelim, hata yapmayalım…
-  Bence de iyi olur, görüşmek üzere…

Kemal odadan dışarı çıkarken Bahar’ı uzun uzun süzmüştür, bakışları oldukça etkilidir. Sidal bu bakışı fark etmiştir…

-  Nasıl buldun Kemal’i?
-  Cem’e..
-  Evet çok benzerler, hem de pek çok… Ama Cem’in yeri başkadır…

Sidal ile Bahar yatak odalarına geçerler ve kaldırkları yerden devam ederler. Bahar bir şeyi fark etmiştir.  Sidal müthiş bir kadındır. Bir saniye önceki sinirli hali yerini yine müthiş bir kadınsılık almıştır. Bahar, gittikçe Sidal’a doğru sürüklendiğine karar vermiş ve direnmemeye başlamıştır. Sidal;

-  Hayret ettin değil mi?
-  Evet, hem de çok…
-  Sezin uyuşturucu bağımlısıdır, aynı zamanda da sex düşkünü, bir tek gecesinin boş geçmesini istemez. Onun için evinde pek çok insan kalır, her türlü cinsel tercihten, Sezin zaman zaman aktif lebiyen olur, kimi zaman pasif, kimi zaman aktif-pasif, kimi zaman da CDİ kimi zaman erkekle yatar, kimi zaman erkeklerle… Her gece odalardan canı çeltiğine girer, işini görür. Uzun bir süre önce evde kimseyi bulamayınca, kimseye de ulaşamayınca soda şişesi ile kendini tatmin etmeye kalkmış. O heyecanla da soda şişesi içine kaçmış. Alele acele arkadaşımın kliniğine kaldırıldı ve vakum ile şişe çıkarıldı. Sonra bu geri zekalıya biri akıl vermiş. Evine gelenlerin düzeceği, isteyenin de kendini düzdüreceği, organı azman bir travesti bul diye. O da bulmuş, bize danışmadan. Gelen pislik baronu Sebahattin’in yeğeniymiş. Sebahattin’in homoseksüelliğe alıştırdığı yeğeni. Orospu çocuğu kiminle yattıysa Sebahattin’e görüntülerini ulaştırmış. Sebahattin de o görüntülerin birer kopyasını DDKK’ya göndermiş. Kısaca, artık o görüntülerdekiler artık Kandil’in tehdit ve şantajında. DDKK bunları kendi davasını destekletmek amacıyla kullanacaktır. Bundan sonra hiç ummadığın sanatçılar DDKK ve hedefleri doğrultusunda hareket eder, beyanat verir, destekleyici işler yaparsa büyük ihtimalle onunla ilgili görüntüler örgütün elindedir…
-  Aman Allah’ım…
-  Evet, kesinlikle, aman Allah’ım… Kemal bu durumu nasıl çözer bilemiyorum ama, ondan daha iyi çözüm bulacak biri de yok… Cem’in de derdi başından aşkın…
-  Cem…
-  Evet, ne oldu?
-  Ben sadece…
-  Kocan ve ekibi Cem’i neden hedef aldı sanıyorsun?
-  Sanırım haklısın…
-  Şimdi bunları düşünme, Cem de düşünmeni istemezdi, bu manzara karşısında içkini yudumla ve mutlu ol…
-  Boğaz’dan çok senden gözlerimi alamıyorum Sidal…
-  Canımmmmm, bebeğimmmmm…

DEVAM EDECEK...