14 Mart 2012 Çarşamba

YENİ GÜNAYDIN YAZILARIM 14

BİLMEDEN İŞLEDİĞİM EN BÜYÜK GÜNAH VE VİCDAN AZABI…

28 ŞUBAT’ın asıl BEYNİ KİM?

En son görev yaptığım askeri kurumda bir sabah önüme bir “Komutanlık Talebi” kondu. Talep zamanın Hava Kuvvetleri Komutanı’ndan E.Org. A.Ç.’den geliyordu. Bizlerden “Türk Silahlı Kuvvetleri ile Medya arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi için teklifler ve öneriler isteniyordu.

Kendi iskemlemi tekmelememe henüz karar vermediğim, Hava Harp Akademisi hakkımın elimden alındığı, başıma bir sürü “KUKLA”nın musallat edildiği günlerdi. Yazı bana havale edilmişti.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nden ayrılmadan bir salise öncesine kadar bütün içtenliğimizle çalışmak prensibimizdi ve bu prensibimiz, fıtratımız bizi KUKLALARIN önüne atanlar tarafından da biliniyordu. Oturdum, uzun uzun düşünerek, kendimce derin psikolojik tahlillere girerek ve medyanın o dönemdeki neredeyse tüm “fahişeleri” ile görüşerek iki alternatif program hazırladım. Ulaştığım sonuç şu idi: aslında bizden sorulması gereken şöyle olmalıydı; “Kalemini kiralayan, satan, pazarlayan medya fahişeleri (erkek-kadın-diğer fark etmez) ile Türk Silahlı Kuvvetleri ilişkilerini nasıl geliştirebiliriz?”

İki yazı metninden biri klasik bir cevap niteliğindeydi; suya sabuna dokunmayan, komutanların ruhunu okşayacak, terfi yollarını açacak, salon züppeliği puanını arttıracak türde olan bir çalışma. Diğeri ise gerçeklerin karşılığı olan ve “medya fahişelerini” avuç içine almaya yarayacak bir çalışma. Tabii ki Türk Silahlı Kuvvetleri, onlarla arayı düzeltmek için “fahişeleşecek” değildi, sadece onlara onların anladıkları dilde hitap edecekti. Yazıları, kapak sayfasına ekledim, altlarına da parafemi atıp üstüme/amirime gönderdim.

Kurum komutanının rütbesi korgeneraldi. Yazı ekleri ile önüne çıkarıldığına uzun süre tereddüt geçirdi, hangi ek ile göndereceğini düşündü. Sonunda bir karar verdi; sıradan ifadeler içeren eki asıl olarak, diğerini de “sıra dışı-uçuk” öneriler olarak tali ek olarak kapak yazısına ekletti.  Bekleme döneminde tedirgindi. Çünkü bu usul, teamüllere ve usullere aykırıydı. Nihayetinde övgü dolu bir yazı ile “Tali Ek” üzerinde daha ayrıntılı çalışılmak üzere geri gönderildi. Hava Kuvvetleri Komutanı (E)Org. A.Ç. yine “vasıflarına” uygun bir tercihte bulunmuştu. (E) Org. A.Ç. düşünce hızı konuşma hızının kat ve kat üzerinde olduğundan genelde kelimeleri yuvarlayarak konuşan, her bir cümlesi titizlikle anlaşılması için konuşması titizlikle not alınması gereken biriydi.

Bu kez teklifim, benim dışımdaki bir grup kurmay subaya havale edildi. Onlar fikirlerimi daha da ayrıntılı hale getirdiler ve Hava Kuvvetleri Komutanı’nın bilgisine sundular. Teklifimde neler yoktu ki;

·         Gazetecilere, parka, kamuflajlı er elbisesi giydirmek,

·         Karavanadan yemek yedirmek,

·         Er koğuşlarında yatırmak,

·         Er iç çamaşırları hediye etmek,

·         Künyeler vermek,

·         Palaska, postal hediye etmek,

·         Mermi çekirdekli kolyeler hediye etmek,

·         Tüfek taşıtmak,

·         Atış yaptırmak,

·         10ncu Yıl Marşı söyletmek,

·         Sabah sporlarına katılmalarını sağlamak,

·         Sahte planlarla güya “ÇOK GİZLİ” brifinglere dinleyici-izleyici olarak sokmak,

·         “Kozmik Odaları” görmelerini sağlamak… Ve daha neler neler…

Tabii ki bu tekliflerim bir de kurmay subaylarca ayrıntılandırılmış ve senaryolaştırılmıştı. Komuta katına gönderildi, sonrası sessizlik, hem de uzun süre… Teklifi yazdığımda 1996 yılının ilk yarısındaydık…

Derken 28 Şubat süreci geldi ve çattı. Planlama adeta patladı… Tüm kesimler üzerinde türevleri ile uygulamaya sokuldu. Uygulamaların mimarı aslında (E) Org. A.Ç. idi…

Kuvvet Komutanı’na karşı kadeh kaldırma…

O dönemde kurumumuzda bir plan tatbikatı düzenlendi, Ekibin içinde ben de vardım. Plan tatbikatı bittiğinde tatbikata katılan çaycı er Cafer’e bile TAKDİRNEME verildi, ben hariç. Çünkü Hava Kuvvetleri Komutanı (E) Org. A.Ç. emir vermişti. “Bu yüzbaşının defterini dürün!”

Tatbikat sonrası bir yemek verildi, akşam yemeği. Yemeğe Hava Kuvvetleri Komutanı da katılmıştı. O tam ortada oturuyordu, ben de üç masa uzağında yüzüm ona dönük ve masanın başındaydım. Birkaç kadehten sonra şarkı-türkü faslı başladı; arada sırada kadehimi havaya kaldırıp uzaktan yüzüne bakıyor, bakışlarını yakaladığımda da “Şerefe…” dercesine havada rakı bardağını tıklatıp tek yudum alıp bardağı masaya bırakıyordum. O da bana eşlik ediyordu, ne de olsa “İdamlık olan bir yüzbaşının son dileğiydi” bunlar… Her tekrardan sonra eğilip yanındaki korgenerallerden birine bir şeyler söylüyor, sonra da bana bakıp “Yedim seni” dercesine sırıtıyordu… Sonradan öğrendim ki yanındaki korgenerale şu rahatsızlığını dile getiriyormuş; “Adamı idam sehpasına gönderiyoruz el birliği ile onun umurunda bile değil, bir de küstah, benimle havada rakı tokuşturuyor. Herkese söyleyin, bir an evvel dosyasına gerekli evraklar girsin, işini bitirin…” Çaycıya bile verilip bize verilmeyen “Takdirname”nin sebebi de buydu. Çünkü asacağın adama giderayak “Takdirname” verirsen bir göğsü kıllı çıkıp şu soruyu sorabilirdi “maden bu kadar disiplinsiz biri, bu takdirname de neyin nesi?”…

Son…

Onlar, yani Hava Kuvvetleri Komutanı ve emir kulları, kuklaları beni asılmak üzere “Kıpti”ye teslim etmeden önce ben kendi sandalyemi tekmeledim ve “Dikili ağacım” dahi yokken Türk Silahlı Kuvvetleri’ni terk ettim. O mutluluğu (!) onlara yaşatmadım…

Bu gerçeği ilk kez burada sizlerle paylaştım.

Cehennemin en büyüğünü kaç yıldır yaşıyorum, vicdan azabı dayanılmaz bir halde… İstemeden de olsam 28 Şubat’ta bazı uygulamaların ana fikri benim planlamalarımdan alındığı için… Planlamalarım amacı dışında kullanıldığı için…

Şimdilerde o zamanın “fahişe” gazetecileri daha da “Fahişe”, o dönemde “Askercilik” oynarken çocuklar kadar mutlu görünen “Fahişeler” şimdi Türk Silahlı Kuvvetleri’nin hala düşmanı… Ve bu günlerde 28 Şubat’ın Mimarı olarak hala aslında çok iyi bir KUKLA olan (E) Org. Ç.B. biliniyor… Ama 28 Şubat’ın gerçek mimarı o değil…

Yani bu günlerdeki “Karşı Devrim” hareketinin önünü açan, bu iktidarın yollarına taş döşeyen Ç.B. değil, A.Ç…

Şimdilerde SİLİVRİ’de ve HASDAL’da esir edilenlerin gerçek esaret nedeni de bu yazıda saklı. Layık olanları, soran, araştıran, düşünenleri değil de genellikle “Salon züppeleri”ni daha da neti “Fahişeleri” terfi ettirmeleri, onlara yüksek sicil vermeleri, onları “Mümtazen terfie” layık görmeleri…












Hiç yorum yok: