1 Aralık 2011 Perşembe

"GİRDAP" SIRADIŞI BİR HİKAYE

DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR 
BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.

AÇIKLAMA
GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...
SAYGILARIMLA... 

BİRİNCİ BÖLÜM

CASA

Günlerden
Çarşamba, bir Mayıs günü. (16.05.2001) İsrafil ile Erkut’un da aralarında bulunduğu B Timi, bir gece önce Kuzey Irak’tan gece geç saatlerde geri dönmüşler ve o gece Diyarbakır Orduevi’nde konaklamışlardı. Ertesi gün de Diyarbakır 22’nci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı’ndan kalkacak olan bir Kurye uçağı ile Ankara’ya intikal edeceklerdi. İsrafil de, Erkut da çok huzursuzdular. Tehditler artık çekilmez bir hal almıştı. Orgeneral Çetin GİR ve ekibi, kendilerinin de karıştıkları olaydan sonraki Yüksek Askeri Şura’da adeta süpürülmüşlerdi. Ama gerideki artıkları bütün güçleri ile duruyorlardı. Özellikle de tehdit, şantaj çeteleri…

İsrafil ile Erkut, sabah kahvaltısını erkenden yaparlar. Diyarbakır 88nci Üs Komutanlığı’ndaki Arama-Kurtarma ekibinden
bir arkadaşlarını görmek üzere taksi ile yola çıkarlar. Üsse girerler ve arama-kurtarma ekibindeki arkadaşlarını bulurlar.

-       Nazifçiğim, bize iki tane parakomando lazım, hem de tam takım.
-       İsrafil hayrola, ne yapacaksınız oğlum siz parakomandoları? Sizdekiler gıcır gıcır… Bizdekiler köhne be oğlum… Altimetreler ve otomatlar bile tam çalışmıyor…
-        Nazif, çok önemli. Ankara’ya döner dönmez sana 2 değil, bunlarla birlikte 4 tane daha gıcır gıcır parakomando takımı gönderirim.
-        İsrafil sen iyi misin? Ne yapacaksınız parakomandoları, koçum benim?
-        Nazif ne olur soru sorma ve bize en iyi iki takım parakomandoyu seçip ver. Zaten hemen almayacağız, öğlen buradan kurye kalkacak, sen uçak başına getir, biz oradan alalım…
-        Tamam devrem, sen nasıl istersen… Sorma diyorsan sormam ama söyle bari benim yapabileceğim bir şey var mı?
-        Var devrem. Sana birer mektup bırakacağız. Eğer bize 2-3 gün içinde bir şey olursa bu mektupları Hv. Kurmay Binbaşı Cem MÜEZZİNOĞLU’na mutlaka ilet ama kimsenin bilgisi ve haberi olmasın…
-        Tamam, söz ama gerçekten korkmaya başladım. Başınız dertte değil mi? Neler oluyor İsrafil? Sende bir gariplik var ama Allah hayretsin… İnşallah bir şey olmaz da ben de bu mektupları size iade ederim…
-        Bize müsaade devrem, sen parakomandoları uçağın arkasına getir, biz oradan alırız. Hakkını helal et!
-        Lan oğlum saçmalama, her gün bin bir beladan çıkıp geliyorsun şimdi de “Hakkını helal et!” diyorsun…
-        Devrem, sen hakkını helal et, benden yana sana olan hakkım helal olsun…
-        Helal olsun devrem de… Bu Binbaşı’nın ismi yabancı gelmedi ama görev yeri neresi?
-        Boş ver, takma, sonra ayrıntıları ile anlatırım. Görev yeri Ankara’da, zarfın arkasında irtibat telefonları da var.
-        Peki devrem, aldım kabul ettim, emanetin namusumdur...

İsrafil ve Erkut kısa sürede 22nci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı’nı terk ettiler ve taksi ile orduevine döndüler. Yolda İsrafil Erkut’a arkadaşı Nazif CUMHUR’u anlattı, liseden arkadaştılar ve birbirlerini hiç bırakmamışlardı…

Orduevi’nin kapısından içeri girdiklerinde Yüzbaşı Mirza YILDIZELLİ ile burun buruna geldiler.
-        Nereden geliyorsunuz? Dışarı çıkma iznini kimden aldınız? Ne yapmaya çalışıyorsunuz? Anlatın bakalım!..
-        Sadece yan tarafa kadar gittik komutanım, burmalı kadayıf baktık o kadar…
-        İsrafil, Erkut bana hep yalan söylüyorsunuz. Neden? Nereye gittiniz, açıklayın tam 53 dakikadır burada
değilsiniz…
-        Komutanım, gerçekten burmalı kadayıf baktık esnaftan, üzerimizdeki sivil giysilerle bizi kim tanır?
-        İsrafil, Erkut 22nci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı’nda 32 dakika ne yaptınız? Nizamiyeden girişiniz ile çıkışınız arasında bu kadar fark var.. Oraya gittiğiniz taksi ile geldiğiniz taksi BDKK’nındı. Ahmak herifler!
-        Şeyyy, komutanım anlatamam…
-        Ne demek anlatamam?
-        Anlatamam komutanım…
-        Peki, İsrafil, sen bilirsin. Sen anlat o zaman Erkut?
-        Hayır, ben de anlatamam…
-        Peki, sizler bilirsiniz. Bordo Bereli olarak bu son seyahatiniz olacak. Ankara’da Özel Harekât’tan çıkarılacaksınız, o zaman bol bol burma kadayıf peşinde koşarsınız… Halit Başçavuşum! Buraya gelir misiniz?

Halit Başçavuş B timinin en kıdemli astsubaylarındandır. Yüzbaşı ile de timin diğer elemanları ile de arası çok iyidir ve timde her konuda rekor onda bulunmaktadır.

-        Emredin komutanım!
-        Halit Başçavuşum; İsrafil ile Erkut Bordo Bere’ye veda ettiler. Kurye uçağında bu ikisini arkadaşlarımızdan ayrı ve uzakta bir yere oturtun ve bundan böyle hiçbir konuyu arkadaşlarımızla paylaşmayın. Konu ile ilgili soru oran arkadaşlara da Ankara’ya kadar sabretmelerini söyleyin…
-        Emredersiniz komutanım! İsrafil, Erkut benimle gelin!
-        Bir şey sormayacak mısın Başçavuşum?
-        Hayır, size hiçbir şey sormayacağım. Yüzbaşım bir emir verdi yerine getireceğim. Siz de akıllı ve uslu olun bana zorluk çıkartmayın. Ve şimdi her ikinizde üzerinizde zimmetli ne kadar silah mühimmat ve özel malzeme varsa hepsini benim odama getirip teslim edin.
-        Ama Başçavuşum?
-        Emrediyorum!
Derdinizi Ankara’da halledin. Ama burada ben, bana verilen yetki ve emir ile hareket ediyorum. Bir asker gibi davranın…
İsrafil ile Erkut Başçavuş’un söylediklerini kısa sürede yerine getirdiler ve sürekli olarak başçavuşun yanında kaldılar. Diğer arkadaşları ile hiçbir araya gelmediler. Saat 11.45’te koruma konvoyu eşliğinde Diyarbakır Orduevi’nden çıktılar ve 22nci Taktik Hava Kuvvet Komutanlığı’na hareket ettiler. Manifestoya isimleri çok önceden yazıldığı için, kurye uçağına binmeleri pek fazla zaman almayacaktı. Ancak, üzerlerindeki silahlar ve mühimmatları emniyetli olarak yüklemek uzun sürebilirdi. 22nci taktik Terminal Binası’na geldiler ve araçlardan inip terminal binasına sırayla girdiler. Tim komutanından en son tim elemanına kadar herkes uçağa binerken kendi üzerlerindeki silah ve mühimmatı emniyete alıp özel muhafazalı sadıklara yerleştirdiler. Sandığın başına en son Başçavuş Halit geldi ve tam üç kişilik silah ve mühimmat bıraktı. Diğer tim elemanları bir gariplik olduğunu fark ettiler ama hiç biri “Bilmesi gereken prensibi”ni çiğnememek adına tek kelam etmedi, hatta arkadaşlarına manidar bir bakış bile fırlatmadılar…
Uçağa yerleşmeye başladıklarında Nazif’in uçağın içinde arka kapının, daha doğrusu rampanın yanında durduğunu ve kendilerine parakomandoları bıraktığı yeri işaret ettiğini fark ettiler. Başçavuş Halit de sanki daha evvelce onlarla sözleşmiş gibi onları parakomando paraşüt takımlarına en yakın pozisyonda oturtmuştu. İsrafil ile Erkut öncelikle uçağa alınmış ve diğer tim elemanları daha sonra uçağın arka rampasından değil de yan kapısından içeri alınmışlardı.

Bu sırada, uçağa Hava Kuvvetleri’ne mensup personel de binmekteydi. Hatta memleket iznine giden erler de uçağa alınmaktaydı. Uçağın arka rampası silah, mühimmat ve özel teçhizat ile doluydu. Az sonra yükleme işlemleri ile ilgilenen Havacı Astsubay uçak pilotu ile gırtlak mikrofonu vasıtasıyla konuşmaya başladı.

-        Yük tamam, emniyete alındı ve kalkış ağırlığına çok yaklaşıldı. Bir personel dahi alınamayacak durumda.

Uçak Özel Kuvvetler Komutanlığı’na aitti, pilotları da Hava Kuvvetleri tarafından yetişmiş pilotlardı. Teknik detaylara oldukça fazla özen gösteriyor ve emri veren kim olursa olsun uçuş emniyetini ihlal edecek herhangi bir şeye izin vermiyorlardı. Tam o sırada uçağın yan kapısına bir Havacı Albay geldi ve

-        Bir bayan üsteğmenimiz var, işi çok acil, manifestoya kaydı yapılıyor. Onu da uçağa alın…
-        Maalesef komutanım alamayız, uçak komutanının emri, aksi takdirde uçuş emniyeti riske girer…
-       Ama işi çok acil… Bir eri indirelim onun yerine onu bindirelim…
-        Manifesto’da
değişikliği uçak komutanı kabul etmez komutanım, lütfen ısrar etmeyin…
-        Peki… İyi uçuşlar…
-        Sağolun albayım…
Albay uçağın yanından terminal binasının önünde bekleyen bayan subaya doğru ilerledi
ve
-        Maalesef Şevval Üsteğmen’im, almadılar… Sıkma canını, her şeyde bir hayır vardır…
-        Ne hayırı komutanım, göz göre göre uçak gidiyor ve ben burada kaldım, kahretsin!

Pilot Kule’den “piste giriş ve kalkış müsaadesi” istedi… Kule’den müsaadeyi aldıktan sonra pist başına doğru rule yapmaya başladı. Aynı anda da ikinci pilot uçak içine, “Emniyet kemerleri”nin bağlanması anonsu yapıyordu.

İsrafil, herkes emniyet kemerleri ile meşgulken Nazif Başçavuş’un yerleştirdiği iki torbaya hamle yaptı, torbalar ağırdı ama İsrafil “can havli” ile iki torbayı da olduğu yerden alıp kendine çekmeyi başardı. Torbalardan birini Erkut’un önüne iterken
diğerini de kendi önüne bıraktı. Sonra da “emniyet kemerleri”ni bağladı.

Uçak pist başına gelmişti ve pilot piste giriş ve kalkış için kuleyi tekrar uyardı. Pilot, kule, “Piste giriş ve kalkış serbest, iyi uçuşlar” dedikten sonra sağa dönüş ile piste girdi. Pist orta çizgisini ortaladı ve durdu. Sonra da uçak içine anons yaparak kalkış uyarısı yaptı. Her iki pilot son kontrolleri yaptıktan sonra, birlikte gaz kollarını ileri ittirdiler, uçak sarsıldı ve titremeye başladı. Sonra birden frenleri bıraktılar ve uçak pist içinde koşturmaya başladı. Her iki pilot da lövyeyi bastırıyor ve gerekli sürat dolmadan uçağın yerden kesilmemesi için uğraşıyorlardı. Uçağın burnu kalkmaya direnirken, teknik doküman süratine erişildiğinde her iki pilot da uçağın burnunu hafifçe kaldırdılar ve uçak yerden kesildi, tırmanışa geçti. Pisti temizleyip, tırmanışlarına devam ettiler. İrtifa aldıkça, dışarıdaki havanın oldukça hızlı bir şekilde soğuduğunu da fark ettiler. Uçak için soğuk havanın hiçbir önemi yoktu, bu uçak kutuplarda bile kullanılabiliyordu. Uçak komutanı, yanındaki pilota;

-  
Anti-ice sistemi ON olsun, diye uyardı.

İkinci pilot anti-ice(buzlanma önleyici) sistemi devreye soktu. Göstergeler sistemin düzgün çalıştığını gösteriyordu. Mevsim geçişlerinde ve özellikle Güneydoğu Anadolu-Doğu Anadolu-İç Anadolu kat edişlerinde buzlanma riski oldukça
yüksekti. İşlerini şansa bırakamazlardı. Tırmanış sürerken, meteorolojiden alınan verilerle karşılaştıkları durumun birbirini doğruladığını fark ettiler. Kalkış 12.50’de gerçekleşmişti. Rota Malatya, 77nci Ana Jet Üs Komutanlığı, Erhaç’tı. Diyarbakır-Malatya arası yaklaşık 30 dakikaydı. Uçak yaklaşık 18.500 feet irtifadaydı (5.600 metre) Gülyurdu-Yağmurlu Köyü arasından geçen NATO ÖNLEME hattına 500-600 metre kalmıştı ki o irtifada yağmur ve sonradan da dolu yağmaya başladı. Dolu taneleri uçağın camına çarpıyor, dolunun yağma hızı ile uçağın yaklaşık 400 km/saatlik hızı bileşeni ile tiz bir uğultu oluşturuyordu. İki pilot, “İyi ki anti-ice”ı daha baştan devreye almışık dercesine birbirlerine baktılar. Tam o sırada uçağın kumandalarında bir gariplik hissettiler, uçak istem ve kontrol dışı harekete yapar gibi tepkiler vermekteydi. Önlerindeki bütün göstergeler sapıtmışçasına hareket ediyordu. Her iki pilot da “Emergenci” konularında oldukça deneyimli ve bilgiliydiler. İkinci pilot “emergenci durum çeklisti”nden ilgili bölümü aramaya başladığında uçak kumandaları zorlamaya başladı. Uçak sarsılıyor ve kafa kaldırmak istiyordu. Uçak komutanı önceleri kumandalara karşı direniyorsa da ikinci pilotu yardım için uyarmakta gecikmedi.

-        Yardım ettttt! Kumandalar kontrolden çıkmak üzere… Erhaç kule, Erhaç kule, kumanda arızası acil durum iniş müsaadesi!
-        Acil durum inişe müsaitsiniz, rüzgâr zaman zaman yandan 15 Knot darbeli dikkat edin.
-        Anlaşıldı kule, inişe geçiyoruz…

O  sırada, İsrafil ve Erkut birbirlerine bakıyor ve kendilerine daha önce pek çok kez söylendiği gibi ölüme yaklaştıklarını hissediyorlardı. Demek ki onları ortadan kaldırmak isteyen uçağın içindeki 34 kişiyi de gözden çıkarmıştı. Her ikisi de önlerindeki paraşüt torbalarından paraşütleri çıkarıp kuşanmaya başladıklarında diğer yolcular onlara garip garip bakıyorlardı. Diğer, yolcular da bir şeyler olduğundan ya da olacağından şüphelenmiş gibiydiler. Her ikisi de paraşütleri kuşandıklarında uçak akıl almaz bir açı ile tırmanışa geçmişti bile, uçaktaki bütün personel tedirgindi, uçaktaki uçak teknisyenleri de hemen yerlerinden kalmış ve acil durum çeklistlerinden ilgili sayfaları açmışlardı.

Pilot kabininde pilotlar boğuşmaktaydı, pilot kule ile konuşmaya çalışıyordu.

-        Kumandalar devreden çıktı, tırmanış sürüyor, uçak kumanda kabul etmiyor…

Uçak irtifa almaya başlamıştı 23.000 feet civarına kadar tırmanmıştı. Motorlar takatlerinin son noktasındaydı ve bir süre sonra uçak titremeye, sarsılmaya başladı ve birden geri kayış yaparcasına irtifa yitirmeye başladı.

- Virile gireceğiz, kumandaları sıkı tut, burnu aşağı bastır, virile girmemeliyiz!

Kaptan pilot ne olacağını anlamıştı, ne yazık ki uçak virile girdi ve sola doğru yatışla birlikte sol kanadı içeri kaptırarak döne döne düşmeye başladı…

İkinci pilot çeklistten okuyor ve birlikte uyguluyorlardı,

- Dönüş sola, sağa tam direksiyon, gazlar tam ilerde…

Her iki pilot da gaz kollarını tam ileri iterken, geri saymaya başladılar 3, 2, 1 şimdiiiii…

Her ikisi de var güçleri ile sağa tam direksiyon vermişler, yani uçağın önlerindeki pedallarından sağdakine birden ve var güçleri ile basmışlardı. Uçak toparlar gibi yaptı ama daha dik açıyla irtifa kaybetmeye başladı, hem de dönerek.

Aynı anlarda arkada İsrafil ile Erkut uçağın kapısı ile boğuşuyor ve kapıyı açmaya çalışıyordu, etrafta bağlarından kurtulan
malzemeler savruluyor ve uçaktaki personel donmuşçasına olan bitenin sonunu izliyordu. Her ikisi de kapının kollarına yüklendiler ve emergensi açma mandalını çevirdiler. O anda uçak yere yaklaşık 3.000 feet mesafedeydi, her ikisi de tam kendilerini boşluğa bırakacaklardı ki, uçağın sol kanat üzerinde sola dönüş hızı her ikisini de tekrar içeri savurdu, ikinci denemeyi yaptıklar anda uçaktan ayrılmıştılar ki yere çok yaklaşmıştılar, paraşütleri açılmadan uçakla birlikte yere çakıldılar.

Uçak yere çarpar çarpmaz kanatlardaki yakıt birden parladı ve zincirleme reaksiyon sonucu her yeri alevler sardı, alevler o kadar yüksek bir şok ve sıcak dalgası yaratmıştı ki arka rampada bağlı durumdaki bütün mühimmat çarpma etkisi ile etrafa saçıldığından onlar da ardışık olarak patlamaya başladılar. Uçak yere sağdan sola doğru yarı açılmış yelpaze gibi vurmuş ve dağılmıştı, patlamaların etkisi ile cesetler paramparça olmuştu. Etrafı yanmış et ve mühimmat kokusu sarmıştı. Bazı mühimmatlar uçak yere vurduktan çok sonra patlamaya devam etti. Her şey 2-3 dakika içinde olup bitmişti. Pilotlar uçağın kumandalarını zaptetmek için çok uğraşmışlar ama muvaffak olamamışlardı. Mardin, Sivas ve İskenderun radarları CN-235’in ekosunu bir anda kaybetmişlerdi. CASA düşmüştü… Yerde parçalanmış bir kol saati 13.17’yi gösterirken durmuştu.

BRİFİNG
İşin gerisini iyice araştırmayanlar, CASA’nın “Kumanda arızası” dışında bir sebeple, daha net ifade ile düşürüldüğünü iddia edemezdi. Ama aynı saatlerde Diyarbakır P rinçlik’te ve Adana İncirlik Üssü’nde zafer kutlanmaktaydı. ABD ve İSRAİL’in en yaman ajanı Orgeneral Çetin GİR’İ ifşa edenler ve onlarla birlikte hiçbir konudan haberi olmayan 32 masum insan paramparça olmuştur.

CASA Malatya yakınından geçen “NATO Önleme Hattı”na geldiğinde uçağın bütün kumandaları, uçak kumanda sistemindeki “Kaynak Kullanım Kodu”nu değiştiren “çip”in etkin hale getirilmesi ile pilotların elinden alınmış ve uçağa düşürülmek amacıyla ters kumanda verilmişti. Değil iki pilot, uçaktaki bütün yolcular kumandaları bu durumdan kurtarmaya çalışsalardı bile bunu, yani elden çıkan kumandaları tekrar ele almaları mümkün değildi.

CASA uçaklarının alımına karar verilmesi aşamasında başlatılan “ahlaksız” dezinformatsiya yerini sabotaj ve suikasta bırakmıştı. Herkes şaşkınlık içindeyken Silahlı Kuvvetleri’ndeki bazı muvazzaflar ile bazı emekliler neyin ne olduğunun farkındaydılar…

Kurmay Binbaşı Cem neler olup bittiğinin en yakın tanıklarındandı. Ki kendisi CASA’nın alım aşamasında LOJİSTİK konulara imza atmış bir subaydı.

19 Mayıs törenlerinden sonra Genelkurmay’da ACİL ve ÇOK GİZLİ kaydıyla bir toplantıya Kurmay Binbaşı Cem da çağrılmıştı. Toplantıda pek çok üst düzey general ve sivil erkân da vardı. Savunma Sanayi Müsteşarlığı’ndan gelenler de sivil erkânın içindeydi. Bazı subayların, sivillerin ve hatta generallerin el çantalarında “CASA YOLSUZLUĞU”na ilişkin gazete kupürleri, kitap fotokopileri de vardı (CASA Olayı-Erbil TUŞALP ve Emin ÇÖLAŞAN’ın yazı kupürleri). Toplantıya katılım, sayısal olarak da seviye olarak da üst düzeydeydi. Silahlı Kuvvetler’e uçak alım ihalesinde G-222’yi teklif eden Aeritalia-İtalyan temsilcisi Jefi KIMCHE ailesi, ihaleyi kazanamadıkları günden bu yana çok ciddi bir dezinformatsiya başlatmışlardı. Bunun sonucu olarak da CASA uçakları aleyhine yapılan bütün yayınları teşvik ediyorlardı. Orgeneral Çetin GİR de Jefi KIMCHE (David KIMCHE’nin kardeşi) ailesi ile kol kolaydı. Uçak kazası (!) onun için çift taraflı kazanç sayılırdı. Diğer tarafta Kanada De Havilland temsilcisi Tarık TÜREN de Buffalo’yu CASA’ya karşı masaya sürmüştü. Üç uçak arasında fiyat açısından CASA diğerlerinin yarı fiyatınaydı. Aynı zamanda tam yüklü olarak sarf ettiği yakıt da diğerlerinin yarısı kadardı. Her şeyden öte ne BUFFALO ne de G-222 uçakların “Kaynak Kullanım Kodları”nı vermeye yanaşmıyor CASA ise bu konuda Türkiye ile “sır yok” prensibi ile hareket ediyordu. CASA temsilcisi Zihni Alaattin ERDİN ise nedendir bilinmez ama birden bire CASA temsilcisi oluvermişti. Herkesin dikkatini çeken de buydu.

Toplantı başladığında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU adeta patladı.

- Neler oluyor arkadaşlarım, neler yaşanıyor ve neden yaşanıyor? CASA uçakları başımıza bela mı oldu, yoksa bu normal bir durum mu? Giden 34 şehidimizin hangi birine yanalım. Şehit olanların büyük bir bölümü 22/97 KKTC Torodos Tatbikatı’nda yanlışlıkla protokol çadırına mermi gönderen astsubaylarımızın bulunduğu bir B Timi. Şimdi bunun arkasında spekülasyonlar patlarsa ne olacak? CASA uçağı alındı alınalı üzerindeki tartışma da şaibe de bir türlü bitmedi. Bu toplantının amacı bütün bu soruların artık nihai bir cevabını bulmak. Bu cevapları alıncaya kadar da ben buradayım. Şimdi bu toplantıya katılan herkes elinde ne bilgi, ne belge varsa ortaya koysun. Ya bu toplantıda konuşsun ya da ömrünün sonuna dek sussun…

Toplantıya katılanlar, Genelkurmay Başkanı’ndan böylesi net bir çağrı beklemiyorlardı. Herkes birbirinin yüzüne baktı ve toplantıya katılanlardan bir Korgeneral söz istedi. Söz isteyen Korgeneral, Org. Çetin GİR’in adamı olarak KKTC’den Kızıl’ı getiren, onunla görüşmeleri sürdüren kişiydi. O sene Orgeneral olma sırasındaydı, ya Orgeneral olacak, ya kadrosuzluktan emekliye ayrılacak ya da görev süresi uzayacaktı. Korgeneral konulara her zamanki diplomatik ağzıyla girer ve konuşmasının arasına da binlerce bubi tuzağını serpiştiriverirdi.

-        Komutanım, 1990’ın başında, özellikle Ege Adaları’na karşı yürütülecek bir YILDIRIM harekâtta kullanılmak üzere alınan ve görevi sadece Özel Kuvvetler’e bağlı timleri hedef adalara indirmek olan bu uçaklar konusunda önümüzde üç seçenek vardı; biri İtalyan, biri İspanyol bir diğeri de Kanada üretimiydi. O günlerde bu üç uçak arasında yapılan seçim çalışmalarında CASA neredeyse en son sırada olmasına rağmen dönemin siyasi iktidarı ağırlığını CASA’dan yana koydu. Silahlı Kuvvetlerin hemen hiçbir raporu dikkate alınmadı. Sonuç olarak karşımıza bu manzara çıktı. O günlerde ilgili, ilgisiz hemen herkes sustu ama sonradan üst üste yaşanan aksilikler, aksaklıklar ve kazalar konuştu. Özet olarak bir zamanlar yapılan yanlış tercih son olarak 34 evladımızın canına mal oldu. Her ne kadar bu kaza ilk yapılan tespitlere ve ilk MKR’ye göre (Müşterek Kanaat Raporu) bir “Kumanda Arızası” olarak görünse de, kumanda sisteminin yedeğinin olmamasını da bir kenara bırakırsak, sıradan bir havacılık kazası olarak ele alınabilir. Bu güne kadar alınmış olan ve teslimleri hala devam eden bu uçakları bir kenara koyamayız ve kullanımından vazgeçemeyiz ama bir gerginlik ortamında, bu tür acı olaylarla karşılaşmamak ve devletin bekası için bundan sonraki tercihlerimizi daha akılcı kullanmak zorundayız. Sonuç olarak bu kazadan sonra bizler G-222’leri tekrar gündeme getirmek durumundayız. Arz ederim.
-       Teşekkürler, sayın general. Evet, arkadaşlarım sizler de eleştiri ve önerilerinizi açıkça ortaya koyun. Evet, siz Sayın Tümgeneral’im bu uçakların ana bakım merkezi olarak faaliyet gösteren İkmal Bakım Merkezi’nin komutanı olarak siz neler söyleyeceksiniz?
-       Komutanım, 16 Mayıs günü meydana gelen uçak kazası havacılık tarihinin ne ilk ne de son kumanda arızasından kaynaklı kazası değildir. Bir de o günün hava koşulları dikkate alınırsa, yağan yağmur ve sonra da dolu uçak yüzeyinde her ne kadar tahribe neden olmamışsa da motorları ve anti-ice sistemi oldukça ciddi bir yük altında zorlanmıştır. Bütün bunların yanında uçakta yolculuk yapan B Timi’nin donanımı, silahları ve mühimmatları uçağın taşıma kapasitesinin maksimumunun test edilmesine de neden olmuştur. Uçak, kaza yapana kadar yaklaşık 210 lt yakıt tüketmiştir. Uçağın yerden kesiliş sürat ve mesafesi normaldir. Yani aşırı yük söz konusu bile değildir ki uçağın uçuş ekibi bu konuda “sıfır toleranslı” bir ekiptir. Kısaca, yaşanan kaza bir uçak tercihinden değil,  uçağın maruz kaldığı teknik sıkıntılardan kaynaklanmıştır. Konu tarafımızdan derinlemesine tekrar tekrar incelenmektedir. CASA uçaklarının alımı esnasında yaşanan olaylar esnasında benim tercihim de bu uçak değildi ancak, karar verildi ve alındı. Ardından da gerek TAI’de gerek birliklerimizde ve gerekse İkmal Bakım Merkezleri’nde uçak üzerinde bu güne kadar 1326 değişiklik yapıldı. Kısaca artık CASA İspanya-Endonezya ortak yapımından çıkıp neredeyse Türk yapımı haline geldi. Sonuç olarak bizler artık CASA uçaklarına Türkiye’nin üretimi olarak bakıyoruz ve bundan sonra da bu böyle olacaktır. Kaza’da paramparça olan uçağımızın hız kaybına neden olan ani tırmanış sonucu tutunma hızını kaybetmesinden sonra virile girerek düştüğünü büyük bir doğruluk yüzdesi ile biliyoruz. Yer şahitlerinin ifadeleri ve Erhaç Kule konuşmaları dikkate alındığında ekibin
gerekli emercensi müdahaleleri yaptığı da anlaşılmaktadır. Her iki pilotumuzla birlikte diğer uçak ekibi, uçuş emniyetini ön planda tutan yüksek vasıflı personelimizdi, dolayısıyla personel hatası bu kaza için söz konusu bile değildir ki MKR de bunu doğrulamaktadır.
Teknik olarak sizlere bu bilgileri arz etmek istedim. Konu ile ilgili teknik bütün sorulara yanıt verebilirim. Arz ederim.
-       Teşekkürler. Siz, Savunma Sanayi Müsteşarlığı, bu konu sizin de konunuz. Konu ile ilgili görüşleriniznelerdir?
-
Komutanım bizler Hafif nakliye Uçakları alımının A’sından Z’sine kadar bütün safhalarında içindeydik. Hatta başlangıçta bütün roller bizim üzerimizdeydi. Sizlere o günlerdeki uçak değerlendirmelerini bir kez daha sunmak istemiyoruz, sizlere
toplantı başında dağıtmış olduğumuz bilgi dosyalarında her aşamanın en önemli değerlendirmelerini sunduk. Bu konudaki sıkıntıları teknik, siyasi, ahlaki ve medyatik olarak özetleyebilirim. Teknik konuları az önce Sayın Tümgeneral’im bütün açıklığı ile sundu. O konuya girmeyeceğiz. Siyasi konuya gelince; bu konuyu siyaseten kullanılabilecek bir malzeme haline getirmek isteyenlerin varlığı malumumuz. Bu aşamada gerçeklerin susturulup, varsayımların ön plana taşınacağı da sır değil. Ancak, hangi siyasi gurup ne yaparsa yapsın bir gerçeği asla değiştiremeyecektir. Üç uçaktan biri olarak seçilen CASA uçaklarının “Kaynak Kullanım Kodları” elimizdedir, bu kodlar üzerinde istediğimiz gibi tasarrufta bulunma hak ve yetkisini de haiziz. Ancak, seçim aşamasında konu edilen diğer iki uçağın “Kaynak Kullanım Kodları”nın bize verilmesi kesinlikle reddedilmiştir. Bu şartlar altında, Kaynak Kullanım Kodu bizim olmayan bir uçağın bize ait olduğu hiçbir aklı başında insan tarafından iddia edilemez. Dolayısıyla bu konu bir iç siyaset malzemesi olamaz. Olursa da yanıtları çok sert olabilir. Ahlaki konuya gelince, uçak alımı esnasında olduğu iddia edilen pek çok şey bizim dışımızdadır. İspatı yoktur. İddiadan öte bir şey de değildir. Dolayısıyla ahlaki boyutu iddia sahiplerini iddialarını ispata zorlayacaktır. Son olarak, işin medyatik kısmı başta Sayın Genelkurmay Başkanı’mız tarafından üstü kapalı olarak geçilmiştir. Uçakta ağırlıklı olarak KKTC Torodos 22/97 tatbikatı esnasında görev alan B timinin elemanlarının olması ve bu tatbikat esnasında seken bir kurşunun ALBAY Vuran TERKAY’ı şehit etmesi ve bu olay üzerinde yaratılan spekülasyonlar, konunun en can alıcı noktasıdır. Bu olay sanırım sadece burada değil, değişik mahfiller de de enine boyuna ele alınacaktır. Önemli olan bu olayın o mahfiller tarafından nasıl kullanılabileceğinden daha çok, bizlerin konunun en gerçek ve en yalın hali ile ilgilenmemizdir. Bu şartlar altında olaya baktığımızda, uçak seçimi ve alımı aşaması yaklaşık 11-12 yıllık bir geçmişe dayanmaktadır. Bu durumda içimizde bu sorumluluğu paylaşmış kurumların temsilcileri dışında, şahıs olarak pek kimse bulunmamaktadır. Her ne kadar pek çok katılımcının eski iddialar üzerinde ciddi hazırlık yaptıklarını gördüysek de bu magazin çalışmasından öteye geçmeyecektir.
Sonuç olarak CASA bir teknik arıza sonucu düşmüş ve 34 gözbebeğimiz şehit olmuştur. Onlara Allah’tan Rahmet dilemekten başka bir şey elden gelmemektedir. Bunun üzerinde yaratılacak spekülasyonların tamamına da bizler cevap verebilecek durumdayız. Bizler SSM elemanları olarak bizlerin ve bizden önce bizlerin yerinde görev yapan bütün arkadaşlarımızın bütün kararlarını yargılamaya yönelik soru ve şüpheleri cevaplamaya hazırız.
Arz ederim.

Salondaki hava son derece seviyeli ve ciddidir. Ancak gayri memnun olanların varlığı yanında bir de G-222’nin propagandası için bilenmişler de yok değildir. SSM temsilcisinin konuşmasını bitirdikten sonra bir denizci Tümamiral söz almak ister. Genelkurmay Başkanı adeta tek başına oturumu yönetmektedir. Evet, siz amiralim…

- Komutanım, şu ana kadar yapılan konuşmalardan anladığım kadarıyla yaşanan olay sıradan bir olay olarak takdim edilmektedir. Ancak SSM temsilcisi takdiminde ele aldığı konu başlıklarını bence yeterince açmamıştır. Bu konu başlıkları derinlemesine teker teker ele alınmalıdır. Bu konular arasına bu uçağın seçim aşaması da alınmalı ve o aşamada Silahlı Kuvvetler’de bu konuda karar vermiş olup da halen görev yapan bütün personelin teker isimleri, statü ve rolleri araştırılmalıdır. Aksi takdirde, bizim dışımızda yapılacak her hangi bir çalışmaya kolaylıkla cevap vermemiz mümkün olamayacaktır. Şimdi konunun en can alıcı kısmı kuvvetimizi de meşgul etmektedir. CASA uçaklarının Deniz Kuvvetleri’nde de yaygın olarak kullanımı söz konusudur. Konu bütün ayrıntıları ile araştırılmalıdır ki, bundan sonra meydana gelecek her müessif hadise sonra kimseler bizlere dönüp bakmasın. Örneğin, elimde bu güne kadara yayınlanmış pek çok yayın vardır. Ben havacı olmasam bile bana ulaşan bilgilere göre CASA’nın seçilmiş, G-222’nin seçilmemiş olması çok büyük bir hatadır. Bu açıkça görülmektedir. “Kaynak Kullanım Kodları” konusuna gelince, bunun neden bu kadar önemsendiğini anlamak mümkün değildir. CASA’nın seçiminde bu konuya dikkat etmiş olan zamanın iktidarının
F-16’larda bu konuya neden dikkat etmediğini hatta üzerinde bile durmadığını sorgulamak gerekir diye düşünmekteyim. Ki G-222 yetkilileri Türkiye’ye girdiğinden beri bizlere sürekli olarak bilgilendirici bültenler göndermektedirler ve kaynak Kullanım Kodu konusunu da konuşmaya hazır oldukları bu bültenlerden anlaşılmaktadır. Kısaca ve net olarak arz etmek isterim ki, eldeki CASA uçakları 3ncü bir ülkeye/ülkelere ne pahasına olursa olsun satılmalı ve G-222 seçeneği tekrar ve daha büyük bir ciddiyetle ele alınmalıdır. Arz ederim.

Tümamiral’in konuşması toplantıyı elektriklendirmiştir. SSM temsilcileri, Tümamiral’in son cümleleri ile SSM’ye hakaret ettiklerini iddia ederek, toplantıyı terk etmek istediklerini yüksek sesle Genelkurmay Başkanı’na arz etmişlerdir. Genelkurmay Başkanı;

- SSM’den gelen arkadaşlarımızı toplantının sonuna kadar aramızda görmek istiyorum. Eminim ki bu toplantı sonuna kadar
cevaplanmamış soru da iddia da kalmayacaktır. Ben çıkmıyorum arkadaşlar, ama toplantıyı terk etmek isteyene de engel olmayacağım…

Genelkurmay Başkanı’nın bu konuşması toplantıya katılanlar arasında farklı farklı yorumlanmıştı. Orgeneral Çetin GİR ve çetesinin büyük bir bölümü Silahlı Kuvvetler’den temizlenmişti ama artıkları ile Jefi KIMCHE’nin ekibinin susmak gibi bir yolu izlemeleri de mümkün görünmemekteydi.

Bu kez Hava Kuvvetleri’nden bir Tümgeneral söz aldı ve çok kısa, ancak oldukça kışkırtıcı bir konuşma yaptı.

- Komutanım, toplantının başında yapmış olduğunuz konuşmada ihsas ettiğiniz çok önemli hususlar buradaki teknik konuların önüne çıkmıştır ya da çıkarılacaktır. CASA karşısında yer alan lobi anlaşılan o ki çok güçlüdür ve hemen herkesi makamından edebilecek kadar da etkilidir. Bir havacı olarak şahsen ben CASA uçağının hangi sebeple seçildiğini pek de anlayabilmiş değilim. Ben, göreve gidiş gelişlerimi CASA uçağına binerek yapmaktansa Devlet Demiryolları ile yapmayı tercih etmekteyim. Bu şartlarda, burada görev arkadaşlarımızın ve destek unsurlarının öncelikle ben ve benim gibileri ikna etmesi gerekmektedir. G-222 uçağının neden elendiğine cevap verebilecek ve beni bir havacı olarak ikna edebilecek bir komutanımızın ve/veya arkadaşımızın varlığı beni çok mutlu edecektir. Son olarak, kazada 34 arkadaşımızı yitirdiğimiz kazada paramparça olan CASA uçağının normalinden yaklaşık 2.000 Kg daha fazla yüklendiği iddiaları her yerde konuşulmaktadır. Bu durumda bizlere kadar intikal edene soru şudur; “Uçaktaki biri, ya da birileri gözden mi çıkarılmışlardır. Bile bile ölüme mi gönderilmişlerdir?” Arz ederim.

Genelkurmay Başkanı, konuşanların teker teker isimlerini not almakta ve kendince de bir takım değerlendirmeler yapmaktadır. Son konuşan Tümgeneral’in karşısına 4 yıldız koymuş yanına da büyükçe “TEAM’s-1 ?” yazmıştır. Sonra da katılımcılara hitaben;

- Sayın Tümgeneral oldukça çarpıcı hususları gündeme getirmiştir. Kendisine bu kadar büyük bir açıklık ve yüreklilikle konuyu gündeme getirdiği için teşekkür ederim. Umarım bu konuşma, konuşmak konusunda kararsızlık gösteren arkadaşlarımızı daha da yüreklendirir. Şimdilik toplantıya ara veriyorum. Bundan sonraki bölümde bütün generallerimin söz alarak konuşmasını istiyorum. Üçüncü bölümde de bütün sivil arkadaşlarıma söz vereceğim. Dördüncü bölümde de konuşmak isteyen bütün subay ve astsubay arkadaşlarımızı dinleyeceğiz. Kısaca bugün bu konu bitmeden evlerimize ve birliklerimize gitmemiz söz konusu değil. Hatta öğlen yemeklerimizi de burada hep birlikte yiyeceğiz ve sonra toplantımıza devam edeceğiz. Buyrun arkadaşlar…

Herkes, Genelkurmay Başkanı’nın geri adım atmayacağını anlamıştı. Ne olursa olsun, ne söylerse söylesin herkesin konuşmasını istiyordu. Dışarı çıktıklarında generaller generaller ile subaylar subaylarla, astsubaylarla ve sivillerle kendi aralarında tartışıyor ve konuşuyorlardı. Az sonra toplantı salonuna Orhan Bey ve arkadaşları da katıldılar. Durumu fark eden çok az kişi vardı. Bazı generallerin suratları asılmıştı, bazıları da gülümsemeye başlamışlardı. Anlaşılan Genelkurmay Başkanı o gün her şeyi konuşmak ve konuşturmak amacındaydı. Orhan Bey, bir süre etrafına bakındı ve Kurmay Binbaşı Cem ile göz göze geldiler. Anlaşılan o ki, durum ciddiydi ve Cem Binbaşı ile görüşmek istiyordu. Binbaşı Cem Orhan Bey’in yanına doğru gitti ve

- Hoş geldiniz abi,
- Hoş gördük, bugün senin günün…
- Nasıl?
- Şimdilik bu kadar yemekten sonra sigara molasında bir fırsatını bul da konuşalım, benimle konuşmadan da sana soru sorulsa bile kimseye cevap verme…
- Peki abi…
- Görüşürüz.

Orhan Bey Cem’in yanından ayrılır ayrılmaz Genelkurmay Başkanı’nın bulunduğu masaya yaklaştı ve elinde tuttuğu özel deriden yapılmış bir dosya çantasını Genelkurmay Başkanı’na teslim etti. Genelkurmay Başkanı’nın emri subayı çantayı alıp kendisi taşımak istediyse de Genelkurmay Başkanı bu isteği geri çevirdi ve Orhan Bey’in elini sıkıp, tebessüm ettikten sonra diğer üst düzey generaller ile konuşmasına devam etti. Orhan Bey başkanlığındaki şirket ekibi bir kenara çekildi ve kendi aralarında koyu bir sohbete daldılar. Yaklaşık 30 dakika sonra herkes içeri alındı ve Genelkurmay Başkanı’nın sağ tarafında bir yer açılarak şirket ekibi de toplantıya dâhil edildi.
İkinci oturumun açılış konuşmasını yine Genelkurmay başkanı yaptı;

- Arkadaşlar, bu oturumda bütün generallerimin söz alarak konu ile ilgili değerlendirme yapmasını ve varsa sorularını yöneltmesini istiyorum. Belki dikkatinizi çekmiştir, mutat olmayan bir şekilde Şirket Ekibi de toplantımıza benim isteğim doğrultusunda katılmıştır, temsil düzeyi sizleri yanıltmasın, buraya gelenler belki en üst düzey değildir ama operatif olarak en yetkili ağızlardır. Sizlere belki de hiç birinizin bilmediği bir süreci gerektiğinde anlatmak ve açıklamak için burada bulunmaktadırlar. Evet, şimdi generallerimizi dinleyelim.

Bütün oturumlar oldukça tartışmalı ve hatta can sıkıcı geçmişti. Son oturuma gelinceye kadar Binbaşı Cem ve birlikte toplantıya katıldığı Şube Müdürü Albay tek kelime etmediler ve sürekli dinlemede kalıp not aldılar. Albay ile Binbaşı Cem kendi aralarında değerlendirmeler yapıyor ve söylenen doğrularla, saptırmaları ayrı ayrı yazıp bunların aydınlatmaya yönelik yanıtlar hazırlıyorlardı. Son bölüme girdiklerinde Cem daha o sabah Diyarbakır’dan Nazif Başçavuş’un Perşembe kurye uçağı ile gönderdiği iki mektubu okumuş ve mektubun sahipleri ile arası kötü olmasına rağmen hüzünlenmişti. Yanında getirdiği mektupları evrak çantasından çıkaran Binbaşı Cem mektupları okuması için Albay’ının önüne doğru sürdü. Albay Ali  MERT mektupları okudukça her yerine ateşler basıyor, kıvrım kıvrım kıvranıyordu. Albay Ali Denizliliydi ve net duruş gösteren bir Harbiyeliydi. Albay Ali;

- Bunları okumayı ya da açıklamayı düşünmüyorsun değil mi?
- Açıklayacağım, gerektiği kadar okuyacağım. Genelkurmay Başkanı’nın emri…
- Neeee! Onun emri mi? Nasıl haberi oldu? Nasıl seninle görüştü? Neler oluyor?
- Komutanım, her şey yolunda önce herkese hak ettiği en doğru cevapları verelim sonra gerekirse ve üzerimize gelinirse bunları öne sürüvereceğiz ama Genelkurmay Başkanı’nın emrini bekleyeceğiz… Şirket elemanları da bu açıklamaları teyit amaçlı olarak buradalar.
- Ya benim bir şeyden haberim yok, neler oldu, neden anlatmadın?
- Çok özel başladı ve sonradan kontrolden çıktı. Görevimiz ile ilgili değildi ve sizi de tehlikeye atmanın âlemi yoktu…
- Şimdi anlıyorum… Hakkında gelen onlarca ihbar mektubunun sebebini…
- İhbar mektubu? Benim hakkımda mı?
- Evet…

O sırada Genelkurmay Başkanı Albay Ali ile Binbaşı Cem’e dönerek konuşmaya başladı.

- Şu ana kadar herkesi dinlemede kalan ve CASA’nın seçimi ile alımı aşamalarına zaman zaman iştirak etmiş, ancak imza
yetkisini haiz olmadan sadece teknik bilgi ve birikimlerinden yararlanılan iki subayımıza söz vereceğim. Gözlediğim kadarıyla o kadar çok not aldılar ki, cevaplamaları ne kadar sürer, düşünemiyorum bile. Evet, Ali Albay’ım, söz sizde. Herkes sizi dinlemeye hazır…

Albay Ali Genelkurmay Başkanı’nın kendisine hitap etmesi ile birlikte ayağa kalkmış esas duruşta bekliyordu. Genelkurmay Başkanı sözlerini tamamlar tamamlamaz;

- Arz etmeye çalışacağım komutanım. Bazı konuları da sizlere Binbaşı Cem MÜEZZİNOĞLU sunacak…
- Ali Albay’ım önce teknik konular, daha sonra ben Cem’e ayrıca söz vereceğim…
- Emredersiniz! Komutanım CASA uçağı seçimi bir siyasi tercihtir. Diğer uçakların kapasite ve performansları bu seçimde çok etkili olmamıştır. Çünkü CASA uçakları siyasi iktidar tarafından
1. Gelecekte Türkiye’nin AB ülkeleri tarafından sıkıştırılması esnasında yanında sadık bir müttefik bulunması amacıyla
2. Zamanın Cumhurbaşkanı Durgun SÖZAL’ın “Ufuk Ötesi Projesi”nin bir ayağı olarak İSPANYA kasıtlı olarak seçilmiştir.
3. CASA uçağının seçilmesinin bir başka sebebi de sözde müttefiklerimizin özellikle Hava Kuvvetleri envanterinde bulunan uçakların yedek parçaları üzerinde oynadığı oyunları son erdirmektir. Dolayısıyla seçimde teknik konularla birlikte siyasi tercihler de söz konusudur. Diğer uçaklardan G-222’nin seçilmesi de belki aynı istekleri karşılarmış gibi görünse de Aeritalia Firması’nın MOSSAD’ın bir paravan şirketi olması, bu seçimde G-222’yi saf dışı bırakmıştır. Dolayısıyla bu konudaki tüm spekülasyon ve dezinformatsiyanın merkezi İsrail’dir. Üzülerek gördük ki, bu oyun Silahlı Kuvvetlerimizin değişik statü ve rolündeki komutanlarımızı da etkilemiştir. Burada CASA uçağı ile ilgili yolsuzluklardan bahsedilirken, G-222’nin seçim için Türkiye’de dağıttığı ve hatta hala da dağıtmaya devam ettiği rüşvetten söz edilmiyor olmasını da anlamak mümkün değildir. “Ufuk Ötesi Projesi” nedir? Bu konu sorulursa o projenin bütün safhalarını hazırlamış olan Cem Binbaşı sizlere yeterince bilgi verebilir. Ancak Merhum Durgun SÖZAL, CASA uçağı seçimini yapmadan önce Özel Roma Kulübü Onursal Başkanı İspanya Kralı Juan CARLOS ile baş başa görüşmeler yapmış ve aralarında 10 maddelik bir anlaşma imzalamışlardır. Bu anlaşma halen devletin “Kozmik Belgeleri”nin bulunduğu yerdedir ve zamanı geldiğinde açıklanacaktır. AB sürecine gelince, İspanya bu güne kadar verdiği bütün sözleri tutmuştur. Dikkat edilirse AB sürecinde Türkiye aleyhinde hiçbir kararın yanında olmayan tek ülke İSPANYA’dır. İSPANYA Hispanik nüfusun da en büyük temsilcisidir. ABD’de muhtemelen 2016 yılında Hispanik Nüfus ABD Başkanı’nı tek başına seçebilecek çoğunluğa sahip olacaktır. Özetlemek gerekirse, hiç kimse Buffalo, G-222 ve CASA’nın tüm ayrıntılarına girip de metodik ve bilimsel bir inceleme yaparsa CASA’yı asla bir yere koyamaz. Burada SSM’nin büyük hizmetini de kimse görmezden gelemez. Zihni Alaattin ERDİN de bu işe Merhum Durgun SÖZAL’ın talimatı ile girmiştir. Doğaldır ki, her ticaret erbabı gibi o da ticari
yaşamını sürdürmek için bir gelir elde etmek zorundaydı ve bunu da elde etti. Eğer burada istenirse ve emredilirse bu üç uçaktan her hangi birin seçimi konusunda şirketlerin Türkiye’de kimlere, ne kadar rüşvet teklif ettiklerini de sizlere sunabiliriz: teklif edilen rüşvetlerin kimlere nasıl ve ne kadar dağıtıldığını da. Hatta halen G-222’nin yeniden gündeme gelmesi için dağıtılmaya devam edilen rüşvetleri de alanları da…
Sizlere, 16 Mayıs günü yaşanan kazadan söz etmek isterdim ama bunu bir süre ertelemek durumundayım. Çünkü az öncesine kadar bilmediğim bir iddia ile yüz yüze kaldım ve bu konuda açıklama yapmak konusunda yeterli bilgi ve belgeye sahip değilim. Ancak edindiğim bilgiler beni, şahsen, Silahlı Kuvvetler mensubu olarak da ayrıca çok üzmüş ve hatta yaralamıştır.
Komutanım malumlarınız olduğu üzere CASA Türkiye’de imal edilmektedir. Eğer CASA imalatı söz konusu olmasaydı TAI, TEI bir süre sonra eleman çıkartmak ve üretecek silah sistemi beklemek zorunda kalacaktı. Kısaca Milli Silah Sanayi, bir kez daha çökecekti. Çünkü ne Buffalo ne de G-222 temsilcileri bizlerle CASA temsilcileri kadar işbirliği yapmaya hevesli değillerdi. Ayrıca Buffalo ve G-222 halen ısrarla “Kaynak Kullanım Kodları”nı paylaşmamak konusunda geri adım atmamaktadırlar. Yani burada sizlere çok az personelin bildiği bir projeyi de açıklamak zorunda kalıyorum. Silahlı Kuvvetler, Buffalo ve G-222 ile hala görüşmektedir. Kendi Silahlı Kuvvetleri’nde kullanılsın ya da kullanılmasın her iki uçağın Türkiye’de üretimine de hazırdır. Tek şartı da “Kaynak Kullanım Kodları”nın bize verilmesi ile bizler tarafından yapılacak değişikliklerin Türkiye adına tescilidir.
Şimdi sizlere şu ana kadar yapılan konuşmalarda yanlış bilinen doğrularla, doğru bilinen yanlışları belge ve bilgileri ile arz etmek istiyorum.

Ali Albay’ın sunumu 1,5 saati bulmuştur. Toplantı başlayalı yaklaşık 11 saat olmuştur. Ali Albay’ın sunumu bittiğinde ise ortalığa sessizlik hâkim olmuştur. Herkes, Silahlı Kuvvetler’in bu şubesinin ne kadar etkin bir çalışma içinde olduğunu fark etmiş ve sessiz kalmayı tercih etmiştir. Genelkurmay Başkanı Ali Albay’ın “Arz ederim” cümlesinden sonra söz almış ve

- Şimdi süreç ve seçim ile ilgili aklında soru işareti olan var mı, varsa hemen söylesin ki Albayımız onu da cevaplandırsın.
Salondan tek kelime gelmeyince de Genelkurmay Başkanı Kurmay Binbaşı Cem’e dönmüş ve
- Evet, Sayın Binbaşım şimdi sizi dinliyoruz. Bildiklerinizi, yaşadıklarınızı ve size intikal edenleri istediğiniz gibi
anlatınız. Herkes sizi can kulağı ile dinleyecektir, eminim…
Binbaşı Cem ayaktadır ve kendini tanıtarak konuya girer.
-   Komutanım 16 Mayıs günü düşen CASA uçağı “Kumanda Arızası” yaptırılarak düşmemiş düşürülmüştür.
Salona birden bomba düşmüş gibidir. Siviller, askerler herkes şaşkındır ve bir Binbaşı çok büyük bir açıklama yapmaktadır.

- CASA uçağı NATO Önleme Hattı’nda kumandaları bir müttefikimiz tarafından ele alınarak önce per dö vitese sokulmuş, ardından uçak virile girerek düşürülmüştür. Bu olayı önceden bilen iki astsubay kendilerince tedbir almış ve uçak düşmeden az önce uçaktan paraşütle atlamış ancak paraşüt açılma mesafesi olmadığından onlar da yere çakılmış, meydana gelen yangında da yanmışlardır. Bu süreç, uzun zamandır takip edilmektedir. Sebebi; KKTC’deki Torodos 22/97 tatbikatında Genelkurmay Başkanımız Orgeneral Hasan TÜRKMENOĞLU’na karşı yapılan suikastın sonuçsuz kalması neticesinde, bu suikastta rol alan B timi mensubu iki astsubay şahsıma önemli bilgi ve belgeler sunmuşlardır. Onlar sayesinde komutanımıza karşı yapılan suikastın müsebbiplerine komuta katınca gerekli işlemler yapılmıştır. Ancak esas merkeze karşı bir operasyon yapılamamıştır. Bu sabah bana ulaşan iki “ihbar ve itiraf mektubu” her şeyi açıkça anlatmaktadır. Torodos 22/97 tatbikatında suikast cephesinde yer alan iki astsubay düşen CASA’daydılar. Çünkü uçakta topluca katledilen B timi Torodos 22/97 tatbikatını icra eden timdi. Uçaktan son anda paraşütle ayrılan iki astsubay da suikastta kullanılan astsubaylardı.
Konu başından beri Genelkurmay Başkanımız ki o zaman kara Kuvvetleri Komutanıydı, bilgisi dâhilindeydi. Gelişmelerin tamamından haberdardı. Ancak kendilerine yapılacak suikastın nerede ve ne zaman yapılacağını bilmiyorlardı. Ancak hazırlıklıydılar ve olabildiğince de tedbirliydiler. Konudan aynı zamanda başından beri de Şirket’in haberi vardı ve bu konunu takipçisiydiler.
O gün suikastta kullanılan esas kişi, yani Albay Vuran TERKAY’ın ölünme sebep olan merminin müsebbibi ise KIZIL’dı. Yani herkesin bildiği, duyduğu ve merak ettiği KIZIL…
Salonda bir anda başlayan uğultuya Genelkurmay başkanı hiç ses çıkartmamış, uğultunun bitmesini beklemiş ve Binbaşı Cem da o esnada tek kelime etmemişti. Uğultu bitince Binbaşı Cem konuşmasına devam etti.

- Kısaca arz etmek isterim ki alsında hedef CASA değildi, Genelkurmay Başkanlığı makamıydı ve bu başarılamadı. Şimdi CASA bu konunun üstünü örtmek adına dile dolanmaktadır. Yoksa bugün kutuplar bölgesinde de görev yapan CASA CN-235’ler üzerinde durulduğu kadar şaibeli bir silah sistemi değildir. CASA’lar gelmeseydi yüzde 70’lere kadar düşen uçak faaliyet oranımız belki de bu günlerde yüzde 50 lere kadar da gerileyebilecekti. Yani Yunanistan ile aramızdaki silah oranı, tamamen Yunanistan lehine gelişecekti. CASA ile ilgili yaptığımız ve benim de içinde bulunduğum görüşmelerde ilk hedefimiz sürekli bu olmuştur. Ve bu sayede uçak faaliyet oranımız yüzde 92 seviyesindedir. Bu bizlerin çabasıyla kırılmış bir ambargo zinciri sonucu ortaya çıkan başarıdır. G-222’ler ve Buffalolar la bu durum söz konusu bile olamayacaktı ki CASA bu nedenle seçildi. Çünkü CASA’da kullanılan tamirlik malzeme ve sistemler bizlerdeki F-16, F-4, F-104, C-160, C-130 uçaklarında kullanılan pek çok önemli sistemle bire bir uyuşmaktaydı ya da aynısıydı. Benim için, şu ana kadar yapılan konuşmalarda dile getirilmeyen bu gerçeği dile getirmek bu sürece emek verenlere karşı bir insanlık borcudur. Ve
sizlere açıkça ifade etmek isterim ki CASA uçağının bu özelliklerini araştıran Merhum Cumhurbaşkanı Durgun SÖZAL, Merhum Bakan Ati İNAN ve Savunma Sanayi Müsteşarlığı ekipleridir.
Söz konusu suikast ile ilgili bütün adımlar ŞİRKET tarafından takip edilmiştir, elimdeki mektuplar da fotokopidir, asılları ŞİRKET’e Genelkurmay Başkanımız’ın emriyle tarafımdan teslim edilmiştir. Başarısız suikast girişimi ile ilgili bütün sorularınıza ŞİRKET’in kendi çalışma yöntem ve prensipleri ile sunması sanırım çok daha etkili olacaktır. Ancak hem Silahlı Kuvvetler hem de bu organizasyon öncesinde oluşturulan SEKS ÇETESİ’nin neredeyse tamamını deşifre etmiştir. Diğer örgütlenmeler de tamamıyla deşifre edilmek üzeredir. İlk gözaltına almalar da bu gece bizlerin bu toplantıyı bitirdiğimiz saat itibarı ile yapılacaktır.
Sizlere özet olarak bütün gerçekleri arz ettim. Gerçeklerin bilgi ve belgelerinin kaynağını da ifade ettim. Dolayısıyla
burada ifade edilmemiş bir tek gerçek kalmadığına inanıyorum. Sorularınızı cevaplandırmaya hazırım. Arz ederim…

Genelkurmay Başkanı herkesi teker teker inceliyor ve bir soru bekliyordu, aslında o da soru sorulmasını beklemiyordu. Birden konuşmaya başladı.
- Evet, herkesin talep ettiği en doğru bilgiler zerresi saklanmadan sizlere iletildi. Şimdi de ŞİRKET elemanlarını elde
ettikleri bilgi ve belgeleri açıklamak üzere davet ediyorum.

ŞİRKET o güne kadar hiç olmadığı gibi kendi getirdiği yansı cihazını kurdu ve elde ettiği bütün belgelerin ve dokümanların, görüntülerin tamamını fazla konuşmadan bütün çıplaklığı ile katılımcıların bilgisine sundu. Her belge salondaki sessizliği daha da arttırıyor ve sessizlik gittikçe derinleşiyordu. Özellikle  Orgeneral Çetin GİR ekibinin komuta ve kontrolündeki SEKS Çetesi’nin sermaye ve elemanları ile ilgili olarak verilen bilgiler ve aktarılan görüntüler salonda uğultulara yol açmaya başlamıştı. İçinde bütün kuvvetlerden rütbeli, rütbesiz kişiler ve hatta bazılarının eşleri, kızları bile vardı. ŞİRKET’in sunumu bittiğinde Genelkurmay Başkanı ŞİRKET’e katılımlarından dolayı teşekkür etti ve onların salondan ayrılmasını müteakip;
- İşte gerçekler, bilgilerle ve belgelerle… Masal yok, iftira yok, çamur atma yok, para alıp sözcülük yapmak yok. Hepsi gerçekler, hem de katıksız gerçekler. Umarım ve dilerim ki burada konuşulanlar burada kalır. Aksi durum Devlete, Millete ve Silahlı Kuvvetlere ihanettir. Şimdi son kez soruyorum bu konuda sorusu olan var mı? Hepinize teşekkür ederim.

Salondan önce Genelkurmay Başkanı, ardından da sıralı komutanlar çıkarken Genelkurmay İstihbarat Daire Başkanı bazı generaller de dâhil olmak üzere ilgi subay ve astsubaya gözaltı emrini tebliğ ediyordu. Dışarıda uğultu birden kesilmiş, herkes kaderine razı bir halde salonu terk etmeye başlamıştı. Ellerine sarı zarf tutuşturulan personel ise bir yandan tebliğ-tebellüğ belgesini imzalıyor bir taraftan da özellikle gözleri Cem Binbaşı’yı arıyordu. Ancak Binbaşı Cem ve Albay Ali Genelkurmay Başkanı’nın talimatı ile özel bir bölümden çoktan salon dışına alınmıştı. Dışarı çıktıklarında Genelkurmay Başkanı yanlarına geldi ve önce Albay Ali’yi ardından da Binbaşı Cem’i tebrik etti. Sonra da odasına davet etti. Saat 22.30’du. Genelkurmay Başkanı’nın odasına gittiklerinde kendilerini aperatiflerin beklediğini gördüler ve Genelkurmay Başkanı, Cem Binbaşım, ben dâhil kimsenin bilmediği şu Merhum Durgun SÖZAL operasyonlarından ve sizin iddia ettiğiniz Durgun SÖZAL ve Ati İNAN suikastlarından bahseder misiniz? Benim vaktim var umarım sizin de vardır ve yarın herkes için tatil, yani yarın da bizim.

Odada komutan ve ast konuşmasının yerini çoktan bir dost meclisi almıştır. Binbaşı Cem anlatmaya başlar…

KEMAL

Bursa’da bir sonbahar. Yerler çınar ve çitlembik yaprakları ile dolu. Genizleri yakan yaprak kokusu ve sinsi sinsi esen soğuk rüzgâr. Soğuk, ince ince işliyor insanın iliklerine. Yerler Arnavut kaldırımı. 4-5 yaşlarında bir çocuk, ayağında örgü lacivert pantalonu ve top oynamaktan örselenmiş kahverengi ayakkabısı, sırtında yine örgü sarı-lacivert kazağı ve koyu yeşil hırkası ile kan ter içinde yerde 9-10 parça odunu eski bir çuval içinde sürüklemektedir.

Çocuğun beyaz teni, al al olmuş; burnu hafif akar vaziyette, soluk soluğa. Sarı kıvırcık saçlarının diplerinden ter fışkırıyor. Uzunca bir zaman alan sürüklemeden sonra çocuk bir kapının önünde duruyor ve kapıyı çalıyor. Kapıda beliren teyzesi önce, onun neden tekrar geldiğini anlayamıyor ama kısa bir süre sonra ne olduğunu fark ediyor. Küçük Kemal, teyzesine, ‘bizim odunumuz yok’ dediği için kendi evlerinden yakıp ısınmaları için odun getirmiştir. Teyzesi minik çocuğa sarılıyor;

- Ah benim kile kafalım, teyzesini, eniştesini, ablasını düşünürmüş… Bize odun getirirmiş…

Teyze, çocuğu içeri alır. Yanan sobanın yanına oturtur ve ona bir Uludağ Gazozu ile, çocuğun çok sevdiği bir parça peynir ve sobanın üzerinde kızarttığı ekmeği verir…
* * *

Bakmayın siz o veletin bu davranışına; o, mahallede pek çok kişinin yaka silktiği bir yaramaz…

O yaşına rağmen, her türlü fırlamalık onda.

O mahallelerinde, bir erkek ile dost hayatı yaşayan ve köşedeki binanın giriş katında oturan, Fransız kadınların tam bir
kopyası olan Ayla’ya da âşık…

Özellikle, Ayla arabaya binip inerken onu seyrediyor, açılan bacaklarına bakmaktan zevk alıyor. Ayla’nın evinin bahçesine astığı rengârenk iç çamaşırlarını, Avanak Avni gibi seyrediyor ve Ayla ile nasıl yaşanılacağını düşünürken bazen bahçe duvarı üzerinde uyuya kalıyor, sonra da yere düşüyor…

Ayla olayın farkında ve bunun üzerine üzerine gidiyor, dostundan başka kimselerin görmediği yerlerini kasten ona gösteriyor ve sonra da çocuğun haline bakarak kıkırdıyor. Ayla’ya yangın sadece Kemal değil ki, hemen hemen mahallenin bütün delikanlıları ve çocukları ile evli barklı, torun tombak sahibi kartoloş adamları…

Ama olaylar her zaman böylesine süt liman değil.

Bir gün Ayla, dostundan feci şekilde dayak yiyor. Kabahati, mahallenin delikanlısı Cem’e Fransız usulü öpüşmenin nasıl olduğunu öğretmeye kakması. Cem, 16 yaşına rağmen öpüşmeyi öğrenemedikçe (!), Ayla ısrarla öğretmeye kalkıyor. Ama Hikmet her nasılsa dostunun bu özel eğitim faaliyetine şahit olunca kıyamet kopuyor.
O gün Ayla yediği dayağın hala etkisindedir. Kemal yine bahçe duvarının üzerinde sevgilisi Ayla’nın kendisine bütün gizli bahçelerini göstermesini beklemektedir. Ayla, saatler geçmesine rağmen dışarı çıkmayınca, Kemal merak eder ve bahçe kapısını çalar. Altı yaşındadır ama onun bir sevgilisi bile vardır; Ayla… Ayla hışımla kapıyı açmış ve karşısında mahallenin Avanak Avni’si Kemal’i görünce çıldırmıştır. Kemal’e bir tokat aşkeder ve

- Defol git piç kurusu, git ananı seyret! diye haykırır.

Kemal, olanlardan kahrolmuştur. Duvarın dibine gider ve akşama kadar sessizce ağlar. Akşamüzeri, Ayla’nın gelip kendisinden özür dileyeceğini düşünürken Ayla eve hem Cem’i hem de Cem’in birkaç arkadaşını alır. Sonrada Kemal’e dik dik bakıp, ağız ve yüz hareketleri ile onunla dalga geçer. Kemal çok üzülmüştür, o gece evde yemek bile yemez. Annesi ve babası telaşlanır, çünkü Kemal’in yemek yememesi mümkün değildir, görülmemiştir. Hele de biber dolması ile etli yaprak
sarmasını…

Günlerce düşünür Kemal, Ayla’nın bahçe duvarının üzerinde ters oturarak. Ayla yanına gelir, onu mıncıklar hatta taciz eder ama sonuç alamaz… Aradan birkaç hafta geçmiştir. Ayla, yine rengârenk donlarını ve sütyenlerini bahçeye asmakta, iç çamaşırsız giydiği eteğinin yırtmacı ile oynayıp Kemal’i etkilemeye çalışmaktadır. Ama ne mümkün… Bakar ki, Kemal’den hayır yok. İçeri girer ve mutad faaliyetlerine gömülür… Ağda yapar, ses mecmuası okur, sakız çiğner, patlatır, patlamış sakızla parmaklarıyla oynar, ayna karşısında çıplak vücudunu seyreder, ağzındaki koca sakızı alnının üzerine yapıştırıp bir de öyle kırıtır…

O bu faaliyetlerini sürdürürken hava kararmaya başlamıştır. Kemal, büyük ölçüde kuruyan çamaşırlar arasındaki Hikmet’in pijamasının altını alır ve bacaklarını bağlar. Sonra da Ayla’nın bütün çamaşırlarını bacakları bağlanmış, pijamaya doldurur ve doğruca evlerinin bahçesindeki odunlukta iyi bir yere saklar.

Ertesi sabah çamaşırları toplamak için bahçeye çıkan Ayla, ne çamaşırları bulabilir ne de her zaman duvar üzerinde görmeye alıştığı Kemal’i.

Kemal de faaliyete geçmiştir. Cem ve Cem’in birkaç arkadaşından başkasını koynuna almayan Ayla’ya içerleyen kim varsa Kemal onun yanında biter ve yanında getirdiği çamaşırlardan her birini onlardan birine verip arkasından da onların kulağına şunları söyler;

-Ayla abla selam söyledi, ‘akşama saat sekizde iki arkadaşıyla birlikte gelsinler’ dedi…

Kemal’in bu faaliyeti öylesine etkili olmuştur ki, mahallenin berberleri, mahallenin hamamı, kuruyemişçisi satış rekoru kırmış, kahveler boşalmış, hayallerin en güzelleri kurulmaya başlanmıştır.

Kemal, Ayla’nın tam tamına 38 parça çamaşırını araklamıştır. Her bir parça çamaşır ile birlikte üç kişi çağrıldığından akşamın saat sekizinde Ayla’nın kapısının önünde yaklaşık 110 kişi toplanmış ve hatta kendi aralarında hırlamaya başlamışlardır. Saat sekizi bulunca da eve yüklenmişler, Ayla’nın dostu Hikmet’i hurdaya çıkartmışlar ve sonunda uzlaşarak Ayla’yı sırayla odaya kapatmışlardır.

Ertesi gün Hikmet hurdaya çıkmış, Ayla ıskartaya ayrılmış, mahalleli kapıda, gençler yine sıradadır.

Muhtar Mehmet Efendi, ihtiyar heyetini toplar ve Ayla ile Hikmet’in mahalleyi terk etmesine karar verilir.

Ayla ve Hikmet eşyalarını toplarlar ve küçük bir kamyonete yüklerler, kendileri de kapıların tersten açılan arabalarına binerken Ayla’nın gözü Kemal’e takılır ve içinden belki de “son kez sevindireyim şu garip piç kurusunu” deyip bahçesinin en nadide köşesini yine Kemal’e gösterir. Kemal, her zamanki Avni’liği ile ona bakacağına, bir de bakar ki
Kemal de örgü pantalonunu sıyırmış ve Ayla’ya pipisini göstermektedir.

Bu olaylardan sonra, artık mahallenin delikanlıları Kemal’i daha bir ciddiye almaya başlarlar ve kendi sohbetlerine katılmasına izin verirler.

Aradan geçen zaman içinde Kemal mahallenin delikanlıların vazgeçilmez arkadaşı olmuştur. Özellikle de İğneci Behiye’nin
evinin hemen yanındaki büyük bahçede oturan Leman Hanım’ın hostes kızı Aylin’i, merdiven altından dikizlerken kızın abisi tarafından yakalanıp dayak yedikten sonra...

Abisinin dövdüğü Kemal’e sahip çıkan Leman Hanım’ın hostes kızı, yanına aldığı Kemal ile ev halini paylaşmaya başladıktan sonra…

Hemen her gün delikanlılar Kemal’in yanına gelip;

- Anlat ulan piç kurusu, karının vücudu güzel mi?

Kemal bu sorulara “evet”, “hayır” bile demez sadece baş hareketi ile ya onay verir ya da onaylamazdı. Ama Kemal’in bu hareketle verdiği cevaplar bile mahallenin gençlerini delirtmeye yeterdi…

- Memeleri güzel mi lan?
- Külodu kırmızı mı he?
- Peki ya kokusu hoş mu?
- Yatarken seni yanına alıyor mu?
- Sarılıyor mu lan yoksa?
- Peki, sen ne yapıyorsun, bi yerlerine dokunuyor musun?
- Yıkanırken gördün mü?
- Beraber yıkandınız mı?
- Seni nasıl öpüyo?
- Dudaklarından mı?
- Dilini de veriyo mu lan ağzına?
- Sen dilini de emiyo mu pi kurusu?
- Sana nasıl hitap ediyor?
- Parası çok mu lan?...
Sorular böyle devam edip gidiyordur.
Delikanlılar aralarında konuşurken, sürekli olarak;

- Lan ne şanslı piç be! Bi dayak yedi, ardından karının donuna düştü…
- He lan, bizim göremediğimiz yerleri bile gördü fırlama…
- Bu ileride kesin Jandarma olur…
- Ne olursa olur lan, bize ne! “Bana hayrı olmayan kilisenin papazını si…m”…
- Ya oğlum deme öyle; bak Ayla konusunda bize “kıyak” yaptı; şimdi de hostes karıda kıyak yapıyor; daha ne yapsın velet… Allah’tan herifin babası müezzin…
- He lannnnn! Bak Allah’ın işine…

Leman Hanım’ın kızı evde 15 gün kalmıştır ama mahallenin delikanlıları, Kemal’e en az dokuz ay o 15 gün ile ilgili sorular sormuşlardır. Kemal artık onların akranı gibidir. Arada sırada, başka taraflardan duyduklarını da anlatmakta, mahallenin delikanlılarını daha da çıldırtmaktadır.

Kemal ilkokula başlar; başlaması ile babasının cebinin boşalması bir olur. Annesi ona düğmeli, adam gibi bir önlük diker, ama daha ilk günün sonunda önlük yarı belindeki dikişleri sökülmüş, düğmeleri düşmüş vaziyette eve döner. Ertesi gün, önlüğün düğmeleri yarı yarıya azaltılır. Bu kez, örme pantalonunun bir paçası dizine kadar sökülmüş, sökülen yünlerin yumağı cebinde, eve döner. İlkokul birinci sınıfın 15’nci gününde Kemal’in önlüğü deli gömleğine dönüşmüştür. Çünkü Kemal’in annesi 15 günde neredeyse 15 yıllık düğme almış dikmiş, aile bütçesi düğmeden sarsıntıya uğramıştır. Babası, her akşam;

- Ulan, panguduz ayında mı doğdun? Düğmeleri yiyor musun? der, ardından da bir araba sopa atardı…

Nelerle dayak atmamıştır ki; maşa, sopa, oklava, merdane, inşaat demiri, kemer, hortum… Ama, bütün bunlara rağmen Kemal, dayak yiyeceğini bile bile yapacaklarından geri durmaz; akşamları eve mutlak surette “şikayetçi”ler getirtirdi.

Ama evdekilerin nereden haberleri olsundu ki okulda Kemal, sınıftaki Hande’ye asılan kim varsa ya marizliyor ya da onun için eşek sudan gelinceye kadar dayak yiyordu… E yani, serde delikanlılık vardı…

Hande, sınıfın fındık kurdu güzeliydi. Başka güzel kızlar da vardı ama Hande bir başkaydı.

Sınıftaki herkes çocuk, Kemal ise erken olgunlaşmış bir bıçkındı. Kemal’in namı kısa sürede bütün okula yayıldı. Kemal’i dört-beş kişi bir araya gelip dövseler, Kemal dayaktan sonra yine yapmadığını bırakmıyor, Kemal’i dövenlerin ise yürüyecek mecalleri bile kalmıyordu. Sonunda, okulda kimse Kemal’e bulaşmaz olmuştu.

Her şey iyi güzeldi de Kemal mahalledeki Nejat ile başa çıkamıyordu. Nejat Kemal’den yaklaşık 10 yaş büyüktü. Ama nedense ilgi alanı Kemal’di. Kemal’in hatunlarla olan maceraları mahallelinin ağzındaydı. Nejat’ın da yaşları epey yüksek iki ablası vardı ve ikisi de evlenmemişlerdi. Onlarda Kemal’e seslenirken;
- Hovarda Kemal gel bakiiim buraya… falan dediklerinden Nejat’ın ağrına gidiyor olmalıydı. Nejat, Kemal’e ikide birde;
- Lan piç kurusu, benim ablamlara daha elin değmedi değil mi? diye sorar Kemal de naletliğine ses çıkarmaz ama pis pis gülerdi. Kolay değil, Kemal mahallenin Avanak Avnisi’ydi… Bunun üzerine Nejat kudurur;
- Hangisinle lannnnnn! Der ve üzerine saldırırdı…

Kemal Nejat’tan bir araba sopa yer ama dayağın sonunda Nejat’a göstere göstere pipisini okkalayıp, yerine yerleştirir gibi yapardı. Nejat Kemal’in ablaları ile arasında bir şey olup olmadığını hiçbir zaman öğrenemedi. Onu eve alıp, her ikisi de Hüseyi’nin ellerini ellerinin arasına alıp, masturbasyon yaptıklarını nereden bilecekti ki? Abla kardeş, masturbasyondan sonra gevşerler, Kemal de bu kez “serbest program”a geçer, onların istediği her yerine ellerdi. Üstüne üstlük kızlardan “sus bedeli” olarak her seferinde 25 kuruş da para alırdı ki, simit o günlerde 5 kuruştu. Kemal, ilk kez “ormanlık arazi”yi Nejat’ın ablalarının büyüğünde görmüştü. O günlerde, yaşı küçük olduğundan kadınlar hamamına giden Kemal, hemen bütün kadınları dikkatle inceler; beraber olduğu hatunlarla karşılaştırır ve dikkatini çeken yönlerini beraber olduğu bayanlara anlatırdı;

- Seninki gibisi yok…
- Çok güzel şekli var vallahi, seninki sapasağlam Fitnat ablanınkinin dili dışarıda bi de Arap Kızı Şeydanınkinin iç kısmının rengi, ciğer gibi…
- Senin memelerin hem büyük hem de çok düzgün…
- Popon var ya, seninkinde katlı yer yok…
- Onlar da bu muhabbeti daha da koyulaştırır;
- Deme lan piç kurusu, dili dışarıdaki mi güzel duruyor yoksa benimki mi?
- Seninki tabii…
- Ah sen yok musun sen, büyümüş de küçülmüş bu piç kurusu…
- Demek benim memelerimi beğeniyorsun öyle mi?
- Peki benim vücudumu senden soran oluyor mu?
- Oluyor ama benden tek kelime alamazlar… Ama benim canım gazozla, kırmızı renkli yaz helvası çekti…
- Al ulan sana bir lira, patlayıncaya kadar ye, iç… sana feda olsun…

Kemal’i yanına alan bayanın morali düzelir ve kendini mahallenin adeta kraliçesi sanır, bu arada eve gelen kısmetleri de havaya girip reddedince Kemal’e daha çok ihtiyacı olur, Kemal’e ihtiyacı oldukça daha çok bağlanır, bağlandıkça daha çok şımarır, şımardıkça da değme artistleri bile beğenmezlerdi…

Kemal ilkokul dördüncü sınıfa gelir ve o yaz sünnet olur. Yatağa yatırılır, sünnetli yerin üzerine şapka kapatılır. Yaklaşık 10 gün, yarası iyileşmez ve bu süre içinde Kemal’in mahalledeki kadınları “mutsuz” olurlar… Mahallenin delikanlıları da huzursuz ve neşesizdir.

O günlerde Nejat’ların oturduğu evin üzerine sarısın bir bayan taşınır. Kemal’in yaşı 11, bayanınki ise 33’tür. Onun da dostu vardır, BMW motorlu, o zamanlar Türkiye’de genç kızların sevgilisi olan Enrico Massias’a benzeyen genç bir adam. Mahallenin neredeyse bütün kızları adam için delirmektedirler. Kadının adı Rana, erkeğin adı ise Muzaffer’dir. Rana, adı gibidir. Sarışın, yeşil gözlü, keskin yüz hatlı, kalkık burunlu, orta yapılı, 1.75 boyunda müthiş bir kadın.

Rana ile birlikte Kemal’in yaşamı tamamen değişir. Bütün muhabbetleri bir kenara bırakan Kemal için varsa yoksa bir tek Rana vardır. Her gün Rana’yı caminin kapısının önüne oturur ve saatlerce seyreder, sonra da sessiz sedasız ortadan kaybolup gider.

Rana, kısa süre sonra Kemal’in kendisine olan ilgisini fark etmiştir. Arada sırada sudan sebeplerle çağırıp kendisine mahallenin bakkalından, kasabından, manavından alınmak üzere sipariş vermektedir. Siparişi getirdiğinde mutlaka Kemal’i yanağından okkalı bir şekilde öpmekte, bir de cebine harçlık bırakmaktadır.

Bir gün Rana’nın kapısı çalınır ve Rana kapıyı açtığında kapının önünde, kirlenmesin beyaz kağıt üzerine bırakılmış 33 adet kırmızı gonca gül buketi bulur. Üzerinde, minik bir not vardır. Üzerinde “Ne olur bunları evine al ve kokla” yazıyordur.

Rana anlam veremez. Ama kırmızı güller o kadar güzeldir ki, kapının önünde de bırakamaz. Sonra, bir de düşünür ki; bu güller ona hayatı boyunca gönderilen ilk güllerdir, hatta ilk çiçeklerdir. ‘Acaba Muzaffer mi gönderdi’ der kendi kendine… Ama pusuladaki yazı Muzafferinki değildir; hem o göndermiş olsa o yazılanlar da nedir?

Rana Kemal kendisine her gelip gittiğinde, Kemal’in kolundaki saat dikkatini çekmektedir. Güzel ve pahalı bir saate benzemektedir. Öyleyse bu saatin, bu çocuğun kolunda ne işi vardır… Kemal’e, o saati kolundan çıkar, daha sonra büyüyünce takarsın demek ister ama bunu başaramaz. Çocuğun, kendisine içerleyeceğini düşünür. Ama, o saat belki Kemal’in başına bela bile olabilecektir. Saatin değeri yüksektir, mahallede de pek çok inşaat faaliyeti vardır, ya biri bu saate göz diker ve alırsa, Kemal’e zarar verirse?…

Rana, bir gün Kemal’i evden biraz uzaktaki manifatutacıya göndermek zorunda kalır. Eline alınacakların listesini, numuneleri ve kaba taslak bedelini verir.

- Bunları alır mısın Kemalciğim? Kendime diktiğim elbise için. Bitince önce sana gösteririm.
- Peki…

Kemal Setbaşı’na iner ve dediklerini almaya çalışır. Manifaturacı Kemal’i tanımıyordur. Ancak, Rana’nın verdiği para, alınacakların ancak yarısına yetmiştir. Manifaturacı;

- Paran yetmedi, git 375 kuruş daha getir!
- Sonra getirsem?...
- Olmaz, seni tanımıyorum. Ya getirmezsen?
- Peki, sana saatimi bıraksam?
- Tamam, o zaman olur. Al bunları git, sonra
375 kuruş getir, ben de sana saatini vereyim tamam mı?

Kemal, alacaklarını alır, saatini de manifaturacıya bırakır ve doğruca Rana’nın evine gider. Rana, kapıda Kemal’i
görünce çok sevinir. Siparişleri alınmıştır, demek para da yetmiştir… Rana Kemal’e…

- Evimin erkeği gibi oldun. Verdiğim parayı yetirmişsin. Teşekkür ederim Kemalciğim, der ve dizlerinin üzerine çöküp Kemal’i kucaklar. Ona sıkı sıkı sarılır. Kemal’in içi bir tuhaf olur, bütün vücudunu ateş basar. Rana’nın PRO marka sabun kokan saçları ve vücudu, Kemal’in adeta kendinden geçmesine neden olur. Üstüne üstlük, Rana bir de Kemal’i iki yanağından defalarca öper ve sarılır. Sonra da;
- Akşama doğru gel de sana yeni elbisemi göstereyim, der.

Kemal 375 kuruşu isteyememiştir, ama dert etmez. Hemen dayısının bakkal dükkânına gider. Küçük dayısı bakkalda durmaktadır, ona;

- Dayı, 375 kuruş kazanmam için ne kadar çalışmam gerekir? diye sorar. Dayısı gençtir ama esnaftır. Kendi kendine;
- Demek bu kadar paraya ihtiyacı var… der ve
- Beş gün sabahları ve akşamları gelip dükkânın yerlerini süpürmen lazım, o zaman sana 500 kuruş veririm…
- Tamam, sen bana 375 kuruş ver, gerisi kalsın…
- Olmazzzz, çalıştın mı mutlaka hakkını almalısın? Sahi, ne yapacaksın 375 kuruşu?
- Birine borçlandım, ödemem lazım…
- Kime?
- Söyleyemem sır…
- Peki, en azından ne iş yapıyor bu borçlandığın, bari onu söyle…
- Manifaturacı…

Küçük dayı, “demek ablamın ihtiyacı vardı paraları yetişmedi” diye düşünür. Sonra da,

- Kemal sana şaka yaptım, bu akşam ve yarın sabah yerleri süpür sana 375 kuruş veririm, der…

Araya Pazar günü girecektir ama olsun. Pazartesi sabahı gidip saatini alabileceğini düşünür ve mutlu olur.

Akşamüzeri, Rana’nın evine gider. Rana şeker pembesi bir elbise dikmiştir. Ama Kemal gittiğinde daha elbiseyi giymemiştir.

- Sen otur evimin erkeği, ben şimdi bir ütü sürüp giyer gelirim,
- …

Rana tam karşıdaki odaya gider, kapıyı kapatır ama kapı tam kapanmaz. Ütüyü, pompalı gaz ocağında ısıtır ve elbisesini ütülemeye başlar. Ütü bitince de, soyunur. Kemal aralıktan Rana’nın bütün vücudunu görmektedir. Bembeyaz, tek fazlalığı olmayan, tertemiz bir vücudu vardır Rana’nın. İçinde pembe renkli bir donu vardır ama sütyeni yoktur. Kemal Rana’nın göğüslerini görünce kıpkırmızı olur, içini yanardağ istila eder. Rana elbisesini giyer ve yanına gelir. Önden derin yırtmaçlı ve göğüs dekolteli elbisesinin içinde, Ses mecmuasındaki kadınlardan bile güzeldir.

- Nasıl olmuş? Güzel olmuş mu?
- Şeyyyyy….
- Hadi söyle ama….
- Çok güzelsin…
- Bak sen şuna, bana bir de kur yapıyor, yerim seni ben…
- Çok güzelsin…
- Elbisem nasıl?
- Çok güzelsin…
- Kemalllll, kendinde misin sen?
- Çok güzelsin…

Kemal, yırtmaçtan görünen güzel bacaklarından gözlerini ayıramamaktadır. Rana birden Kemal’in önüne gelir ve çöker. Çömelmesi ile yırtmaç açılır ve pembe donu ile bacakları iyice açılır…

- Ayyyy… Karşımda erkek olduğunu unutmuşum…

Toparlanacağım derken bu kez, çok eğilir ve memeleri ortaya çıkar. Kemal, sanki cennettedir. Rana Kemal’i yanaklarından
öper ve

- Bak sen olmasaydın bu elbisem bitmeyecekti, Hikmet’in bıraktığı para bitmişti. Sen parayı yetirdin ve ben de bu elbiseyi bitirebildim…
- Hiç paran yok mu?
- Evet, kalmadı Kemalciğim,
- Peki, ne yiyeceksin?
- Bir şeyler yaparım. Aslında, sana ödül olarak peynirli yumurta yapacaktım ama…

Kemal, Rana sözlerini bitirmeden yerinden fırlar. İlkokul beşinci sınıftadır artık. Hemen evden çıkar ve gider. Rana camdan bakara ama Kemal’i göremez… Kemal doğruca bakkal dükkânına gider. Dayısına,

- Dayı, 5 gün 5 gece süpüreceğim, bana 375 kuruşu yarın sabah vereceksin ama başka şeyler de isteyeceğim...
- Tamam, neler istiyorsun?
- 250 gram beyaz peynir, 250 gram siyah zeytin, 10 yumurta, iki Uludağ Gazozu…
- Tamam, Kemal ama sen bunları ne yapacaksın?
- …
- Peki, tamam tamam…
- Hemen şimdi mi vereyim?
- …

Küçük dayısı Kemal’i çok sevmektedir. Onun her istediğini yapmaktadır. Ama Kemal yetişsin diye onu biraz zorlamaktadır. Kemal aldıklarını kaptığı gibi Rana’nın kapısında soluğu alır. Kapıyı çalar…

- Gel Kemal… Nereye kayboldun? Onlar da ne?
- …
- Ah benim iyi yürekli Kemal’im, sen gerçekten de evimin erkeği oldun…

Rana çok duygulanmıştır. Gözlerinden akan damlaları Kemal’den gizlemeye çalışır ama Kemal fark etmiştir. Kemal babasından gördüğü gibi, yerde dizlerinin üzerinde duran Rana’nın saçlarını avucunun içi ile okşar ve çenesinden ortaparmağı ile işaret parmağı yardımı ile tutup kafasını kaldırır. Rana şaşırmıştır, karşısındaki ilkokul talebesi bir çocuk değil, sanki genç bir erkek vardır. Kemal, bir başka hareket daha yapar ki Rana iyice şaşırır; Rana’nın yüzünü ellerinin arasına alan Kemal, bütün sevgisi ile yanaklarını okşar ve

- Seni aç bırakacağımı mı sandın? deyiverir…

Rana Kemal’e öylesine sarılır ki, kendisi de şaşırır. İçindeki kıpırtılara, çalkantılara, karışıklığa ad veremez… Hayatında ilk kez, yaşı küçük de olsa, Rana’dan bir şey almadan bir şeyler vermiştir… Yaşamındaki bir ilki yaşamıştır… Birden aklına geliverir…

- Kemal, çiçekler?...
- …
- Sendin değil mi?
- …

Rana için bir başka mutluluk dalgası daha yayılmıştır. Bir başka ilki de Kemal ona yaşatmıştır. Mutluluktan uçmaktadır, o kadar duygulanmıştır ki… Eğer Kemal’in yaşı müsait olsa, Kemal’e, sevgilim ol! diyecektir ama aralarında tam 22 yaş fark vardır ve Kemal daha 12 yaşındadır. Sevgi girdabından çıkmak, zor olmuştur. Muziplik yapıp, kendini de sakinleştirmek ister;

- Neden 33 gül Kemal?
- Çiçekçiye sordum…
- Neyi?
- Buradan gül gönderdiğiniz en meşhur kim var? dedim…
- Eeeee !...
- Ajda PEKKAN dediler…
- Kaç gül gitmişti ona?
- 21 gül, kırmızı…
- O zaman benimki otuz olsun…
- Olmaz ki, tek sayı olmalı, ya 31 ya ya 23, ya 27…
- Tamam, 33 olsun…
- Neden 33 olsun bakalım delikanlı?
- Çünkü bunlar, Ajda PEKKAN’dan da güzel birine gidecek…
 
İşte bu sözler Rana için direncin son noktası olmuştur. Bir yandan Kemal’e sarılmakta, bir yandan hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır. Kemal, hem şaşırmış hem de üzülmüştür ve korkmuştur. “Acaba yanlış bir şey mi yaptım?” demiştir kendi kendine… Aradan bir süre geçer ve Rana’nın hıçkırıkları ve ağlaması durur, sonra başını kaldırır; sanki Rana şimdi daha da
güzeldir…

- Kemal, sen nasıl bir çocuksun? Hayatımda kimse bana senin kadar değer vermedi… Senin kadar güzel bulmadı… Senin kadar yardımcı olmadı… Senin kadar…
- Ama sen gerçekten çok güzelsin hem de çok iyisin!...
- …
- Ama ağlama olur mu? Seni üzmek işçin söylemedim…
- Üzülmedim Kemal, çok mutlu oldum ve ondan ağladım…

Bu kez Kemal, sarılabildiği kadar Rana’ya sarılır…

- Ben eve gidiyorum, geç kaldım…
- Yarın uğra erkenden…
- Tamam…
- Güle güle Kemalciğim…

Kemal eve dönmüştür. Kemal eve girer, ayakkabılarını çıkarıp yüzünü yıkar ve babası eve gelir… Allah’tan biraz daha geç kalmamıştır.

Ertesi günü, pazardır. Dayısından hem 375 kuruş alacaktır hem de sonra Rana’ya uğrayacaktır. Babası sabah namazına kalkınca Kemal de kalkar ve babasına,

- Dayımın dükkânına yardıma gideceğim, der.
- Git ama ortalığı karıştırma. Adam gibi yardım et…

Dükkâna gittiğinde dayısı dükkânın kepenklerini açmaktadır. Dayısına yardım eder, sonra da yerleri süpürür. Dayısı,

- Hani akşam da gelip süpürecektin, dediğinde Kemal kendine gelir ve korkmaya başlar. Ya dayısı, 375 kuruşu vermezse diye tedirgin olur. Ses çıkarmaz, işini bitirir. Dayısı bu arada sucuklu yumurta pişirmiştir. Birlikte oturur ve kahvaltı yaparlar. Kahvaltı sonunda dayısı para çekmecesini açar ve Kemal’e 375 kuruşu verir, sonra da..
- Sen nasılsa akşam gelir süpürürsün, sana şimdiden vereyim de unutmayayım… der

Kemal dayısından izin isteyip, Rana’nın evine gider. Sabahın ancak 07:30’udur. Rana kapıyı açtığında karşısında Kemal’i
görür ve bozuk bir eda ile

- Bu saatte mi geldin? der…
- …
- Peki, gel o zaman içeri
- …
- Dur nereye gidiyorsun? Yanlış anladın beni… Dur Kemal !

Kemal, çok üzgündür. Kemal yıkılmıştır. Kemal, yaşamak bile istememektedir. Dayısının dükkânına gider, ona yardım eder, deli gibi çalışır, kendinden ağır malzemeleri kaldırır, sürükler, altlarını temizler, akşam da dükkânı süpürür ve eve döner. Sonra, Rana’nın gözüne hiç görünmez. Sadece onu uzaktan izler. Hikmet hala eve gelmemektedir. Ama Kemal her sabah erkenden Rana’nın kapısına, yiyecek bir şeyler bırakmakta ve hiç gözükmemektedir. Rana sürekli camdadır, muhtemelen Kemal’e bakmakta belki de Hikmet’in yolunu gözlemektedir. Rana o sabahtan sonra her gün daha çok kahrolmaktadır.

Aradan bir ay falan geçmiştir. Rana diktiği pembe elbisesinin düğmelerden birini kaybettiği için Setbaşı’ndaki manifaturacıya gider, üzerinde düğmeyi gösterir ve bir tane almak istediğini söyler,

- En sonunu bir küçük çocuğa vermiştim bir ay önce…
- Ben göndermiştim, sarışın, yeşil gözlü değil mi?

Rana’nı güzelliğinden etkilenen adam Rana’yı biraz daha görebilmek için bahaneler aramaktadır.

- Allah bağışlasın, kardeşiniz mi, oğlunuz mu?
- Her ikisi de değil.
- Ama nasıl olur?
- Ne nasıl olur?
- Gerçekten oğlunuz ya da kardeşiniz değil mi?
- Evet !?
- Allah Allah...
- Hayırdır? Neden o kadar hayret ettiniz?
- Şey, o gün parası yetmemişti. 375 kuruş borcu kalmıştır…
- Ben ödeyeyim…
- Gerek yok, o ödedi de…
- Nasıl yani….
- O gün parası yetmedi, ben de malzemeleri vermek istemedim. Bana saatini rehin bıraktı, iki gün sonra da borcunu ödeyip
saatini alıp gitti.
- Saatini rehin mi bıraktı?
- Evet… Haberiniz yok muydu?

Rana bir başka şok yaşıyordu. Kemal, parasının eksiğini kendinden almamıştı. Saatini rehin bırakmıştı. Sonra borcu ödeyip geri almıştı… Dünya sanki başına yıkılmıştı. Ne vardı sanki o sabah Kemal’e poz yapacak? Ne vardı sanki onu üzecek? O günden beri de Kemal ortada yoktur. Hikmet eve gelmiştir ama o hala her sabah kapının önüne günlük bir şeyler bırakmakta ve gitmektedir. Hikmet bile merak edip sormuştur, “Bu yiyecekler de neyin nesi, sen mi sipariş veriyorsun bunları. Paramız az, bilmiyor musun?” diye…

Aradan geçen iki aya rağmen Kemal Rana’ya hiç uğramamıştır. Peki, Kemal kimdi? Rana o ana kadar Kemal ile ilgili bir tek şey dahi bilmediğini fark etmiştir…

Zaman zaman, acaba “Hızır Aleyhisselam’ın bir yansıması mıydı?” diye bile düşünür olmuştur. Çünkü Kemal en zor günlerinde onun yanındadır.

Akşam evde hayli düşüncelidir. Hikmet ile arası da iyi değildi. Hikmet artık kendisi ile ilgilenmiyor, hatta birlikte yatmıyordur bile. Yıllardır birlikte yaşıyorlardır, zamana zaman çatışmışlar ama bu derece kopukluk yaşamamışlardır. Kemal yok olduğundan bu yana, Rana’nın yaşamı çekilmez olmuş, yaşadığı minik mutluluklarda silinmiştir. Aylar, ayları
kovalar… Altı aydan fazla olmuştur Kemal’i görmeyeli. Bir sabah, kapıyı açtığında yiyecek de bulamamıştır. Ertesi sabah, sonraki sabah, daha sonraki sabah artık Kemal yiyecek de bırakmıyordur. İçinden bir ses, ‘Kemal seni sürekli gözlüyor’ dese de huzursuzdur. Kemal nerededir? Kemal duygusaldır, romantiktir…

Aradan bir yıla yakın geçer. Hikmet ile ilişkileri bitmiştir ve Rana artık çalışıyordur. Setbaşı’ndan bir bankada memuredir. İşe başladıktan yaklaşık 5 gün sonra 1 NİSAN’dır. Yani doğum günü, hem mutludur, hem de mutsuz. Doğum gününü kutlayacağı kimsesi yoktur. Doğum gününün kimse farkında değildir. O gecenin tamamında sürekli ağlamıştır. Sabaha doğru dalmış, kalktığında ise perişan durumdadır. Üzerine elbisesini geçirir, saat erkendir ama bir an evvel kendini dışarı atmak ister kendini. Telaşla kapıyı açar, adımını atar ve yüzüstü yere düşer. Ayağı bir şeye takılmış, yere düşer düşmez bacaklarını bir şeyler dalamıştır. Doğrulduğunda, yerde büyük bir demet gülün durduğunu fark eder. Yere oturur, sırtını duvara dayar ve buketteki gülleri saymaya başlar; 38.39.41.41. Tam 41 kırmızı gonca gül ve üzerinde minik bir pusula;

“Çok güzelsin, hem de çok. Ama vefalı değilsin... Vefa, en güzelden de güzeldir. 34ncü yaşında, yanında olmak isterdim ama istemedin…” Kemal

‘Ne söylesen, ne yazsan haklısın’ der içinden. Yerinden kalkar, çiçekleri büyük bir cam sürahinin içine yerleştirir. Sonra da dışarı doğru çıkıntı yapan camın önüne koyar. Ardından da gardroptan çıkardığı o pembe elbisesini camının kulbuna asar, bakıldığında dışarıdan görünmesi için… Kemal belki, bunları görünce gelir diye geçirir içinden. İşine gider, kafası çok bulanıktır. Akşam olup, işten bir an önce çıkmak istemektedir. Banka müdürü sürekli olarak kendisine yılışıyor, taciz ediyordur. Ama çalışmaya mecburdur. Sessizce evin giriş kapısından merdivenlere doğru yürür. Dalgın dalgın yukarı çıkar, sanki dünyada değildir. Birden kapının önünde, son gördüğünden bu yana daha da büyümüş bir Kemal bulur. Hayal mi, gerçek mi diye karar veremez ama birden Kemal’e sarılmak için ileri fırlar, sımsıkı sarılır Kemal’e, vücudu sarsılır; vücudu yanar; vücudu çıldırır. Ona sadece;

- Evimin erkeği, tek sevenim hoş geldinnnnnnn! diyebilir…

Kapıyı anahtarı ile açar ve Kemal’i içeri adeta ittirerek sokar. Kapıyı hırsla ve gürültü ile kapatır. Sonra Kemal’i kapıya sırtı
gelecek şekilde ittirir. Sımsıkı sarılır, Kemal’i öpücüğe boğar. Her yerini öpüyordur. Bir ara dudaklarını da öper. Deli gibidir. Kendini kaybetmiştir. Sonra bacaklarından derman kalmadığını fark eder ve Kemal’e sarılı vaziyette yere çöker. Başı, Kemal’i kemeri altında, kolları Kemal’in kalçaları üzerindedir. Bir süre öylece kalırlar. Kemal de şoke olmuştu. Sonra son bir hamle ile doğrulur. Çılgın gibidir. Çantasına saldırır. Fermuarını açar, ters çevirir, çantanın içindeki her şey yerlere dağılmıştır. Yerden bir anahtar bulur ve Kemal’e yönelip onu onun avucuna sıkıştırır.

-         Al, bunlar evin anahtarı. Al bunları, evimin erkeği, beni seven tek sensin. İstediğin zaman buraya gel. Eve geldiğimde seni burada bulmak istiyorum…

Sonra hiç beklenmedik bir şey yapar… Kemal’i kolundan tuttu ve içeriye salona sürükleri. Koltuğa doğru savurur. Kemal
hızla gidip koltuğa çarptı ve yığılıp kalır. Rana çıldırmış gibidir. Kemal’in önünde üzerinde ne varsa çıkarır, üzerinde sadece külotu kalmıştı. Göğüsleri açıktadır. Hemen pembe elbisesine uzanır ve üzerine geçirdi. Sonra…
- Söyle Kemal, hala güzel miyim? Hala beni beğeniyor musun? Hala, bana hayran mısın?

Diye
bağırmaya başlar… Nefes nefesedir, sonra Kemal’in ona bakmadığını, bakamadığını fark eder. Kemal’in başının sol tarafından akan kan sol gözünü ve çevresini kıpkırmızı yapmıştır ve Kemal kendinde değildir. Birden telaşa kapılır, ne oldu, yoksa öldü mü diye düşünür… Kemal’e yönelir, evet baygındır. Başından kan akıyordur. Gömleğinin önü ve solu kıpkırmızıdır. Çaresi kalır, şaşkın… Sonra, hemen ilk yardım malzemelerini bulur ve Kemal’in başındaki yarasına sargı bezi ve pamuk ile baskı uygular. Kan durmuştur. Kafsındaki sargı bezini flaster ile tutturur. Sonra da kanları ılık su yaparak silmeye başlar.
Ardından da buzdolabından buz torbasını alıp yaranın üzerine koyar. Kemal’in yüzünü ıslak bezle silmeye başladığında Kemal yavaş yavaş kendine geliyordur. Rana, hırsla onu koltuğa savurduğunda koltuğun başlığındaki ahşap oymalara çarpmış, kendinden geçmiş ve başı yarılmıştır. Kemal kendine geldiğinde Rana ne yapacağını bilemez haldedir. Kemal’i öpüyor okşuyor, sarılıyor, özür diliyor, çılgınlar gibi hareket ediyordur.

Sonunda sular durulur ve Rana da koltuğa çöker. Kemal ile Rana sadece bakışıyorlardır. O gün onlar için belki de dönüm noktasıdır. Rana ile Kemal o gün daha da yakınlaşırlar. Aralarında hiçbir mesafe kalmamıştır, Rana artık Kemal’den ayrı bir anının geçmesini istemiyordur. Kemal, “ eve gitmem gerek” der o akşam çıkıp ve gider. Kemal evden çıkmadan önce Rana Kemal’e;

- Yine geleceksin değil mi? Beni bir daha bırakıp gitmeyeceksin değil mi?
- Evet, geleceğim. İstersen hiç gitmem ve
ayrılmam, ama bir şartım var. Bir başka erkeği bu eve alır ve sevgilin yaparsan, bir daha asla gelmem…
- Ama…
- Ama yok, eğer böyle biri olursa “mutlu” olman gerekir ki bana ihtiyacın kalmaz…
- Ama seninle benim aramda çok fazla yaş farkı var, benim de…
- Olabilir, bir şey demedim. Sadece sen bilirisin. Hem bu anahtarları da al, belki evde yalnız kalmak istersin, belki bir başka erkek arkadaşını getirmek istersin…

Kemal’in bu sözü üzerine, Rana birden anahtarları Kemal’in elinden alır. Bir süre avucunda tutar, sonra Kemal’in
gözlerine bakar… Anahtarları geri vermez Kemal’e… Kemal kapıdan çıkarken;
- Senin bana ihtiyacın yok. Anlıyorum. Bir gün, bu anahtarları gerçekten bana vermek istersen ve hep bende kalmasına karar verirsen beni o gün burada bulursun, der ve kapıdan çıkar gider..

Rana, ‘bu kez de mi hata yaptım?’ diye düşünür. Kapattığı kapıyı açar, Kemal yoktur. Pencereden bakar, yine göremez. Tam her şey bitti yok derken, kapıdan çıktığını görür ve seslenir…

- Kemal ! Yukarı gelir misin?

Kemal hiç tereddütsüz yukarı çıkar. Rana kapıyı açtığında Kemal karşısındadır. Rana;
 
- Bir kere daha hata yapmak istemiyorum. Al bu anahtarları sana veriyorum, bir daha da istemeyeceğim. Ama sen de, düşün olur mu? Daha, yeni ortaokul talebesisin, be ise 34 yaşında…
- Anahtarını koruyamazsam geri veririm, bir daha da karşına çıkmam…
- Tamam, Kemalciğim, seninle olmak beni mutlu ediyor…
- İyi akşamlar…

Gece olduğunda Rana hiç de mutsuz olmadığının ve anahtarları verdiğine pişman olmadığını fark eder. Hatta epeydir ilk kez, büyük galvanizli küvete sıcak su doldurup içinde saatlerce oturur. Sonra da yatağına uzanır. Birden aklına bir şeyler gelir, huzursuz olur… Yüzükoyun döner ve elini aşağılara doğru uzatır, kendini en hassas yerinden okşamaya başlar. Ne zamandır bunu yapmamıştır… Devam eder, uzun süre devam ettirdir Sonra, yılanın tıslaması gibi sesler çıkararak gevşer… Öylece uykuya dalar… Uyandığında, saat 2 sularıdır. Üzerindeki bornozunu çıkarır, gece pijamalarını giyer ve yatağa yatar.

Ertesi akşamüzeri eve geldiğinde Kemal’in evinin kapısının dışında olduğunu görür. Mutlu olur. Beklemiyor da değildir.

- Anahtarın var neden girmedin?
- Giremedim…
- Ama olmaz. Gireceksin…

İçeri girerler. Rana yatak odasına gider ve soyunmaya başlar. Kemal de hemen arkasındadır, birden sakınır gibi olur ama arkasına döndüğünde Kemal’le göz göze gelir ve yatağının üzerine oturmasını işaret etti.

- Kemal, ben gerçekten güzel miyim? İlk günkü gibi…
- Evet, daha da güzelsin ama…
- Ama ne? Rana birden bozulmuştu…
- Ama ne, söyler misin?
- Yaşadıkların seni çok yıpratmış, artık gözlerinin içi ışıldamıyor… Artık bana, o günkü gibi sevgi ile bakmıyor…
- …
- Neden sustun?
Rana üzerindekileri çıkarmış, sütyen kullanmadığından göğüsleri açıkta kalmıştır. Ama o sanki giyinik gibi hareket etmektedir. Gelir Kemal’in yanına oturur ve Kemal’e yaslanır sonra da kolunu Kemal’in omuzlarına atar.

- Çok mu çökmüşüm Kemal?
- Çökmek değil, sanki yaşamak istemiyormuşsun gibi…
- Evet, aslında istemiyorum. Hayat artık
çekilmez oldu… Sonra birden irkilir, ‘sen geri dönünceye kadar Kemal…’ Sonra devam eder…
- Kemal, hem giyineyim hem de konuşalım olur mu?
- Olur ama…
- Ama ne?...
- Yan yana oturalım olur mu?

Rana birden gülümser,

- Çok mu hoşuna gitti?
- Evet, hem de çok. Seninle bir konuda sözleşelim mi?
- Hangi konuda?
- Hiçbir zaman birbirimizden bir şey gizlemeyeceğiz ve hiç yalan söylemeyeceğimiz konusunda…
- Ama….
- Ama?
- Peki, Kemal, söz! Bunu sen istedin, bir gün çok zor anlar yaşayabiliriz ama buna hazırlıklı ol.
- Nasıl yani?
- Kemal, şimdi anlatsam da anlayabilir misin acaba?
- Anladım sanırım. Şu hayat mı?

Rana kıpkırmızı kesilir. Ateş basar yüzünü ve hayret eder. ‘Neden böyle bir tepki verdi bünyem’ der kendi kendine. Sonra da,

- Evet Kemal. Özellikle cinsel konularda…
- Ama biz sadece kadın erkek değiliz ki? Seni çok beğeniyorum, çok hoşuma gidiyorsun ama sana saygı da duyuyorum…
- Bu erkeklerin kaybettiği bir duygu, hadi devam et küçük bey…
- Sen hayatımda gördüğüm en güzel kadınsın, hem de en güzel vücutlusu…

Rana, gayri ihtiyari birden kahkaha atmaya başlar. Sonra da katıla katıla güler. Elbisesinin yarısını giymiştir. Yatağın üzerine kendini yan vaziyette atar ve kıkırdaya kıkırdaya gülmeye başlar… Sonra birden gülmeyi keser ve Kemal’e
sert sert bakıp;

- Kaç karıyı çıplak gürdün ki sen?
- …
- Hangi karı senin gibi bacak kadar çocuğun karşısında soyunur?
- …
- Kim alır lan seni koynuna? Kim alır seni yatak odasına? Kim gösterir sana bacağını, memesini hatta… Bana büyük erkekleri oynama Kemal kendin gibi ol !
- Bitti mi?
- Bitti lan işte… Sonra da çantasına sarılır ve bir paket Gelincik sigarası çıkarır, kibritle yakar ve içine çekmeye başlar.

Kemal şaşırmıştır, Rana’yı ilk kez sigara içerken görmektedir… Rana’nın işareti ile oturma odasına geçerler ve Rana tek kişilik bir koltuğa bütün bacaklarını ve külodunu ortaya serer vaziyette oturur. Kemal’e de karşısına geçip oturmasını söyler, arada sırada bacak bacak üstüne atar, zaman zaman bacaklarının içini okşar gibi yapar. Kemal
konuşmaya başlar;

- İçimde sana karşı, anlatamadığım bir saygın var diyorum ama sen…
- Ne var lan? Evimizin anahtarını verdik diye başıma erkeğim mi kesildin? Ben de seni sevmesen evime alır mıyım? Sana
vücudumu gösterir miyim?
- Beni sevmeyenler de evine aldı, hatta benimle çırılçıplak yatanlar oldu. Onların her yerini gördüm bazısına ben dokundum, bazısı kendi dokundurttu. Ama onlar bana senin gibi davranmadılar. Sen şimdi bana acı veriyorsun… Üzüyorsun… Benim bildiğim insana, yani sana hakaret bile ediyorsun…
O akşam Rana bir tuhaftır, kendini kaybetmiştir ve hatta delirmiş gibidir. Sanki Kemal’i evine aldığına pişman gibidir. Sonra kalkar ve

- Bana yardım et de dolabın üzerinden tencere indireyim, ne de olsa evin erkeğine yemek yapmak lazım…

Mutfağa yönelir, Rana önce sandalyeye çıkar, sonra da yandaki camın iç pervazına basar. Dolaba tutunur ve tencereye uzanır. Kemal de onu güya bacaklarından tutuyordur. Alt taraftan da vücudu çok güzel görünüyordur. Aşağı iner ve

- Nasıl bacaklarım, popom?
- Çok güzeller…
- Diğerlerinkinden
de mi?
- Evet…
- Ulan sen beni çıldırtacan mı, sana soruyorum kaç karı gördün çıplak anandan başka?
- Gitmemi ve hem de
anahtarları atıp çıkıp gitmemi istiyorsun, ama gitmeyeceğim. Çünkü gözlerinin içi ışımaya başladı…
- Gel o zaman odaya…

Rana ve Kemal oturma odasına giderler ve bu kez yan yana otururlar, hatta Rana Kemal’in dizine yatmasını ister. Kemal başını Rana’nın dizine koyduğunda derinlerden gelen ten kokusu ile adeta kendini bir başka dünyada hisseder, Rana eli ile saçlarını okşuyordur ve anlatmaya başlar…

- Kemal bu güne kadar kimse, bana karşılıksız bir şey vermedi, sevgisini bile, sen hariç. Bana neden söylemedin, manifaturacıya gönderdiğimde paranın yetmediğini, saatini rehin bıraktığını, parayı senin ödediğini… Bir yıldan fazla bir süredir yatağıma veya koynuma erkek almadım; beni sevdiklerini söyleyenlerin hepsinin çıkarcı olduğunu anladım. Onlara hiçbir şey yapamadım. Ama bak, sana acı çektiriyorum… Keşke beş yaş daha büyük olsaydın ve seninle iki karşı cins olarak yaşasaydık…

Kemal, ister istemez bir elini Rana’nın sıyrılmış eteğinden ortaya çıkan çıplak kısmına atmış, Rana başını okşadıkça o da onun bacağının içi kısmını okşamaya başlamıştır. Bir süre sonra Rana’nın başını okşarken tırnaklarını da kullandığını fark eder… Bu tepkileri Kemal çok küçük yaşlarda yaşamıştır. Hostes Mualla, Kemalin elini kullanıp masturbasyon yaparken bazen diğer elinin tırnaklarıyla başını çizercesine Kemal’i okşamıştır.  Kemal bunu düşünerken Rana’nın bacaklarının iç kısmını daha da farklı okşadığını fark eder. Birden kalkar ve Rana’ya daha da yanaşır, Rana’nın gözlerinin akları da kanlanmıştır. Kemal yakınlaşır ve kafasını ve yüzünü Rana’nın sol kulağının yanına gömer ve kulak memesi ile çevresini öpmeye dudaklarını dokundurmaya başlar. Ayla bunu Kemal’e yaptığında, Kemal’in çok hoşuna gitmiştir. Bir süre sonra Rana başını daha çok Kemal’in dudaklarına yaklaştırır. Onun solukları sıklaşmaya başlamıştır. Rana birden irkilir ve telaşla:

- Gel de şu arka odanın balkonundaki çamaşır iplerini değiştirelim der.

Kalkar ve arka tarafa giderler; Rana yeni ipler almıştır. Kemal’i yarısı çatlak bir taburenin üzerine çıkarır ve ipleri demirin deliklerine sokmasına yardım etmeye çalışır. Bir yandan Kemal’in bacaklarına sarılmıştır, diğer taraftan da etraftan kendilerine bakan olup olmadığını anlamak için dalmıştır. Tam o sırada, büyük bir çatırtı ile yüksek tabure kırılır ve Kemal tuttuğu telde askıda kalır. Rana can havli ile Kemal’i tutmaya çalışırken eli kazayla Kemal’in bacaklarının arasına giriverir. Elinin bacaklarının arasına girmesi ve Rana’nın irkilmesi ile Kemal’i bırakıverir. Kemal zorla balkon demirlerini yakalar ve balkondan aşağı düşmekten kurtulur. Bu kez Rana bir kez daha hamle yapar ve eli yine Kemal’in bacak arasına kayar. Bu kez elini çekmez. Kemal’i yere bıraktığında ikisi de şaşkındır. Tek kelime etmeden içeri girerler ve Rana oturma odasındaki geniş sedire yan vaziyette yatar, Kemal de yanına gelir. Bir elini de Rana’nın
bacağına koyar ve…

- Ne oldu sana birden bambaşka biri oluverdin?
- Yok bi şey Kemalciğim…
- Ama söz vermiştik?
- Ama…
- Söz vermiştik…
- Elini bacaklarımda gezdirir misin?

Hiç yorum yok: