9 Aralık 2011 Cuma

DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR
BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.

AÇIKLAMA
GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...
SAYGILARIMLA...


İKİNCİ BÖLÜM –C-

Serge ile Ati İnan’ın görüşmesinin üzerinden 41 gün geçer. 42nci gün Mahir, Ati İnan’ı arar.



-  Bakanım, şoklanmış bamyalar 23 saat sonra birlikte önceden kararlaştırdığınız limanlardan 2, 5, 7 ve 9’da olacaklarmış. KOKARCAnın sahibi de 24 saat içinde benim burada olacak…

-  Tamam Mahir, teşekkürler…

-  Önemli değil bakanım, alt tarafı bamya…

-  Ben seni arayacağım…

-   

Ati İnan hemen SÖZAL’ı arar ve



-  Sayın SÖZAL, Şeb-i Arus vaktidir…

-  Deme Ati İnan, helal olsun adama…

-  Evet, Sayın SÖZAL…

-  Gerekeni yap, ödeneği ben gerekli yerlere gönderiyorum. Onlar seni bulurlar…

-  Ben yola çıkıyorum Sayın SÖZAL…

-  Tamamdır Ati İnan, Allah’a şükürler olsun!...

-  Allahaısmarladık Sayın SÖZAL…

-  Güle güle Ati İnan, Allah utandırmasın…



Gemiler 22-24 saat sonra limanlara yanaşmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin modern mühimmat ihtiyacının tamamı karşılanmış ve cephaneliklerdeki yerlerine yerleştirilmeye başlanmıştır… Genelkurmay başta olmak üzere herkes şaşkındır. Hiç kimsenin haberi olmadan ve hiçbir istihbarat alınmadan bütün ihtiyaçları karşılanmıştır. Mühimmatlar cephaneliklere yerleştirilince mal saymanları mühimmatı irada almaya başlamışlar ve merkezi bilgisayara giriş yapmışlardır. İlk giriş yapıldığında, Türk Lojistik sistemine sızan İsrail’li bilgisayar uzmanları kısa süren şaşkınlığı atlattıktan sonra durumu ABD’ye de bildirirler. ABD, İsrail, Almanya, Fransa, İngiltere ayaktadır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu kadar modern mühimmatı nereden bulmuştur?



SÖZAL hala tedirgindir. Gelen mühimmat ile ilgili bir problem olup olmadığını kimselere sormak istemiyordur. Ati İnan’ı arar



-  Ati İnan gelenlerde bir problem yok değil mi?

-  Hayır Sayın SÖZAL, az önce Kartal Paşa aradı teşekkür etti, sizi de ziyaret etmek istiyor. Çok duygulanmış… Ondan sonra da Levent Paşa aradı o da aynı şekilde. Mete Paşa ile şimdi konuştum. Adam neredeyse telefondan boynuma sarılıp ağlayacak… “Personelime, sabredin. Bu devlet boş değil, derdimizi çözerler diyordum daha sabah brifinginde. Birifing bitti, herkes yerlerine gitti, sonra da birden beni aramaya başladılar. Paşam, ‘Ağzınız mı dualıydı yoksa siz biliyor muydunuz?’ diye anlattı bana… Yakında hepsi sizinle görüşmeye gelirler.



SÖZAL ayaktadır, mutluluktan uçuyordur. İçeri Özel Kalem Müdürü Süslü Teyfik girer:



-  Sayın SÖZAL, kuvvet komutanları teker teker randevu istiyorlar, neler oluyor?

-  Önemli değil, ihtilal de değil. Uygun sırayla hepsine birer saat randevu ver.

-  Emredersiniz Sayın SÖZAL… 



Her şey mükemmel gitmiştir. Ati İnan ile Serge, Mahir’in ofisinde karşı karşıyadır. Ati İnan, Serge’e yapılacak ödemenin Serge’in Yeşilköy’de bekleyen özel uçağına yüklenmek üzere talimat beklendiğini, kendisinin talimat vermesi halinde teslimatın gerçekleşeceğini söyledi. Serge ekibini arar ve gerekli talimatları verir.



- Sayın Bakan, diğer parti hazırlıkları tamam ama bu olayda dünya ayağa kalktı, şimdi ben sanki vazgeçmişim gibi yapacağım ama el altından küçük partilerle isteklerinizi toparlayıp depolayacağım. Raf ömürlerine dikkat ederim. Bu birkaç yılı alabilir ama umarım sizce bir sakıncası yoktur.

- Peki, Sayın Serge, size bırakıyoruz her şeyi. Diğer parti için talebiniz nedir?

- Fiyatlar aynı Sayın bakan…

- Nasıl olur Sayın Serge?

- Söz vermedik mi başta Sayın bakan, söz sadece sizin için mi namustur?

- Peki, özür dilerim. Söylemek istediğim o değildi. Ama diğer parti için avans olarak ne istersiniz?

- Avans, sizin dürüstlüğünüzdür Sayın Bakan. Geri kalan da bizim işimizdir.

- Sayın Serge, sanki karşımda ailemden biri konuşuyormuş gibi geliyor.

- E artık aile olmadık mı Sayın bakan? Sizde kutsal olan şeyler at, kadın ve silah değil mi? Sen bana kendi silahını hediye etmedin mi? Ati İnan mest olmuştur. Ödeme uçağa yapılmış ve miktarın teyidi Serge’e iletilmiştir.



   Serge ile Ati İnan ve Mahir vedalaşırlar. Serge’i aprona kadar geçirirler ve uçağa binmesini beklerler. Sonra da Ati İnan Alev’in yanına, Mahir de bürosuna gider. Mahir ofisine döndüğünde sekreteri Mahir’e,

- Bu iki valizi size bıraktılar. Sayın Bakan göndermiş.

- Allah Allah acaba nedir? Dur bir bakalım. Amma da ağırmışlar…



Valizlerden biri açılır açılmaz, içinden dolarlar fışkırır. Tam o sırada telefon çalar, arayan Ati İnan’dır.



- Mahirciğim güle güle harca, SÖZAL’dan sanadır.

- Sayın Bakanım ama…

- Tamam Mahir, sen olmasaydın bu işler bu kadar kolay olmazdı. SÖZAL’ın sana selamı ile birlikte bir de mesajı var. Büyük oğlun Mete’nin yurt dışındaki bütün masraflarını kendisi karşılayacak. Onu ABD’ye gönder, bilgisayar mühendisi olsun…

- Sayın bakanım…

- Mahirciğim bırak bakanı makanı, senin arkadaşın olmaktan ben gurur duyuyorum, SÖZAL da seninle gurur duyuyor…

- Abi beni ağlatacaksın…

- Ağlama be Mahir, bu arada sekreterine de söyle, isterse onu istediği bir devlet kurumuna alabiliriz. Özellikle de ağzı çok sıkı ve güvenilir olduğu için…

- Abi, onu benden almayın. Ama isterseniz danışman yapıp garantiye bağlayın. Kim öle, kim kala…

- Tamam Mahir, sana yarın gerekli evrakları gönderirim. Artık sekreterin benim değil, SÖZAL’ın özel danışmanı…



Ati İnan ertesi günü Ankara’ya döner ve doğruca SÖZAL’ın yanına çıkar.



-  Hoş geldin Ati İnan,

-  Hoş bulduk Sayın SÖZAL.

-  Ati İnan mükemmel bir hizmet yaptık, Allah da yüzümüze baktı…

-  Evet, Sayın SÖZAL…

-  Dün komutanlar geldi, hepsi ile konuştum. Sanki karşımda koskoca orgeneraller değil, mutluluktan zıplayan çocuklar vardı… Ben bunların bu kadar duygusal olduklarını bilmezdim. Onlarla konuşurken bir ara, kendi kendime, Turgut otur oturduğun yerde, biraz daha kendini kaptırırsan yine kışlaya döneceksin dedim…

-  Ben de aynı şeyleri hissettim Sayın SÖZAL…

-  Bir de komutanlar sanki sözleşmişçesine dediler ki, ‘Sayın SÖZAL, bizim sorunlarımızla bu kadar yakından ilgilendiğinizi ve ilgileneceğinizi düşünemezdik, yanılmışız, kusurumuza bakmayın’. Ben de onlara, bir olmazsak hiçbir şeyi başaramayız. Ben sizlere güvenerek göğsümü gere gere konuşuyorum…

-  Evet, Sayın SÖZAL, haklısınız…

-  Bu arada Ati İnan bana daha önce Kartal paşa iletmişti. Ben şimdiye kadar araştırttım. Bazı sonuçları elde ettim. Yeni görevin o…

-  Hayırdır Sayın SÖZAL?

-  Bulgaristan da Todor JİVKOV, Sofya’da bir “Bilgisayar Virüs Enstitüsü” açmış, öğrenci yetiştirmiş. Bu enstitüdeki öğretim üyeleri ve sivrilmiş öğrencilerden en az 10 tanesini bizim ülkemize transfer etmemiz gerekir.

-  Yani Sayın SÖZAL, bu işi ben mi organize edeceğim?

-  Evet, Ati İnan, kendi alanın dışında da rüştünü ispatladın. Yeni görevin bu. Harcama limitin sonsuz, ne yap et bu işi hallet… Kartal Paşa bana dün giderken de aynı şeyi söyledi. “Yakında, silahı-mühimmatı değil bilgi ve bilgi teknolojisi üstün olan savaşları tek mermi atmadan attırmadan kazanacak” dedi. Devletin üst yönetiminde ben ve senin gibi düşünenlerin yalnız olmadığımızı görmek beni çok mutlu etti.

-  Peki, Sayın SÖZAL. Bu arada İsmail Bey gerekli teması kurmuş “muhabbet kuşu” ile birlikte yakında geleceklermiş…

-  Ne çabuk halletmiş… Bu kadar kolay olmamalıydı…

-  O değil, İngiltere Londra’da kurs gören bir Üsteğmenimizin sayesinde her şeyi halledivermiş…

-  Nasıl yani, Üsteğmen mi işleri halletmiş?

-  Evet, Sayın SÖZAL, İsmail’in kriptoları öyle diyor…

-  Yani bu işleri bile Üsteğmenlerimiz hallediyorsa…

-  Evet, Sayın SÖZAL, ben de hayret ettim. Üsteğmen 2,5 ay sonra kurstan dönecekmiş, sizinle görüştüreceğim.

-  Adı sanı yok mu bu Üsteğmenin?

-  Cem MÜEZZİNOĞLU…

-  Ne MÜEZZİNOĞLU mu? Şu eski Maliye Bakanı ile bir alakası var mıymış?

-  Yok, Sayın SÖZAL, benim de dikkatimi çekti. Bizim Orhan’a araştırttım. Ataları Kırımlı, babası Bursa’da bir camide müezzinmiş ama felç olup emekli olmuş. Üç kardeşi var. Hepsi de okuyor… Yani gerçekten MÜEZZİNOĞLU…

-  Yetiştirilmiş mi?

-  Hayır, daha doğrusu kısmen evet, kısmen hayır. Çocukluğundan itibaren takip ve destek altındaymış Ama daha çok Allah vergisi. İsmail Bey anlata anlata bitiremiyor… Biraz da çapkınmış, sizin beklediğiniz adamın karısını yoldan çıkartmış…

-  Hem MÜEZZİNOĞLU, hem de çapkın?

-  Evet, ama beş vakit namazını yurt dışında bile aksatmazmış…

-  Allah Allah bir yaşıma daha girdim… Şu “çılgın zampara”yı bayağı merak ettim… Neyse…

-  Sayın SÖZAL, umarım kızmazsınız, İsmail Bey’e çok ilginç bir soru da sormuş.

-  Ne sormuş?

-  Durgun SÖZAL, “Benim anlayamayacağım kadar büyük bir hain mi yoksa benim anlayamayacağım kadar ileri gören büyük biri mi?” demiş…

-  Ne demiş ne? Hain mi?

-  Bak sen patavatsıza, o Üsteğmenle mutlaka yüz yüze görüşmek istiyorum…

- 

-  FesübhanAllahhhhh…

*   *    *



Lord Jack CARLTON, İsmail Bey ile Türkiye’ye gelmiştir. Eşi Angel İngiltere’dedir. Kısa süre içinde SÖZAL ile tanıştırılan Lord CARLTON çok özel bir yerde misafir edilmeye başlanmıştır. İçten dubleks olan bu yapının terasında minik bir bahçe bile vardır. SÖZAL boş kaldığı ya da vakit ayırdığı bütün zamanlarda İsmail Bey ile birlikte Lord Carlton ile konuşmaktadırlar. Lord’un bir istediği iki edilmemektedir. Hatta çok merak ettiği o farklı sesi ve yorumu olan Türk Sanat Müziği sanatçısı ile de sabahlatılmıştır. Şimdi de kafayı, ince yüz hatları olan, doğuştan burnu kalkık o sarışın sinema sanatçısına takmıştır… O da mutlaka, Lord’un koynuna girecektir… Zaten gizli görevleri de bu değil midir? Allah’tan bu kısımlar SÖZAL’a bildirilmemektedir…



Durgun SÖZAL öncelikle Türkiye’nin geniş dönemlerini ilgilendiren sorular sormaya başlamış gün geçtikçe ayrıntılara girilmiştir.



Lord Carlton, aslında hiç beklemediği bir ortam ile karşılaşmıştır.

- Lord CARLTON, bana öncelikle 21 Temmuz 1923 belgesini ve içeriğini anlatır mısınız?

- Bu belge, sadece Türkiye ile İngiltere arasında imzalanmıştır. Temelinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin özerk ancak sonuç olarak İngiliz Milletler topluluğu üyesi olduğunu kabul eden bir anlaşmadır. Bu devletleri ve milletleri harita üzerinde gösterirsek



Avrupa

Birleşik Krallık (1931)

Kıbrıs Devleti (1961)

Malta (1964)

Kuzey Amerika

Kanada (1931)

Jamaika (1962)

Trinidad ve Tobago (1962)

Barbados (1966)

Bahama (1973)

Grenada (1974)

Dominik (1978)

Saint Lucia (1979)

Saint Vincent ve Granada (1979)

Antigua ve Barbuda (1981)

Belize (1981)

Saint Kitts ve Nevis (1983)

Güney Amerika

Guyana (1966)

Afrika

Güney Afrika Cumhuriyeti (1931 birlikten çıkışı 1961 ve geri dönüşü 1994)

Gana (1957)

Nijerya (1960 üyeliğinin iptal edilişi :1995 tekrar kabul edilişi: 1999)

Sierra Leone (1961)

Tanzanya (1961)

Uganda (1962)

Kenya (1963)

Malavi (1964)

Zambiya (1964)

Gambiya (1965)

Botsvana (1966)

Lesoto (1966)

Maritus (1968)

Svaziland (1968)

Seyşel (1976)

Namibya (1990)

Mozambik (1995)

Kamerun (1995)

Asya

Hindistan (1947)

Pakistan (1947 üyelikten çıkışı: 1972 geri dönüşü: 1989)

Sri Lanka (1948)

Malezya (1957)

Singapur (1965)

Bangladeş (1972)

Maldivler (1982)

Brunei (1984)

Avustralya ve Okyanusya

Avustralya (1931)

Yeni Zelanda (1931)

Samoa (1970)

Tonga (1970)

Fiji (1970; 1987-1997 arasında ise topluluk dışında yer almıştır)

Papua Yeni Gine (1975)

Solomon Adaları (1978)

Vanuatu (1980)

Tuvalu (1978)

Kiribati (1979)

Nauru (1999) ülkeleri ve Mısır Arap Cumhuriyeti ile Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir.

- Nasıl olur? Bizim bildiğimiz bir tek 23 Temmuz 1923 tarihli bir Lozan Antlaşması vardır. 21 Temmuz 1923 tarihli anlaşma diye bir şey yoktur.

- Vardır ve iki nüsha olup biri Büyük Britanya Kraliyet Ailesi kasasında gizlidir. Diğeri de 1960 ihtilalında Başbakan Menderes’in “Örtülü Ödenek” kasasını soyan Albay tarafından ABD Büyükelçisi aracılığı ile ABD’ye gönderilmiştir. Şu an Pentagon’da bir kasada muhafaza edilmektedir.

- Ama…

- Geri kalanlar sadece bütün dünyaya karşı oynanan bir tiyatrodur.

- Ama sizin devlet adamınız değil midir “bugün reddettiklerinizi cebime atıyorum, ileride karşımıza geleceksiniz ve o gün bunları birer birer size vereceğim” diyen…

- Evet, Lord CURZON’dur bunları söyleyen ama 23 Temmuz 1923 belgesi içeriği ile ilgili değildir söyledikleri, 21 Temmuz 1923 belgesi ile ilgilidir. O belgeden önce Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bazı teklifler yapılmış ve tamamı heyetiniz ve Ankara tarafından reddedilmiştir. Tekliflerin tek şartı Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin açıktan İngiliz Milletler Topluluğu olduğunu ilan etmesidir.

- Peki, teklifler nelerdir?

- Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bütün borçlarının silinmesi; hatta borçlar kadar bir genel vali kontrolünde hibe kredi açılması; Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yeni baştan imarı; Ege Adaları’nın tamamının ve Ege’deki bütün adalarının mülkiyetinin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne bırakılması; Musul-Kerkük dâhil o çizgiye kadar, Halep dâhil o çizgiye kadar olan yerlerin tamamının, Selanik dâhil o yere kadar olan bütün yerlerin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne verilmesi gibi çok önemli tekliflerdi…

- Yani Misak-ı Milli’nin tamamı mı?

- Evet…

- İnanamıyorum, aman Allah’ım…

- Bu şartlarımız karşısında, “biz halkımıza anlatamayız, TBMM’den bunu onaylattıramayız, bizi gizli üye olarak kabul edin” dedikleri için Lord Curzon o sözleri söylemiştir… Düşünsenize şu anda Türkiye’nin tamamı bir başka Hong-Kong olacaktı…

- Peki, İngiliz Muhipler Cemiyeti ve İngiliz mandacıları?

- Onlar daha önce kararlaştırılanlara sadık kalmak isteyenlerdi, İsmet İNÖNÜ başta olmak üzere, ama Mustafa Kemal’i aşamadık… Ama o da, bedelini çok sonraları da olsa ödedi. Sormak isterim size, İngiltere’deki bir sokak polisinin aile kökleri kadar kökleri bile olmayan ABD Türkiye’ye ne verdi? Ki biz sizlerden ABD’ye verdiklerinizden daha azını istemiştik. Ancak bilmelisiniz ki, bu süreç tamamlanmadı. Bu süreç tamamlanacak, her gün geçtikçe sizler bir önceki günü arar hale geleceksiniz…

- Lord Carltonnnn !!!!!

- Siz istediniz, siz sordunuz Sayın SÖZAL ben de açıkça anlatıyorum, hem de çok açık.

- Peki, Saltanat ve halifelik?

- Saltanat ve Halifeliğin TBMM manevi şahsiyetine alınmasını sağlayabildik, günü geldiğinde tekrara yürürlüğe koymak üzere, en azından sizlere yıllar sonra da olsa onları yaptırabildik… Başardığımız bir şey daha var, Latin Alfabesi’ni sizlere kabul ettirmek… Kimseler bu güne kadar bu konu üzerinde durmadılar…

- Ama neden?

- Siz Batı’nın doğudaki son kalesisiniz. Siz, yeni bir medeni imparatorluğun başı olacaktınız. İmparatorluğun Başkenti İstanbul olarak kalacak, Ankara Türk Bölgesinin baş şehri olacaktı. Ancak siz her şeyi silince bizim de doğudaki son kalemiz Sırpların ülkesi oldu.

- Sırpların ülkesi?

- Evet, Sırplar. En uç noktamızın sınır nöbetçileri… Eğer sizler o günlerde bize evet deseydiniz, İsrail asla bugünkü coğrafyasında olmayacaktı. Güney Amerika’da, yani Abdülhamit’in onlara teklif ettiği yerde yer alacaktı.

- Bu günlük yeterli Lord Carlton, açık sözlülüğünüz için teşekkürler…

- Bir şey değil Sayın SÖZAL, bu anlaşmanın derin izlerini aramak isterseniz sizin Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin derinlerine inmeniz ve insanlar, liderler ve gruplar arasındaki bilmece gibi cereyan eden ilişkileri deşmeniz gerekir…



SÖZAL ile İsmail Bey ayrılıp konuta geçerler.



-      İsmail bu Lord neler diyor?

-      Ben de şaşkınım efendim,

-      Ne yapsak? Ne dersin?

-      Bir karşı atak gerekli derim… Atatürk’ün gizlenen vasiyetindeki hususları içeren, onları garantiye alan bir Cihan Projesi…

-      Nasıl?

-      Büyük bir proje gerekli… Herkesin aklını karıştıracak ve kendini büyük zannedenlerin tamamını peşinden sürükleyecek bir proje…

-      Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi’nden de mi büyük?

-      Evet, Sayın SÖZAL…

-      Bu ülkedekilerin ufkuna bile Karadeniz Ekonomik İşbirliği Projesi büyük geliyor, ufkun dışına taşıyor… Sen daha büyüğü diyorsun…

-      Evet, Sayın SÖZA, hatta adını siz koydunuz: “UFUK ÖTESİ PROJESİ”…

-      “UFUK ÖTESİ PROJESİ”… Adını koyduk ama kendi ortada yok…

-      Ama kiminle çalışacağız, bu proje için? Adamları teker teker zor ikna etmiştik KEİB Projesi’nin oluşması için…

-      Sayın SÖZAL, ben bu konuda bir tek kişi ile çalışalım derim…

-      Tek kişiyle mi?

-      Evet…

-      Hem bana büyük proje diyorsun hem de tek kişiye verelim diyorsun İsmail…

-      Üsteğmen Cem’e ne dersiniz?

-      Zampara Müezzinoğlu’na mı?

-      Evet.

-      Peki, onun bu konuda birikim ve derinliği var mı?

-      Londra’da bula bula MI-6’in ikinci adamının eşini bulup onunla aşk yaşayan bir Üsteğmenden bahsediyoruz… Bize Lord’u getiren Üsteğmenden…

-      Lord’u sen getirdin İsmail…

-      Evet, ben getirdim ama sadece mihmandar gibi… Gittiğimde bana bir tek konuşup davet etmek kalmıştı…

-      Haklısın galiba, ama sanırım sen de Üsteğmen hayranı oldun…

-      Hem Üsteğmen, hem de bu kadar cevvalse… Unutmadan söylemeliyim, Lord’un karısı Angel’in bütün güzelliğini ve dişiliğini ortaya koyan filmler ve fotoğraflar bize ulaştı…

-      Sen mi elde ettin?

-      Hayır, Sayın SÖZAL…

-      Kim göndermiş, bu adamla bizden önce kim ilgilenmiş?

-      Üsteğmen Cem…

-      İsmail bu adam Üsteğmen mi yoksa generallikten Üsteğmenliğe düşürülmüş biri mi?

-      O bir Müezzinoğlu Sayın SÖZAL. 15 gün süre ile İdealist Gençlik Derneği davasından uzmanlarca sorgulanmış, bir tek isim alınamamış, sonra da evine dönünce babası “benim devlete karşı gelmiş evladım yok” deyip sokağa atılmış bir Müezzinoğlu…

-      Babası neciymiş?

-      Sağcı, muhafazakâr, hoşgörülü, Demokrat Parti kökenli, Adalet Partili…

-      Şimdi de Doğru Yolcu mu?

-      Hayır Anavatanlı…

-      Tamam İsmail, sen kendisi ile konuşursun… Bakalım boyu bosu neymiş görelim. Ona 6 ay süre ver, sonra birlikte görüşürüz…

-      Pişman olmayacaksınız Sayın SÖZAL…

-      İsmail, bu adamın dedikleri beni çok etkiledi. Çok da küstah…

-      Evet, ama ondan başkasından da bu bilgileri alamazdık…

-      Evet, senin Orhan’a söyle bundan sonrakilere o da katılsın. Orhan’ı müsteşarlığa hazırlamaya başlasak iyi olacak…

-      Orhan…

-      Daldım bir an, Ati İnan’ın arkadaşı, Ati İnan’a söyle… Yok yok ben söylerim, o da katılsın…



SÖZAL, hemen her gün Lord ile görüşeceği anı iple çekmektedir. Bir hafta içinde Lord’dan edindikleri bilgileri Türkiye’deki hemen hemen hiç kimsenin bilmemesi gerekiyordur. Elde edilen bilgiler, hatta her cümle ortalığı karıştıracak derinlik ve kapsamdadır… Bu arada İsmail Bey, Üsteğmene ulaşmış, Ankara’ya döner dönmez kendisi ile ilk görüşmek isteyenin SÖZAL olduğunu iletmiştir. Ardında da:



-      Cem, o şeyleri odama nasıl koydurttun?

-      Koydurtmadım, ben koydum…

-      Ne!?

-      Öyle şeyler kimseye emanet edilmez ki…

-      Türkiye’ye geldin ve tekrar geri döndün öyle mi?

-      Evetttt… Kaymaklı katmer çekti canım, hadi gitmişken şunları da götüreyim dedim…

-      Allah Allah… Peki, neden ilgililere iletmedin de bana ilettin?

-      Gelince anlatsam… Çünkü iş çok karışık… Aklı başında birinin elinde olması gerekiyordu…

-      Tamam Cem… Görüşmek üzere…

-      Sağ ol abi, Allah’a emanet ol!



SÖZAL, İsmail, Ati İnan ve Orhan, Lord ile yemektedirler. Sohbet devam etmekte, konuşmanın notlarını İsmail almaktadır.



-  Sayın Lord, 27 Mayıs İhtilali desem…

-  Evet…

-  Menderes, Zorlu, Polatkan… Özellikle de Polatkan…

-  Menderes’in “ÇOK GİZLİ” 21 Temmuz 1923 tarihli belge kendisine Celal BAYAR tarafından emanet edildiğinde haberi olmuştur. O da konuyu Fatin Rüştü Bey ile paylaşmış, ardından da konuyu birlikte Maliye Bakanı Hasan POLATKAN ile paylaşmışlardır. O zaman ben görevdeydim. Konu bana geldi. Fatin Bey Londra’ya geldiğinde, uygun bir yere çağırın ve ağırlayın sonra da ben gelip kendisine bu belgeden söz edeyim dedim. Dediğimi yaptılar, Fatin Bey bu güne kadar gördüğün diplomatlar arasında en zeki, en kibar ve en akıllı olanların başında gelir. Belgeyi baştan sona okudum. Hiç tepki vermedi, yüzünde en ufak bir değişiklik olmadı ve sonunda bana “biz hepsini biliyoruz” deyiverdi. Ben de “bir de benden duyun istedim” dedim. Ardından ona Atatürk’ün Devlet tarafından gizlenen ve açıklanmayan Vasiyeti’nin diktesini atlayarak okudum. Hiç renk vermedi, mimikleri bile değişmedi. “Bütün bunları biliyoruz” dedi…

Zeki adam ya, ardından hemen sordu; Kıbrıs konusunda ne söylemek istiyorsunuz. İsteklerimizi anlattım. Hiçbir şey söylemeden kalktı ve bana dönüp;

-  “Siyasetçinin ve devlet adamının iki tane gömleği vardır biri “bayramlık” gömleği, diğeri de “idamlık” gömleği. Benim ülkem büyümeye çalışıyor, bu nedenle bizim iki gömleğe verecek paramız yok, biz de “idamlık” gömleğimizi giyip yola çıktık. Bu üzerimdeki de idamlık gömlektir.” dedi ve çıkıp gitti.

-  Takip devam ediyordu, Büyükelçilikten Menderes’e bir kripto gönderdi. Aynen şunlar yazıyordu. “İdamlık gömleğimizle yola çıkmamız isabetli olmuş. 21 Temmuz teyit edildi. Burada yapacaklarım bitmiş olsaydı, gereğini yapardım. Arz ederim efendim.” Kriptoya 8 saat sonra gelen cevap daha da dikkat çekiciydi. “İlmeğin boynumuza takılacağı an ne zamandır Allah bilir. Her daim hazırlıklı olalım. Ancak, bu konuyu Gazi’nin teklif ettiği yöntemlerle çözüme ulaştıralım. Celal Bey ile görüştüm. Gazi’nin konu ile ilgili talimatını ve gizli vasiyetini bana, özel kasasından çıkartıp verdi. Gereğini kendin için değil, ülken için yap.”



Dinleyenler her yeni öğrendikleri ile şaşkınlaşmakta ve hatta derin bir endişe sarmalına girmektedirler, SÖZAL sessizliği bozdu.



-  Peki, neden idam edildiler?

-  Büyük Britanya İmparatorluğu’nun Kıbrıs politikasına tavsiyelerimiz ve telkinlerimizin aksine müdahale ettikleri için.

-  Nasıl bir müdahale?

-  Türk Mukavemet Teşkilatı’nın kurdurulması ve örtülü ödenekten sonsuz destek sağlanması ve daha önemlisi Londra Konferansı öncesi bu gerçekleri Fatin Bey’in Evangelos AVEROF’a anlatıp, bize karşı Yunanistan’ın desteğini almasıdır.

-  Nasıl yani, neyi nasıl anlatıp destek almış?

-  21 Temmuz 1923 tarihli belgeden ve Atatürk’ün Gizli Vasiyeti’nden bahsetmiş;  ayrıntılarını Averof’a anlatmış. Gerçekleri öğrenen Averof tabii ki köpürmüş. Bunun üzerine Fatin Bey ona bir teklif yapmış. “Gel kaderimizi İngilizler değil bizler belirleyelim. Hem Kıbrıs’ı, Hem Yunanistan’ı hem de Türkiye’yi gizli İngiliz Milletler Topluluğu üyeliğinden çıkartalım.”

-  Yunanistan da mı gizli İngiliz milletler Topluluğu üyesiydi?

-  Hayır, ama Fatin Bey AVEROF’u bu konuda inandırmış Hem öyle inandırmış ki, AVEROF’a belgenin aslını bile gösterdik ama bir türlü ikna edemedik.

-  Düşünsenize böyle bir dışişleri bakanı ve ona sonsuz destek veren Başbakan… Yaşamaları demek Büyük Britanya İmparatorluğu’nun hak ve menfaatlerinin zedelenmesi demek…

-  Peki ya Hasan POLATKAN?

-  Onun durumu da aslında farklı değil.

-  O da mı bu faaliyetler içindeydi?

-  Hayır değildi. Onun faaliyeti de bizim için daha çok zararlıydı. Türkiye’ye 1920 yılından sonra gittikçe artan dış yardım geliyordu. Kayıt dışı olarak muhafaza edilen bu yardımlar köklü bir ailenin kontrolüne veriliyor ve devlet gerektiğinde bu kaynaktan yararlanıyordu. Bu yardımı gönderenler, dış Türkler, Türkiye aşığı Müslümanlar, Türkiye’ye vefa borcu olan insanlar ve özellikle de Türkiye bağlısı Museviler ile Budist Hintlilerdi.

-  Bunların kimliklerini sizler biliyor musunuz?

-  Hayır, bir tanesini bile öğrenemedik ancak, POLATKAN bunların tamamının her şeyini bir kanaldan öğrenmiş ve Maliye Bakanlığı Kozmik Evrakları içine serpiştirmişti. Bu kozmik evraklar elimize geçmiş olsa da bizler bunları çözemezdik. Çünkü Polatkan bir dostu vasıtası ile iki kripto cihazını Çekoslovakya üzerinden getirtmiş ve bu cihazı Bursa’da bir demirci ustasına vererek tadil ettirmişti. Bu cihazı İkinci Dünya savaşında Almanlar kullanıyordu; ENİGMA. Yapılan tadilat sonrasında, ENIGMA kodları ve kod çözücüleri önemi yitirdi ve kombinasyonlar o kadar arttı ki hiçbir kriptoyu çözemez olduk.

-  Siz bu Bursa’daki Süleyman Bey ile görüştünüz mü tanıyor musunuz?

-  Görüşmedik ama temas kurmak için pek çok kez girişimde bulunduk. Kendisine bir türlü ulaşamadık. Kırım ve Selanik kökenli bir aileydiler. Londra’dayken beni İsmail Bey ile tanıştıran ve eşimin arkadaşı olan Üsteğmen Cem onun en sondan bir önceki çocuğu Muazzez Hanım’ın ilk çocuğu, yani torunudur. Yani “AKAY”ınız.



Odadaki Türk tarafının her biri tam anlamıyla şoke olmuştur. Üsteğmen Cem hem deşifre olmuştur, hem de kendisine değişik yollarla çengel atılmıştır. O ise bu takip altında bütün bu işleri başarmaktadır…



-  Karımla olan ilişkisini biliyorum ve ses çıkartmıyorum…



İsmail Bey ile Ati İnan birbirlerine baktılar, her ikisinin de aklında geçen “Vay pezevenk !” nitelemesiydi ama Lord sözlerine devam etti. 



-  Babam subay olarak Çanakkale savaşlarına katılmış. Bir gün yaralanmış. Kimseler yüzüne bile bakmıyor, arkadaşları ve askerleri oralı bile olmuyor. Onu yaralı halde siperlerin ortasında bırakmışlar. Aradan bir süre geçmiş ve dedem inlemeye başlamış. Türk siperinden üstü başı lime lime uzun boylu, zayıf bir asker fırlayıp babamın yanına gelmiş ve onu kucaklayıp bizim siperlere kadar getirip bırakmış, sonra da alçak koşu vaziyeti ile kendi siperine dönerken bizim siperlerden açılan bir ateş sonucu yere düşmüş. Bizim siperlerin 5-6 mt ilersinde yatan bu Türk askeri, oradaki subayların emri ile bizim siperlere çekilip tedavi edilmeye çalışılıyor. Kimliğine bakmışlar ve kayda geçirmişler. Babam, kendisine ait madalyayı bu askerin cebine koyup onu Türk siperlerine göndertmiş. Yıllar sonra, bir kişi İstanbul’daki konsolosluğa müracaat edip kendi kardeşinden kalan bir İngiliz Madalyası olduğunu ama bu madalyanın kardeşine ait olmadığını, üzerinde ismi yazan kişiye ulaştırılmasını istemiş. Gelen kişinin kimliği alınıp madalya teslim alınmış ve bize ulaştırılmış. Madalya’yı konsolosluğa getiren ENIGMA üzerinde tadilat yapan Bursa’daki Süleyman Bey, yani Süleyman ONURLU; cephede bizim siperde sadece dedemi kurtarmak için canını veren ise kardeşi Yahya ONURLU… İşte Üsteğmen Cem MÜEZZİNOĞLU böyle bir ailenin ferdi. Ve benim eşimi benden bile koruyor. Bilmem anlatabiliyor muyum? Şu an burada rahatım çünkü Üsteğmen Cem orada…



Türkiye Cumhuriyeti Devleti ve SÖZAL’ın bile bilmediği Üsteğmen Cem’in geçmişini bir İngiliz’den dinlemek konuşmaya şahit olanlara oldukça ağır geliyordu.



Lord CARLTON sözlerine devam ediyor.



-  İşte Maliye Bakanı Hasan POLATKAN, kimsenin bilmediği bu trafiği hem kayda almış hem girişleri kendi ailesi üzerine geçirmiş hem de bütün bilgileri kriptolamıştı. Bu kriptoları bırakınız bizi ABD, SSCB zamanında Sovyetler, cihazı üreten Almanlar, İsrail dahi hala çözemiyor. POLATKAN’ın kendisine çok önemli bir teklif yapıldı. Bu cihazı vermesi halinde kendisine çok büyük bir servet teklif edildi. Kabul etmediği gibi de kendisine bu teklifi götüren Türkiye’deki en iyi adamımızı tutuklattırıp, sorgulattırdı ve tam 13 ajanımızı derdest ettirdi. O da bunun bedelini ödedi…



SÖZAL dayanamayıp sordu.



-  Peki, sizce bu paralar hala Türkiye’ye geliyor mu? Mertebesi ne?

-  Bu ülkenin SÖZAL’ı olarak bilmiyor musunuz? Şu anki seviyesi Türkiye’nin yıllık Milli Hasılası’nın yüzde 113’ünü aştı. Bir aile tarafından kontrol ediliyor. Volvo yerine bizim vazgeçtiklerimizi Türkiye’de üretmeyi kabul eden bir aile tarafından. Biz kendilerini Volvo’dan bu bilgilerle vaz geçirdik. Bu paradan bazı siyasilere de pay gidiyor. Kıbrıs’taki sizin bildiğiniz bizim adamınıza bu paranın yüzde 5’i, Türkiye’deki yine bizim kontrolümüzdeki bir siyasiye de yüzde 10’u her yıl bu aile tarafından ödeniyor. Aynı aile, bu paranın yüzde 30’unu da Adana kökenli bir başka aileye veriyor. Türkiye Cumhuriyeti Devleti, sıkıştığında bazı aileler neden devlete para yardımı yapıyorlar sanıyorsunuz? POLATKAN bu para ile Ati İnan Menderes’e sadece Kıbrıs konusunda kullanılmak üzere özel bir ödenek de veriyordu. Yani “çok gizli örtülü ödenek”. İhtilaldan sonra çok özel yetiştirilmiş bir albay, Menderes’in kasasından bu paraları kendine almıştı hatırlarsanız… O sırada kasada, Kıbrıs konusu için ayrılmış olarak yaklaşık beş yüz beş bin altı yüz elli Amerikan Doları karşılığı karma döviz sepeti vardı.

-  Siz kasada olduğunu ve bir albay tarafından alındığını belirttiğiniz bu parayı neredeyse kuruşuna kadar nasıl biliyorsunuz?

-  HAMLET’i hiç okudunuz mu?

-  Evet okudum…

-  İşte o HAMLET’ten değil de bizim HAMLET BİRADER’in dergâhından öğrendik… Şimdilik bu kadar bilgi yeterli mi?

-  Peki, ama Yassıada’da yapılan duruşmalar?

-  Onlar sadece filmden ibaretti, istediklerimizi yerine getirdiler ve görevlerini tamamladılar.

-  O kadar kişiyi nasıl kontrol ettiniz, hepsi sizin adamınız mıydı?

-  Ne gerek var o kadar adamı beslemeye. Duyma özürlü ama cin gibi bir adam bu işlere yeter de artar bile; bir de bu adam 21 Temmuz 1923 tarihli belgeyi biliyorsa direnebilir mi? Yeterli mi?

-  Şimdilik evet… Ama askerlerden ve savaşlardan bahsettik. Birinci Dünya Savaşı’nda esir alınan on binlerce Türk vardı, sizin elinizde de bu esirlerden vardı. Bunların akıbeti ne oldu?

-  Bu konuyu kendi Genelkurmayınızdan sormanız gerekir. Size hemen her konuyu anlatabilir ve açıklayabilirim ama bu konu benim boyumu çok aşar. Size sadece bir ipucu verebilirim. Öldüklerinde çok derinlere gömüldüler, işlevsizleşen galerilere. Onların ölülerine bile ulaşamazsınız. Ve öyle sanıyorum ki Türkiye ile Büyük Britanya arasında bütün sırlar açıklansa da bu tek açıklanmayan sır olarak kalacaktır.



Dışarı çıktıklarında, SÖZAL başta olmak üzere bütün heyetin başları önlerinde ve derin düşünceler içindeydiler. Hep birlikte makama geçtiler ve SÖZAL konuşmaya başladı.



- Orhan Bey, siz şu Üsteğmen Cem konusuna eğilin ve arkadaşımızı bir an evvel geri çekelim, hayatı büyük bir risk altında… İsmail, onu farklı bir yere atayalım ve biraz gözden ırak olsun…  Ati İnan, seninle bir an evvel bir başka işlemi başlatalım…

- Üsteğmen Cem gelirken birilerini de getirmeye söz vermişti. Ne yapalım Sayın SÖZAL… der İsmail Bey

- İstediğini yapsın ama başka bağlantıya girmesin. Gerekli tahsisatı sağlayın. Hesap da sormayın… Adamlar bile, bizim subayımızın geçmişini bizden daha iyi araştırmışlar. Orhan, Bursa Bölge Müdürlüğü’ne haber verin sülalenin bütün fertlerini uzak korumaya alsınlar, bu arada başlarına bir şey gelmesin. Ati İnan devreye girdi,

- Kimdi bu Üsteğmen, bu nasıl bir Üsteğmen?

- Milletin yatak odasına kadar girip film çeken fotoğraf çeken ve bize gönderebilen bir Üsteğmen… Ati İnan bozulur, düşüncelere dalar. Bunu fark eden SÖZAL,

- Başkasının değil demin konuştuğumuz Lord’un karısının… İsmail, dediğimi yaptın mı? Konuştun mu onunla proje için…

- Konuştum Sayın SÖZAL, bugün tekrar arayacağım… Sonra da Kartal paşayı arayacağım…

- Ara İsmail ara, yazık olmasın çocuğa… Orhan Bey, neydi Üsteğmenin kod ismi?

- AKAY’dı Sayın SÖZAL…

- Değiştirin, biraz daha sarsak ve çeldirici olsun, mesela APAKAY olsun…

- Gerekeni yaparım. Ele avuca sığmaz, kendi doğruları olan biri ve çok onurlu… Soyadları gibi…

-Kimse ona ses çıkarmasın olur mu? Öyle adamlardan zarar gelmez, her söylediğini acı da olsa bir yere kaydedin, sonra defalarca düşünelim… Sülalesi de kendi gibi, soyadları da ONURLU…

-Evet, Sayın SÖZAL, dede Süleyman ONURLU İpekçiler Fabrikalarının atölyesinde ENIGMA üzerinde yaptığı değişiklik için kendisine verilen parayı almamış. Para vermeye kalkanlara da

- “İşi iş haline sokmayın, para alırsam konuşmayı da kabul etmiş olurum. Parasız olursa Vatana Hizmet olur” deyip geri çevirmiş. Çok kaliteli bir ustaymış, Bursa’daki Atatürk’e ait köşkün kalorifer sistemi ile havuza sıcak su sistemini de o yapmış havuza kendi imalatı olarak koyduğu “termostat”ı bugün bile kimse çözemiyor… Hemen hemen bütün kardeşlerini cephelerde kaybetmiş, kimi esir düşmüş, kimi kayıp… Torunu Necati, yani büyük oğlu Ahmet’in oğlu, Van’da askerlik yaparken DDKK’nın ilk tohumlarını atan liderlerinden birini vuran ilk Türk askeri ve de er. Tam alnının ortasından ve tek mermi ile…



SÖZAL oldukça üzgün, sıkıntılı ve düşüncelidir.



- Neler, ne değerlerimiz var, farkında bile değiliz. Bu Lord buraya gelmese, getiremesek biz de trene bakanlar gibi bakan olup geçip gidecektik. Teşekkürler arkadaşlar, yarın saat 11:00’da burada olun. Öğrenmek istediklerinizi bir yerlere not edin. Ama hiçbir şey bu gurubun dışına çıkmasın. Dikkat edin. Orhan Bey, özellikle sen onların eski ve alabilirsen yeni ajanlarının listesini falan almaya çalış…



*    *     *



Ati İnan hemen Mahir’i arar ve kendisine Serge’den randevu almasını ister. Serge, Ati İnan’ın kendisini ziyarete geleceğine çok sevinir ve Milano’da görüşmek üzere beklediğini bildirir. Her şey çok çabuk gelişmektedir.  Önce Roma’ya uçar oradan da Milano’ya geçer. Serge BERNANİ’nin Milano Belediye Meclisi’nde oldukça fazla tanıdığı vardır. Serge, Ati İnan’ı öncelikle, Lega Nord Partisi üyeleri ile tanıştırır. Hep birlikte Milano’yu ve çevresindeki yerleri gezerler. Yalnız kaldıklarında da Serge ile Virüs Enstitüsü’nden transfer edecekleri öğretim üyelerinin ve öğrencilerin isimlerini incelemeye başlarlar. İtalyanlar da bu enstitü ile ilgilenmişler ve 5 isim transfer etmişlerdir. Serge, bu kişilerle Ati İnan’ı görüştürür.  İrtibat işlemleri için 3 yıllığına Milano’da Vie Monte Rosa üzerinde bir ev; bir de Roma’nın tarihi Ostia kasabasında bir Villa kiralanır. (Bir süre için Abdullah ÖCALAN da bu kasabada ve bu villada SİSMİ tarafından ağırlanır)



Serge,  SÖZAL ile hiç tanışmamıştır ama yaptıklarına hayranlık duymaktadır. Ati İnan’a;



-  Bu gidişle Türkiye’yi bilgi üretim, komuta ve kontrol ülkesi yapacak. Bu teknolojiye bir de bizim kurabileceğimiz bilgi teknolojisi üretim sistemlerini düşünüyorum da; Türkiye, elektronik bir kalkanla beş kuruş silah harcaması yapmadan herkese meydan okur hale gelecek.



Serge haklıdır. Ama acaba buna fırsat verilecek midir?



Serge ile yapılan çalışma sonucunda altı öğretim üyesi ile dört öğrenciye çengel atılmış ve ön görüşmeler yapılmıştır. Bazılarına Türkiye adına, el altından maaş bile ödenmeye başlanmıştır.



Hızla giden işler, birdenbire tersine döner ve işler aksamaya başlar. Ati İnan değişik telefonlar alır, tehdit edilir. Alev ile olan ilişkilerine ait filmler ve görüntüler olduğundan bahsedilir. Hatta karısı Kelebek’in da bir başkasıyla ilişkisi olduğu dile getirilir. Durum Ati İnan’ı bunaltmaya ve yapılan çalışmaları aksatmaya başlamıştır. Ancak, dışarıda işler çok iyi ilerlemektedir. İsrail’in transfer ettiği bir bilim adamı dahi Türkiye’ye gelmeyi kabul etmiştir.



Bu sıralarda devlet kademelerinde değişik ve akıl sır ermez işler olmaktadır. Olan olaylar, Ati İnan’ın dikkatini çekmekte ve arkadaşı Orhan ile sık sık Kent Otel’de buluşup durumu değerlendirmektedirler. Orhan bir gün Ati İnan’a kalınca bir dosya getirir.



-      Abi, bu dosya bizim kellelerimizi alabilir.

-      Neden Orhan?

-      Bulgaristan’a 1931 ile 1948 yılları arasında, Osmanlı Arşivi’nin çok önemli bazı arşiv parçaları hurda fiyatına satılmıştı bilirsin.  Şimdi, Bulgaristan Haberalma Örgütü bu arşivleri iyice işlemiş ve Türkiye’de hemen herkesin kökenine kadar inmiş. Bu bilgileri de CIA, MOSSAD, SISMI, DGSE gibi örgütlere satmaya başlamış. Bu adamlar aynı zamanda Bulgaristan’daki Türkleri de incelemiş ve onların da geçmişini analiz edip 1989 yılında Türkiye’ye göç ettirilen soydaşların arasına çok kaliteli ajanlarını karıştırıp göndermiş. Bizler de bu adamları genelde devlet dairelerine kapıcı, çaycı, kaloriferci, elektrikçi, marangoz, şoför… vs. olarak yerleştirmiştik. Şimdilerde bakanlıklardan ve devlet dairelerinden sızan bilgiler kaynağı, bu adamlar. Senin konuşmaların da dinlenmiş ve teker teker kayda geçirilmiş.

-      Peki, bunların benimle bir ilgisi var mı?

-      Maalesef var. Senin İstanbul’daki arkadaşın Mahir’in şoförü de son gelen göçmenlerden. Sen onu Naci olarak biliyorsun değil mi? Ama gerçek adı Boris ve çok iyi eğitilmiş bir “çok taraflı casus”. Kendi tespitlerini yazdığı gibi, Mahir’in sekreteri Mehtap’a tecavüz edip tehditle onun bildiklerini de almış ve MOSSAD’a, CIA’e, DGSE’ye satmış…

-      Hay Allah, Mehtap’ı biz bir de SÖZAL’ın danışmanı yaptık.

-      Biliyoruz, kadrosu devam ediyor ve kız takipte. Yardımcı da olduk, şimdi kızı yem olarak kullanıp Boris’i yakalayacağız.

-      Peki, dosyada başka neler var?

-      Senin her türlü faaliyetin… İtalya gezileri, ev kiralama, Lega Nord görüşmeleri…

-      Bu takibi de diğer haberalma teşkilatları mı yapmış?

-      Hayır, bizden olanlar…

-      Ne?

-      Bu ne demek böyle?

-      Kızma Ati İnan, bizim “Şirket” gün geçtikçe kötüye gidiyor…

-      Neden? Neler oluyor?

-      Etnik çatışma mı desem, mensubiyet mi desem, dış istihbaratın etkisi mi desem, para mı desem…

-      Tamam tamam Orhancığım anladım…

-      Sen ne yapacaksın?

-      Bu sıralarda merkezde kalmak istemiyorum. Bir yere Bölge Başkanı olarak gitsem iyi olacak…

-      Nereye?

-      Faal olabileceğim bir yere…

-      Mesela?

-      Güneydoğu’ya olabilir…

-      Tamam, Güneydoğu’ya olacak…

-      O kıza da sahip çık…

-      Kime?

-      Mahir’in sekreteri Mehtap’a…

-      Tamam, merak etme, iş bitsin, Boris’i alınca ‘sıfırlarız’…

-     

-      Kızma be Ati İnan… Bizdeki tabirler böyle ne yapalım?

-      Unutmadan Orhan, senin tayin olacağın yere SÖZAL, bir Üsteğmen’i gönderdi. Cem MÜEZZİNOĞLU. Sakın unutma, çok işine yarar…

-      Şu üsteğmen mi?..

-      Evet, ama ismini kimselere kaptırma…

-      Ne kadar güveneyim?

-      Kendin araştır… Kendin gör…

-       

Ati İnan ile Orhan vedalaşıp ayrılırlar. Ati İnan, hemen SÖZAL’ın yanına gider. Konuyu SÖZAL’a özetle anlatır.



-      Ati İnan, şimdilik ara ver. Şu yükselme işini bir atlatalım. Sonra gerekeni yaparız. Demek Hiram yetmedi…



Durgun SÖZAL oldukça sinirlenmiştir. O sırada Üsteğmen Cem MÜEZZİNOĞLU, SÖZAL’ın talimatı ile Güneydoğu’ya atanmıştır… Üsteğmen Cem üzgündür.



Cumhurbaşkanlığı’nın ilk günlerinde İsmail Bey SÖZAL ile Üsteğmen Cem’i tanıştırır. SÖZAL, sanki Cem’i yıllardır tanıyor gibidir. Koyu bir sohbete dalarlar, neredeyse İsmail Bey’i unutmuşlardır.



-  Evet, deli fişek, ben hain miyim yoksa…

- 

-  Evet MÜEZZİNOĞLU

-  Sizi daha çok tanımam ve icraatlarınızı takip etmem lazım…

-  Güneydoğu’da sana çok iş düşecek…

-  Ankara’da bütün işler bitti sanırım…

-  Belki orada evlenirsin…

-  Evlendim Sayın SÖZAL…

-  Bu ne hız…

-  Güneydoğu’ya gönderildiğimi duyunca evlendim. Demek devletin bize ihtiyacı kalmamış dedim.

-  Küsmüş gibisin…

-  Hayır değilim, ama ben bunu hak etmedim… Ağustos böcekleri Ankara’da, biz Güneydoğu’da…

-  Sayende, Lord Jack CARLTON’dan çok şey öğrendik; çok soruyu çözdük…

- 

-  Benim danışmanım olur musun?

-  Güneydoğu’dan Ankara’ya danışmanlık mı?

-  Evet…

-  … Danışman…

-  Ama danışman demezsek sana ödeme yapamayız…

-  …Ayağınıza dikenli tel olmayalım…

-  Yok yok, Cem seni arayacağım ve buraya çağıracağım. Bana kızma, gücenme.

-  Neydi o Ati İnan’ın arkadaşının ismi, İsmail?

-  Orhan, Sayın SÖZAL…

-  Tamam, işte Orhan Bey’ de Güneydoğu’ya geliyor, beraber çalışırsınız…

- 

-  Beraber iyi şeyler yapacaksınız…

-  Müsaade ederseniz ben…

-  Müsaade senin “deli fişek”…

- 

-  Ne oldu, bana gönül mü koydun?

-  Hayır, Sayın SÖZAL…

-  Hadi hatırın kalmasın, senin dediğin gibi olsun…

-  Allahaısmarladık Sayın SÖZAL…



Dışarı çıktıklarında İsmail Bey köpürmektedir.

-  Cem bir de SÖZAL’ı döveydin bari!?

-  Olabilirdi İsmail Abi,

-  Kimse SÖZAL’la böyle konuşamaz Cem…

-  Güneydoğu’dan öteye köy mü var İsmail Abi?

-  Öyle deme, SÖZAL adamın elinden iyi tutar…

-  Belli, bir tuttu soluğu Güneydoğu’da aldık…

-  Sıkma canını…

-  Sıkmam, düşünmek için bol, bol zamanım olacak…

-   

Cem kısa süre sonra Güneydoğu’ya gider. Gittiği yer Türkiye’nin gerçeğidir. Oralarda doğanların bile yüzüne bakmadığı bir vatan toprağıdır. Lojmana yerleşir, ailesini getirir… Sonra da işleri ile ilgilenmeye başlar… canı sıkılanın gelip fırçasını attığı bir yerdir Güneydoğu… Gelenlerin çalım sattığı, ölen er, erbaş yani vatan evladı sayısına bağlı olarak terfi alınan bir yerdir oraları…



Üsteğmen Güneydoğu’da kısa sürede bir çevre edinir. Ancak hemen herkese şüphe ile yaklaşmaktadır. Hemen her gün şehitleri memleketlerine gönderme merasimlerinin yapıldığı Güneydoğu’da Üsteğmen artık dünyaya küsmüş gibidir. Öyle bir yerde, pek çok subay ve astsubay ya içkiye, ya kumara ya da tarikata yanaşmaktadır. Üsteğmen’in üçü ile de arası yoktur. Bu nedenle de birliğinde bütün angaryalar onun üzerinde toplanmaya başlar.



Sivillerle ve devlet erkânı ile olan bütün toplantılara o gitmeye başlar. O çalıştıkça ve diğerleri yattıkça “sicil notu” da düşmektedir. Çünkü gelenlerin neredeyse tamamı sürgün gibidir. Çalışmayan da hata yapmayacağına göre, Üsteğmen çalıştıkça yükü daha da artar. Herkes lokalde “pişpirik” oynarken o mesai yapmaktadır. Herkes, Üsteğmenin karısı ile dalga geçmekte ve



-  Çalışkan kocan hala gelemedi mi? diye kafa bulmaktadırlar…



Bu arada SÖZAL birkaç kez Üsteğmeni çağırmış ve bazı konularda görüşünü alıp bir rapor hazırlamasını istemiştir. 



Bir keresinde;



-  Benim hakkımda karar verebildin mi? diye sorunca,

-  Siz SÖZAL’sınız demiştir. SÖZAL ısrar edince de hep sessiz kalmıştır.



SÖZAL, gün geçtikçe Üsteğmenin küstüğünü fark etmekte ama onun için ne yapacağını bilememektedir. Üsteğmen her şeyden önce dik kafalıdır. Aynı zamanda da “lom sözlü”dür. Bir keresinde eğitim elbiseleri ile kendi karşısına çıkmak zorunda kalmış, Kayalık’ta görevli bir yüzbaşı üsteğmene:



-  “SÖZAL’ın karşısına böyle çıkılmaz” deyince üsteğmen,

-  “Yüzbaşım siz Ankara subayısınız. Benim görev yaptığım yerde vatan evlatları şehit olup bu elbiseleriyle Allah’ın huzuruna çıkıyor. SÖZAL Allah’tan büyük mü?” deyince ortalık karışmış ve üsteğmen ile yüzbaşı atışmaya başlamış, SÖZAL’ın yaverleri üsteğmeni zor sakinleştirmişlerdir.

Üsteğmen “tam deli”dir. Ne hediye kabul etmekte, ne kendisine ikram edilen yemekleri yemekte, çay bile içmemektedir. En sonunda bir gün, İsmail Bey:

-  Cem kardeşim çalışmayı kısa sürede hazırlayıp gönderirsen iyi olur deyince üsteğmen tamamen çileden çıkmış ve köşkü Allahaısmarladık demeden terk etmiştir.  O günden sonra da hiçbir davete gelmemiş, “İhtiyaç varsa, ihtiyaç yerinde giderilir” deyip kestirip atmıştır.

-   

En sonunda bir gün SÖZAL İsmail Bey’e, “Deli Fişeği” kaybettik galiba deyince, İsmail Bey de Sayın SÖZAL, kendisinizi onun yerine koyun, daha net cevaplanır demek zorunda kalmıştır.



SÖZAL ile İsmail Bey sık sık bir araya geldiklerinden arada sırada üsteğmenden de söz etmektedirler.



-  Apakay ne yapıyormuş İsmail?

-  Çalışıyormuş Sayın SÖZAL, başka bir haber yok… Apakay’lığını unutmuş olsa gerek…

-  İsmail onun bize sunduğu projede bir ayrıntı vardı, hatta seninle de konuşmuştuk, Hispanikler ile temas için İspanya’nın elde edilmesi, kendi safımıza çekilmesi ve ardından da AB’den kopartılması konusunda… Teklifi neydi Apakay’ın?

-  İspanya’daki bir KİT konumunda olan ve zor durumdaki bir şirketin kurtarılması ve bu yolla Hava Kuvvetleri’nin Parça Bekler pozisyonunun düşürülmesi…

-  İsmail, şu projeyi bir daha ele alalım mı? Ama sen ve ben… Yalnızca ikimiz…

-  Tabii ki Sayın SÖZAL, projeye de yeterince zaman ayıramadık, bir kez daha göz atmamız çok iyi olur… Sayın SÖZAL, izniniz olursa konunun ayrıntısını da verip bir kez daha Apakay’ı davet etsem mi?

-  Dene bakalım, umarım sonuç alırsın. İyi olur. Dolandırmadan sonuca gitmeyi seviyor…

-  Hemen arayacağım Sayın SÖZAL…

İsmail Bey odasına geçer geçmez Güneydoğu’ı arar, Üsteğmen Cem karşısındadır…

-  Nasılsın Cem?

-  Sağ ol İsmail Abi iyiyim…

-  SÖZAL’ın selamı var…

-  Aleykümselâm abi, siz de selam söylerseniz iyi olur.

-  Kendin aç söylesene…

-  Abi Güneydoğu nire Ankara nire… Hem o SÖZAL biz de sıradan bir zabit…

-  Öyle deme Cem, bak sana bir mesajı var, diyor ki şu “Ufuk Ötesi”ni bir daha birlikte ele alalım…

-  Ohhh beeee! Kadük oldu sanmıştım… Okunmadı bile sanmıştım… Hâlbuki…

-  Cem sen bir an evvel Ankara’ya gel, birlikte çalışacağız.

-  Tamamdır İsmail Abi, ama oralardaki ayrık otlarını bir süreliğine temizlettiriver…

-  Merak etme, buralarda herkes seni tanıyor kimse sana lagu luga yapamaz…

-  Tamamdır abi, ben işleri ayarlayayım gelirim…

-  Komutanını arayayım mı?

-  Gerek yok epeydir “Benim evi elden geçir” diyordu, siz bir taşeron falan yollarsanız iyi olur, hem benim birlikten para çıkmaz hem de ben Ankara’ya kaçarım…

-   

Bir hafta sonra Üsteğmen Cem Ankara’dadır. İsmail Bey ile Apakay gece-gündüz demeden ufuk ötesi projesi üzerinde çalışmakta, Atatürk’ün Gizli Vasiyeti’ndeki ayrıntılardan Cem’e bahsetmekte ve SÖZAL’a net teklifler sunmak için hazırlık yapmaktadırlar. Cem, Atatürk’ün Gizli Vasiyeti’ndeki maddeleri öğrendikçe daha sıkı çalışmakta ve o günlerden neredeyse 300-400 yıl sonrasını gören Atatürk’e hayranlığı daha da pekişmektedir. İsmail Bey bir yerde takılmıştır ve kararsızdır. Apakay İspanya’yı avuç içine almanın başlangıcı olarak CASA firması ile temasa geçilmesini ve İspanya’nın bu yolla hem Endonezya üzerinden hem de Türkiye’den kucaklanacağını iddia etmektedir. Hatta Türkiye’de yaklaşık yüzde 15 civarında parça bekler oranıyla seyreden F-16’ların, F-4’lerin, C-130 ve C-160’ların pek çok parçasının bu kanalla daha ucuza temin edileceğinden söz etmektedir. Ancak Türk Silahlı Kuvvetleri’nin CASA CN-235 uçaklarını almak konusunda ciddi itirazları vardır.



-  Cem şu CASA konusunda TSK’nın itirazları var…

-  Olabilir, eleştirileri doğru ama bu hem bir teknoloji transferi hem de gizli ambargonun aşılması yolu… Diğer taraftan uluslar arası siyaset için önemli bir ayak… Hispaniklerin değerini dünya 2010’larde anladığında, biz hayli mesafe almış olacağız… Çünkü 2012’de Hispanik ve Zenci nüfusların toplamı ABD Başkanı’nı belirlemeye, 2016’da ise bir Hispaniği ya da Zenciyi Başkan yapmaya yetecek seviyeye ulaşacaktır. Dolayısıyla ABD, bu tehlikeye (!) karşı bir tedbir almak zorundadır.

-  Endonezya-İspanya ortak yapımı bir uçağa kimse sıcak bakmıyor nedense…

-  İllaki Amerikan kucağı mı olacak yani… Hem 2020’lerde bizler ABD’de Hispaniklerle muhatab olacağız, Püritenlerin dölleri ile değil…

-  Cem kafayı Püritenlere taktın, Allah sonlarını hayretsin adamların…

-  Abi bu projeye iyi kafa yordum, neredeyse bütün olasılıkları tahlil ettim, kaçırdığım yerler olabilir ama genelde iyi bir proje… İsmail Abi bir de bu projeye yazmadıklarım, yazamadıklarım var. SÖZAL ile paylaşmadan seninle konuşalım istedim.

-  Hayırdır Cem?

-  Abi, Türkiye içinde ve dışında birçok Türk Dönmesi yani Kripto Türk var…

-  Neeee, Türk Dönmesi mi, kripto mu? Bu da yeni bir tür mü? Yahudi dönmesi, Ermeni dönmesinden sonra… Üstüne üstlük bir de kripto..?

-  Artık zamanı geldi abi, biz millet olarak ve bilim adamlarımızın pek çoğu bugüne kadar hep Yahudi ve Ermeni dönmeleri peşinde koştuk ama kendi dönmelerimizi görmedik…

-  Cem sen iyi misin?

-  Evet, abi iyiyim. Angel’in fotoğrafları ile filmi sana hangi yollarla geldi sanıyorsun?

-  Sen getirip koymadın mı?

-  Evet, ben getirip koydum ama bana Ankara’da teslim edildi. İspanya’dan Ankara’ya kadar Türk Dönmeleri taşıdı…

-  Cem bu konuda devletin bilgisi var mı?

-  Devlet mi var ortada abi, bilgisi olsun?

-  Sen nereden biliyorsun? Nasıl girdin bu işe?

-  Abi, oraları sorma sakın. Ama bu Ufuk Ötesi projesi’nin gizli güçleri bu Türk Dönmeleri olacak…

-  Peki, sana son bir soru. Bunların sayısı kaç? Listesi var mı?

-  Listesi yok, olmadı, olamaz da. Bana emanet edilen numaralardan ulaştıklarımın sayısı 1303; geri kalanlarını ben de bilemem. Geri kalanları bilenlerin kimler olduğunu da bilemem. Bana da bu bilgiler emanet edildiğinde sayıları 972’ydi, çocukları falan 1303 oldular… Ben de bunlara bizlere verilen ve hemen her ülkede aynı olan telefonları ile ulaşabilirim. Yani bilgim bu kadar diyelim…

-  SÖZAL’ın bunu bilmesinde fayda var Cem…

-  Tamam abi, konuyu anlatırım ama isim, numara asla…

-  Olur mu Cem ona anlatmayacaksın da kime anlatacaksın?

-  Olur abi, bu yapı bu günlere bu nedenle geldi…

-  Ama onların da ihtiyaçları vardır…

-  Yoktur abi, onların ihtiyaçları yoktur. Onlar dışarıdan Türkiye’ye para bile gönderirler…

-  Neeee?

-  Evet, para gönderirler…

-  Bu konuda ne biliyorsun peki?

-  Bilmem ve saklamam gerektiği kadar… Sana ufacık bir sır verebilirim. İspanya, İngiltere, Fransa, Portekiz… Buradaki masraflarımı siz mi karşıladınız?

-  “Şirket” karşılamadı mı?

-  Orhan ağabeye açıp sorun…

-  Sormaya gerek yok sen söyle…

-  Hepsini Türk Dönmeleri karşıladı abi… “Şirket”in bu işlerle alakası yok onların daha önemli (!) işleri var…

-  Cem, peki bir gün senin bunları bildiğini keşfettiler ve seni aldılar, gerçeklik serumu, hipnoz, elektrot çöküntüsü, işkence vs yollarla sağmaya kalktılar, o zaman ne olacak?

-  Hiçbir şey… Tek kelime alamazlar. Mamak’ta benim devremle ilgili benden tek kelime alabildiler mi? Büyüklerimiz bunun her türlüsünü düşünmüşler abi merak etme…

-  Cem seninle çalışmak hem zevk hem de ıstırap, bu yaşınla bu bilgiler? Bu sırlar?

-  Ne var abi ben, Fatih’in İstanbul’u fethedip 2,5 yıl boyunca Türkleri istanbul’a sokmadığı yaşlardayım…

-  Bırak şu 530 küsür yıllık hesabı Cem…

-  Asla abi, hem de asla, 1461’i ise hiç unutamam…

-  Tamam, Cem hadi geç bir prova yapalım, Sen bana Ufuk Ötesi Projesi’ni anlat ben de sana gıcıklık yapan SÖZAL ve yalakaları olayım…

-  Tamamdır İsmail Abi…

-   

Apakay Ufuk Ötesi Projesi’ni anlatmaya başlar ve sorular yağmur gibi gelmiştir. Cem den bilgilerin tümünü sağmışlardır.



İsmail Bey, SÖZAL’a rapor verir.



-  Ne dersin İsmail? Bana da bir brifing versin mi?

-  Çok iyi olur Sayın SÖZAL…

-  O zaman söyle, akşam yemeğini birlikte yeriz, o sırada da birlikte konuşuruz.

-  Emredersiniz, Sayın SÖZAL.

-   

Akşam yemeğinde SÖZAL, İsmail Bey ve Üsteğmen Cem birliktedirler. Yemek yerken SÖZAL değişik sorularla Ufuk Ötesi Projesi’ni Üsteğmen’e anlattırır ve soruları ile didik didik eder. Sonra da;



-  Söyle bakalım APAKAY, ilk iş olarak ne yapmalıyız?

-  İspanya için bir KİT durumundaki CASA Firması ile anlaşıp, CN-235 uçaklarını almak için temasa geçmeliyiz.

-  Ama pek çok kişi bu uçaklara karşı

-  Olabilir. Onlar bu uçağın alımı ile Hava Kuvvetleri’nin faaliyet oranının yüzde 92’nin üzerine çıkacağını ya bilmiyorlar, ya da bilmek istemiyorlar…

-  Peki o zaman; İsmail sen Savunma Teşkilatı ile görüş işleri hızlandırsınlar, ben Kartal Paşa ile görüşürüm.

-  Emredersiniz Sayın SÖZAL,

-  Peki Apakay, diğer alanlar…

-  Sayın Cumhurbaşkanım, öncelikle ama çok gizli olmak kaydıyla yani siz ve ilk muhataplarınız dışında kimsenin bilmemesi kaydıyla Türk Devleti arasında bir Ekonomik Birlik oluşturmanın adımlarını atmamız ve ortak bir para birimi ile bu konuda en ciddi adımı atmamız gerekir. Bence yeni para biriminin adı TAMUNGA, yani (Türk Damgası) olmalıdır. Ortak bir Merkez Bankası için de üç yer teklif edebilirim. 1. Kıbrıs 2. Makedonya 3. Kırım. Ancak hepsi için Türk Dünyası içinden çok ciddi tepkiler gelebileceğini düşünerek “Şişenin Mantarı”nın Başkenti BAKÜ olmalı derim. Her iki adım, çok ciddi sonuçlar doğuracaktır. Üçüncü adım ise yine Hispanik Nüfusa yönelik olarak Güney Amerika’daki Hristiyanları “Barnabas İncili”ne yakınlaştırmaktır. Yani yeni bir Hristiyan Mezhebi olmasa da bir başka EKOL olarak.

-  Barnabas İncili dediğin şu içinde çelişkiler olan Barnabas mı Apakay, sen bizi abamdı edeceksin yoksa batıracak mısın?

-  Sayın Cumhurbaşkanım ben Hocabey’in de içinde olduğu “Sahte Barnabas Çetesi”nde şekillenen Barnabas’dan değil, Sami Paşa’nın uzun süre takibinde olan Gerçek Saint Barnabas İncil’inden bahsediyorum. Yani gün ve gün çvirilerini okuduğunuz Hz. İsa’nın ölümünden 50-75 yıl sonra arasında kaleme alınan ve 4 kopyası bulunan İncil’den…

-  Apakay, bunu sen nereden biliyorsun? Evladım senin rütben gerçekten Yüzbaşı mı yoksa…

-  Cumhurbaşkanım, bunu ben bile bildiğime göre demek ki artık SIR değil. Sır olmadığını çok iyi biliyorum çünkü DDKK tarafından kaçırıldığı ile sürülen ABD’li Profesör benim görev yaptığım havaalanından CASA C-41A yani CASA C 212-200 uçağı ile geri götürüldü. Bir SAR operasyonu ile, bu profesör Ağrı Dağı’nda falan değildi, Irak-Süleymaniye’ye kadar geçti, sonra da Hakkari’ye döndü, hem de DDKK’lıların korumasında. Amacı bu güne kadar bulunmayan Barnabas İncil’lerinden birinin orijinal kopyasını bulmaktı. Ben bu Profesörün ABD’liler tarafından Türkiye’den kaçırılmasını önlemeye kalktığımda bu bilgilere ulaştım. Bu İncil’in peşinde olanlar o kadar çok ki, DDKK bile bu işe bulaştıktan sonra, gerisini siz düşünün…

-  Peki Hocabey’in ilgisi ve alakası?

-  Vatikan’ın gizli kardinalinin bu kitabın peşinde koşması ve piyasadaki çelişkili Barnabas İncili ile zihinleri karıştırması sizce normal mi? Hocabey, 12 Eylülcülerin Türkiye’de Hizbullah’ı yaratması gibi…

-  Benzerlik?

-  Lübnan Hizbullah’ı İsrail’in bütün Arap Ülkeleri Birliği’nden daha çok korktuğu Anti-Emperyalist bir örgüttür. Yasaldır. Vatansevrdir. Yöneticilerine İsrail Halkı, kendi yöneticilerinden daha çok güvenir. Amaç bu Hizbullah’ı küçük düşürmek ve akıllarda çatışma yaratmak için sizin de bakan yaptığınız bir Sırp-Karadağ asıllının eli ile ülkemizde Sahte Hizbullah yaratılmadı mı? Şu an Türkiye’de konunun ayrıntılarını bilmeyen insanlara “Hizbullah nedir?” diye sorsak alacağımız cevap, kin, nefret dolu bir şekilde “Katiller örgütü” olacaktır. Ki siz Türkiye’deki Hizbullah gerçeğini çok iyi bilenlerdensiniz…

- 

-  Diğer taraftan, bu İncil’in peşinde olana sadece Vatikan değil, Rusya, ABD, Almanya, Fransa, İtalya, İspanya, İsrail… kısaca aklı başında olan bütün ülkeler. İsrail bir nüshasını ele geçirdi, Vatikan da ele geçirmek üzere, “Rantçı Generaller Çetesi” Özel Harekat’taki nüshanın mikrofilmlerinin örneklerini ulaştırdılar bile. Yaklaşık bir buçuk milyon dolardan başladı pazarlık en son yediyüzbin dolarda ve pazarlık sürüyor. Asıl, Büyük Britanya İmparatorluğu da bu İncil’n peşinde. Bunun için Prens Charles görevlendirildi. Eğer tek nüsha Kraliyet Saray’ındaki gizli kasaya konursa sorun olmaz, emrederseniz Türkiye’ye geri getirtiriz hem de sahtesini yerine koydurarak.

-  Anlamadım Apakay, nasıl geri getirilecek?

-  Kraliyet Ailesi’ne çok yakın bir Kripto Türk’ün yardımıyla, Celcelutiye’nin aslı nasıl getirtildiyse…

-  Apakay… Celcelutiye şimdi nerede o zaman?

-  Her fırsatta Hacıbey’in tercümesi ile okumaya çalıştığınız yerde ve orada güvende değil Sayın Cumhurbaşkanım…

-  Köşk’te mi diyorsun?

-  Hayır Köşk’e yakın bir yerde ve yerini bilmemesi gereken herkes biliyor…

-  Senin gibi mi Apakay?

-  Ailenizin fertleri gibi Sayın Cumhurbaşkanım…

-  …… Apakayyyyyyy ! Gelelim TAMUNGA para birimine… Ne söylediğinin farkında mısın?

-  Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk Lirası’nın simgesini değiştirecek “TAMUNGA” simgesini koyacak ve Türk Cumhuriyetleri ile Afganistan, Pakistan, Filistin gibi ülkeler bu para birimine bağlandıklarını ilan edecekler. Gerisini ve tekniğini ben bilemem çünkü ekonomi konusunda yeterli bilgim yok…

-  Daha ne olsun? Para birimi diyorsun…

-  Bu işi ben bu kadarıyla bilirim, ekonomiden de anlamam Sayın Cumhurbaşkanım, yeknik ayrıntıları ekonomiden anlayanlar şekillendirir…

-  Apakay, bu dediğin “namlunun ucu”dur. Başta benim “idam fermanım”dır.

-  Ben sizi Bayramlık Gömlek ile değil İdamlık Gömlek ile yola çıkanlardan biliyordum Sayn Cumhurbaşkanım…

-  Tamam da Apakay, ölmek ve can vermek işleri çözmüyor, yaşamak lazım ki işe yarayalım, benim cesedimin bu ülkeye, mazlum ve masum insanlara ne faydası olabilir ki?

-  Haklısınız Cumhurbaşkanım, ben de bu nedenle SIR olmalı dedim. Mmkün olduğunca SIR. Bu çalışmalar için çok özel bir yer belirlenmeli. Oraya ailenizden, çevrenizdeki görevlilerden kimse girmemeli, hatat bu konuyu paylaştığınız biz bile. Girecekleri siz belirlemelisiniz… Polatlı yolu üzerindeki yer altı karargahlarından biri olabilir mesela, ya da Seferberlik Tetkik Kurulu’nun depolarından biri de olabilir…

-  Ailem, neden sürekli tekrar ediyorsun bunu Apakay?

-  Çünkü yatak odanızda bile başkalarının gözü, kulağı var Sayın Cumhurbaşkanım, Hocabey’in adamları orada kayıt yapıyorlar…

-  Nereden biliyorsun? Size de göndermediler mi o kayıtları Sayın Cumhurbaşkanım? Sona da önünüze tomarla mektup sürmediler mi CIA şubeleri, asfedersiniz Türk (‘!) Okullarına izin verilmesi için devlet başanlarına imzalayarak göndermeniz üzerine…

-  Apakay, seninle birlikte olmakla iyi mi ettik, kötü mü ettik bazen düşünüyorum. Çok şey biliyorsun ve bildiklerin yalan değil…

-  Sayın Cumhurbaşkanım, ben bildiklerimden sizinle paylaşmam gerekenleri yüzünüze karşı paylaşıyorum, sizden saklamıyorum. Ben “Bilmesi Gerekn” prensibini iyi bilirim. İsterseniz size sunulan görüntü ve seslerdeki ayrıntılardan bir iki kelime söyleyeyim: “Kızılcahamam”, “Kaza”, “Bekaret”, “Sapkınlık”, “Toplu sex”…

-  Yeter Apakay !..

-  Özür dilerim Sayın Cumhurbaşkanım…

-  Tamam Apakay, tamam…

-  Ama bunlar sizin bu makama kadar erişmenizi sağlayan maymuncukar…

-  Ne diyorsun sen Apakay !?

-  Onlar olmasaydı, o sırlar olmasaydı siz Başbakanlık Müsteşarı bile olamazdınız Sayın Cumhurbaşkanım…

-  “Sır” kalmamış bu ülkede, “Gizlilik” almamış, “Mahrem” kalmamış, kısaca aslında “Devlet” kalmamış… Hatta, “Yüzellilikler” resepsiyonu ile de Devlet’in olmasına izin verilmemiş… Peki Apakay, bunları kim söylerse söylesin sonuçları çok acı olurdu ama gerek kişisel hislerim gerek meşveredlerim sana güvenmeme neden oluyor. Soyu-sopu, meşrebi, mezhebi, menşei belli bir aileden geliyorsun, “Sonradan görmelerden” değilsin, bu nedenle sana inanıyor ve güveniyorum. Dediklerin çok doğruydu, Tek Türk Para Birimi konusu bile, ismini koymamıştım “KUT” diye düşünmüştüm, “TAMUNGA” çok orijinal… Apakay sen de Güneydoğu’ya dön ve hazırlan, CASA Proje Subayı sen olacaksın ve İspanya Sevilla’ya gideceksin.



Cem Üsteğmen şaşırmıştır. Sadece,



-  Emredersiniz Sayın SÖZAL diyebilir…



Dışarıya çıktıklarında İsmail Bey, SÖZAL’ın odasının önünden uzaklaştıklarından emin olduktan sonra bütün siniri ile Apakay’a bağırmaya başlar,:



-      Ne yaptın sen Apakay, küfretmekten beter ettin Sayın Cumhurbaşkanını, bu güne kadar kimseye müsade etmedi bu konuların açılmasında, adamı ne hale getirdin. Pes !

-      Kızma Abi, başkalarının bildiğini onun da bilmesi gerekiyordu. Öğrendi, artık ona göre hareket eder. Hem ben “Tehdit” ve “Şantaj” için değil, en azından kendi hayatı için söyledim bütün bunları…

-      Neydi o yatak odası filmleri, seleri uydurması…

-      Uydurma değil Abi, sorarsa, ispatla derse diye yanımda bir iki kısa görüntü getirmiştim. Bak sana vereyim sen de seyret, sonra yalan mı doğru mu karar ver…

-      Ne arıyor bunlar sende? Seninle alakası yoksa sende ne arıyor?

-      Hocaefendi’nin Ankara İmamı’nı birlikte olduğu sapıktan ele geçirmiştik, adı “Fatih”ti sapığın, üvertür sanatçı Fatih… Yani bu görüntülerin ve sesin ulaştığı yer Hocaefendi, oradan da ADL, MOON ve dahası…

-      Kim bu Fatih?

-      Abi seyredince görürsün, Hocabey’in Ankara İmamı ile yağlı güreş yapıyorlar en çok da “Kazık” oyunu yapılmasından hoşlanıyor…

-      Bir şey daha… “Kripto Türkleri” bile soramadı sana Cumhurbaşkanı, allak-bullak oldu adamcağız… Yakın zamanda kalpten ölürse sorumlusu sensin Apakay…

-      Ölümü benim elimden değil Abi yine en yakınından birinin eli ile olur, “Yağmur Ormanları”ndaki MOON Karargahında bazı görüşmeler yapılıyor ve Sapık Kadın’ı oraya çağırdılar bile, yakında gidecek…

-      Nereden biliyorsun?

-      Kriptolardan bilgi geldi…

-      Hose’lerden birinden mi?

-      Evet…

-      Bunu neden söylemedin Cumhurbaşkanı’na…

-      Abi, hele bir Sapık Kadın oraya yola çıksın, o gün söyleriz…

-      Apakay, ilk kez bu kadar korku içindeyim, ya sen neler anlattın, anlatıyorsun? Seni yaşatmazlar oğlum, kendine dikkat et !..

-      Abi benim ölümüm de “en güvendiklerimden” biri ile olacak zaten, biliyorum. Servisler, izlediklerinin şoförünü, avukatını, doktorunu ve sevgilisini mutlaka ya satın alırlar ya da oraya yerleştirirler…

-      Bu ben olabilir miyim Apakay?

-      Hayır abi, sen değil misin incir sepetlerinde 12 Eylül’den önce babanın bilgi fişlerini devlete taşıyan? Deden değil mi Anadolu’ya silah sevkeden örgütün en önemli adamlarından… Yok Abi sen olamazsın…

-      Apakay, sen nereden biliyorsun benim incir sepetiyle…

-      Abiiiii… Bak yolda giderken incirleriden yediğini bile biliyorum, hatta yiyemediklerini sakladığın minarenin o deliğini bile…

-      Pesss ! Sustum…. Bir tek şeyi merak ediyorum, “Seni kim yetiştirdi?”…

-      Kartal Yuvası’ndan Mussolini’yi kaçıran birliğin başındaki Türkistanlı Kurmay Albay…

-      Apakay !!!!! Yoksa…

-      Evet, Burhanettin SEMERKANDİ

-     

-      Karşıyaka, Alaybey’de, bir apartman dairesinde, annenin nefes darlığı ile boğuşuyorlar…

-      En kısa zamanda ziyarete gidelim Apakay



Tam o sırada SÖZAL’ın nefes nefese yanlarına geldiğini görürler ve konuyu kapatırlar.



-      Apakay !

-      Cumhurbaşkanım !?

-      Kripto Türkler ?

-      Buyrun Sayın Cumhurbaşkanım…

-      Kripto Türkler konusunu ilk kez duydum, bu konuyu hemen konuşalım.

-      Emredersiniz…



Geriye dönerler ve o tatsız konuşmaların geçtiği salona gelirler. Yine konuşmaya başlarlar.



-      Kripto Türkler’in kökü 680’li yıllara kadar gider. O yıllar ülkemizde ilk Türk istihbarat örgütü olan Börü Budun’un kuruluş yılları olarak bilinir. Bazı tarihçiler ise bu ismi de yazılanları da yayınlarlar. Aslında Kripto Türkler, Börü Budun’dan farklı olarak teşkilatlandırılmıştır. O yıllar bu yapılanma, bu günlerden çok daha basitti. Süreç, seçkin Türk ailelerinden yapılan seçimler sonucunda belirlenen kişilerin aileleri ile birlikte hedef ülkelerin ya da o zamanların tabiri ile menzilin derinliklerine gönderilmesi ile başlamaktadır. Onlar orada, o ülkenin din, örf-adet, dilleri ile yoğrularak sosyal yap içinde sivrilmekte; sonra da ülkeyi yönetenlerin yakınlarına yerleşerek ülkenin yönetiminde hem söz sahibi olmakta hem de istihbari bilgilere kısa sürede ulaşabilmekteydiler. Yapılan bu ilk atamalarda gidenlere; “Asla teşkilatlanmayın, sizden sonra gelecek olanı siz belirleyin ve zamanı geldiğinde görevinizi ona devredin, size verilecek görevler ayrıca sizlere bildirilmeyecektir, eğer size bir şey bildirilecekse bu sizlere özel olarak ulaşmayacaktır. Toplumun mutad haberleşme ve bilgilendirme yolları ile sizlere ulaşan bilgiler arasından, tarafınızdan sizlere öğretilen kodlama sistemi ile ortaya çıkarılacaktır. Finansınızı kendiniz temin edeceksiniz. Görevinizi başaramadığınızda, cezanızı kendiniz verin. Cezanızı infaz etmeden önce yerinize geçeceği mutlaka uykusundan uyandırın. Aile yapınıza çok düşkün olun, ailenizi sağlam kurun.” denilmiştir. Kısaca sistem, bugünlerde bilinen hiç bir örgütlenmeye  benzememektedir. Merkezi yapıya ya da adem-i merkezi yönetime dayanmamakta, her hücre kendi içinde yenilendiğinden deşifre de edilememektedir.

-      Peki başarı ?

-      Her yerdeler, herkesin yanında, en mahrem yerlerde… Bir cümle vardır; “Dışarıdan biz, içeriden siz bir türlü yıkamadık” derler ya, sebebi Kripto Türkler’dir. Yıkıldı sanılan devlet bir anda yeni bir hal ve isim alır. Çünkü Kripto Türkler içte değil, dışta görev yaparlar, ülke dışında…

-      Kimlikler ?

-      Gizli, kimse kimseyi bilmez, yerine birini bırakan ya ölmüştür ya da kendi yaşamına son vermiştir. Yerine geçecek kişiye sadece o karar verir…



Birliğine döner ve hazırlıklarını yapar. Komutanı sormaktadır;



-  Hayırdır Cem kafana göre tayin mi yaptırdın?

-  Hayır Komutanım, tayin provası yapıyorum…

-  Yap yapp…



Birlik komutanı için için gülmektedir.



-      ‘Seni attılar buralara, ne tayini be adam?’ daha süren bile dolmadı ki?

der kendi kendine…



      Üsteğmen değişik yerlere gidip gelmekte, birliğinde “devir teslim işlemleri”ni yapmaktadır. Bir sabah saat 04:30’da TELEM mesajı ile Üsteğmen’in “Görev Emri” gelir. Üsteğmen çok sevinçlidir.



Birliğine sevinç içinde gider. Yolda her zaman karşısına çıkan Erzincanlı Suat denilen deli ile yine burun buruna gelirler. Zayıf, kabak kafalı, ayakları çırılçıplak vaziyette dolaşan, herkesten sigara isteyen deli, Cem’e:



-  Abi, bi sigara versene! der



Üsteğmen paketi çıkartır ve Deli Suat’a sigara verir. Suat da ona



-  Abi, Allah seni korusun! diye dua eder.



Üsteğmen araca biner ve yola devam eder. Deli Suat’ın oraya nasıl geldiğini kimse bilmemektedir. Boynunda iple asılı olarak duran tenekeden yapılma bir Zülfikar Kılıcı olması nedeniyle herkes ona Alevi Deli Suat demektedir. Üsteğmen ne zaman onu görse ve sigara verse, Suat ona dua etmekte ve Üsteğmen’in de işleri o gün rast gitmektedir.



Birliğine varır varmaz, komutanın odasına giden Üsteğmen Cem, kurs hazırlıklarına resmen başlar. Yurtdışına gitmeden önce “Şirket” Bölge Müdürü Orhan Ağabeyi ziyaret edeyim der ve yürüyerek “Şirket” Bölge Müdürlüğü’ne gider.



Orhan Ağabey, kursa çok sevinmiştir. Konuşurlar, eski günleri yâd ederler ve sarılışırlar, helalleşirler. Üsteğmen “Şirket” Bölge Müdürlüğü’nden çıkıp lojmanlara doğru yürümeye başlar. Çok düşüncelidir. Dört yol ağzına geldiğinde trafiği kontrol eder; tam o sırada karşı tarafta Deli Suat’ı görür. Tam karşıdan karşıya geçmek üzere adımını atacakken, köşelerde bulunan ve yapımı süren inşaatlardan açılan kaleşnikov çapraz ateşinin ortasında kalır. Can havli ile kendini kaldırım arkasındaki çukura atarken belinde ve kemerindeki tabancalarına davranır, tabancaları alır ama ateş etmeye çalışsa da ateş edemez çünkü kollarından ve göğsünden yara almıştır. Canı yanmamaktadır ama ılık ılık kanın aktığını hissetmektedir. Çapraz ateş kesilmiş, Deli Suat yanında bitivermiştir. Bir taraftan Üsteğmen’in başını okşayan Deli Suat bir taraftan da Üsteğmen’in başında Ayetel Kürsi okumaktadır, Ayetel Kürsi bitince bu kez Amenerresulü okumaya başlar. Olay duyulmuştur, “Şirket’ten Ambulans gelir ve Üsteğmen Cem’i sedyeye yükleyecekleri sırada Deli Suat boynundaki iple bağlı Zülfikar kılıcını çıkarıp Üsteğmen’in boynuna takar ve bas bas bağırmaya başlar.



-  Ya Allahhhhhhhhhhhhhhhh!!!!!!!!!!!!

-  Ya Muhammedddddd!!!!!!!!!!!!!!!

-  Ya Aliiiiiiiiiiiiiiiiiii!!!!!!!!!!!!!!!! Gösterin büyüklüğünüzü! Kurtarın şu garibiiiiiiiiiiiiiiiiiiii!!!!!!!!!!!!!!



Üsteğmen Cem yola çıkarken sedyeden bir paket sigara yere düşer. Deli Suat paketi eline alır ve Üsteğmen’in ardından;



-  Hepsi geldiler, hepsi burada… Öyleyse buralarda benim işim ne der ve o tarihten sonra Deli Suat’ı bir daha kimseler göremez.



Üsteğmen hemen hastanede ameliyata alınır.  Kan lazımdır… Belediye hoparlörü ile anons yapılır.



-      “Ağır yaralı, Üsteğmen Cem MÜEZZİNOĞLU için 0 grubu Rh (-) kana ihtiyaç vardır. Kan vermek isteyenlerin Devlet Hastanesine acilen müracaat etmeleri rica olunur.” 



  Üsteğmen ameliyata alınmıştır. Ameliyat sürerken Devlet Hastanesinin kapısının önü ana baba günü gibidir. Yöredeki Kırmançlar, Zazalar, Solhanlar, Barzanlar kendi aralarında atışmakta ve Üsteğmene kan vermek için yarışmaktadırlar.

Onlar kendilerine göre, kendi yakınlarından kanını sakınmayan Üsteğmene vefa borcunu ödemeye çalışmaktadırlar.



Ameliyathane, kan gölü gibidir. Operatörler umutsuzca uğraşmaktadır…




Hiç yorum yok: