DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR
BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.
AÇIKLAMA
GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...
SAYGILARIMLA...
İKİNCİ BÖLÜM –B-
CEM
Kahve fincanını bırakarak telefonun numaralarını tuşlamaya başladım. Karşımda
Cem Üsteğmen vardı.
- Efendim!?
- Deli fişek nerelerdesin?
- Vay ağabeyimiz. Bizleri unuttun sanıyorduk.
- Unutulacak adamsan, unutulursun.
- Biz asla unutmadık
- Biz de kardeşim.
- Nerelerdesin.
- Ankara’dayım.
- Ben de
- O halde akşam görüşelim.
- Hayırdır?
- Hani senin bir İngiltere maceran vardı. Lord Jack Carlton
- Evet, evet
- O adam ayağıma takıldı. Yine bir şeyler çeviriyor.
- Yapma abi.
- Cidden
- İyi, akşam görüşürüz. Bitmeyen bir hesabımızda vardı. Pezevenkle.
- Tamam, akşam aynı yerde.
- İyi günler.
Telefonu kapattım. Bu bizim yürüttüğümüz “CIVA” operasyonunda yer almış çok başarılı çalışmalar yapmıştı. Operasyon sonu yapılan değerlendirmelerde başından geçenleri ayrıntılarıyla anlatmış ve devletin kayıtlarına geçirilmesini istemişti. O günlerde yazdığımız raporun içeriği SÖZAL’a kadar ulaşmış, herkesi telaşlandırmıştı. Biz ortadaki gerçekleri su yüzüne çıkartmıştık, gerçekler her kademeyi sarsmış ve bu nedenle de harekete geçirilmişti.
O zamanlar; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde ve Kuzey Irak’ta yaptığı “ayrılıkçı terörle mücadele” harekâtlarında kullanmak için hava mühimmatına ihtiyacı vardır.
ABD, Almanya gibi ülkeler Türkiye’ye mühimmat vermemekte, özellikle de modern mühimmat konusunda gizli bir ambargo uygulamaktaydı. Sıkıntı had safhadaydı. Yapılan temaslar olumlu sonuç vermemekte; Türkiye, piyasa fiyatı 20.000 USD olan bir hava mühimmatını alabilmek için aynı mühimmata zaman zaman İsrail’e fazladan 45-50.000 USD ödemek zorunda kalıyordu. Üstüne üslük o zamanlarda güney komşumuz Suriye’ye yerleşerek onların desteğinde faaliyetlerini sürdüren terör odakları yeni eylem planları ile büyük bir hazırlık içinde oldukları haberi bizim hemen harekete geçmemize neden olmuştu. Terörün finans kaynaklarının kurutulması ve azgınlaşarak her gün bir elçilik görevlimizi şehit eden Asala’ya iyi bir ders vererek susturulması lazımdı.
Bu sıkıntılar içinde kıvranan SÖZAL, bu sıkıntıları giderilmesi ve bu ihtiyaçların karşılanması için kendine özgü araştırmalar yapmaktaydı..
İşte o günlerde, kendisine günlük olarak sunulan “İstihbarat Ceridesi” içindeki bir ifade dikkatini çekti:
“İtalya’daki Lega Nord Partisi tarafından kendi ülkelerinde “Ulusalcı Gençlik Derneği” adı altında bir örgütlenme çalışmalarında, kendilerine yardımcı olmaları ve danışman yollamaları karşılığında Türkiye’de ki Ulusalcı İdealist Hareket Partisi Lideri Aslan HORGİŞ’e, 1986’da 450 milyon USD Serge BERNANİ tarafından verilmiştir. İtalyan BERNANİ, Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin ile yaptığı anlaşma sonucunda Irak’a ECM-ECCM (EKT-EKKT) podları ve sistemleri üretmek üzere bir fabrika kurmuştur.”
İşte sorun buradan çözülebilirdi. SÖZAL hemen telefona sarıldı ve
- Ati İnan hemen yanıma gel
- Geliyorum Sayın SÖZAL
Yaklaşık 25 dakika sonra Ati İnan, SÖZAL’ın huzurunda idi.
- Ati İnan, İtalya’da Lega Nord oluşumu ile yakınlığı olan Serge BERNANİ diye biri varmış, Türkiye’de bazı siyasi parti liderlerine parasal yardım yapmış. Tanır mısın?
- Hayır, Sayın SÖZAL?!
- Bu adamı bul, konuş, Türkiye ile ilgili bütün irtibatlarını araştır ve silah-mühimmat konusundaki etkinliğinin kaynağına ulaşmaya çalış. Bu konuda görevlisin bütün işini gücünü bırak ve bu adamın peşine düş. Ülkemiz için çok önemli. Gerekli tahsisat sana getirilecek…
- Efendim bu durum iç politikada değişik söylentilere neden olabilir.
- Ati İnan sen gerekli tedbirleri alırsın. Bunları bana sorma…
- Emredersiniz efendim.
-
Ati İnan makamdan çıkar çıkmaz düşüncelere dalmıştı. Makamına doğru yürürken aklından binlerce soru geçiyor, bu soruların bir kısmını da hemen aklında geliyordu.
Makamına geçer geçmez, “Şirket”te görev yapan Orhan BALABAN’ı aradı.
- Orhancığım nasılsın?
- Oooo Ati İnan sen nasılsın?
- Allah’a şükürler olsun iyiyim, seninle acilen hasbıhal etsek?..
- Tamam, Ati İnan, şu bizim saklambaç yerine mi gitsek?
- Tamam, Orhancığım, bu akşam saat 20.00, uygun mu?
- Tamam, da, bak ben içki içerim, sonra masa değiştirme haaa!
- Orhan, hiç değişmedin gitti…
Tiz bir kahkaha ve ardından
- Tamam anlaştık…
Ati İnan’ın belki de en kötü huyu, kendisine verilen bu tip talimat ve görevlere kendisini fazlaca kaptırmasıydı. Bir türlü saat 20:00 olmuyor, Orhan ile neyi ne kadar konuşacağını düşünmeye çalışıyordu. Orhan’ın babası, emekli bir general ve bir zamanların valisiydi. Yakın bir gelecekte, daha üst düzeyde bir görev verilecekti. Onu üsteğmenliğinden beri tanıyordu. Şimdi rütbesi binbaşı falan olmalıydı…
Buluşacakları yere telefon etti,
- Kent Otel…
- Sadık Bey?
- Bir dakika efendim, beklemede kalınız…
- Efendim, ben Sadık.
- Sadık Abi, nasılsın?
- Ooo bakanım, siz nasılsınız?
- Teşekkürler. Bu gece senin yanına geliyorum bir arkadaşımla, uygun bir yer ayarlar mısın?
- Tamam, bakanım, kaçta?
- Saat 19:45’te ben gelirim, arkadaşım da 20:00’de gelir.
- Tamamdır Sayın bakanım. Merak etmeyin.
- Sadık Abi, hatırlatmasam da olur ama çok özel bir…
- Bakanım, müsterih olun. Her ikinizi de ben karşılarım…
Sadık Bey, yıllardır Kent Otel’de çalışmaktadır. Kent’in Metre D’Hotel’iydi. En önemli özelliği de SIR SAKLAMASI ve DOSTLARINI HİÇ SATMAMASI’ydı. Kent Otel Sadık Bey için bir mabet, Sadık Bey de Kent Otel için vazgeçilmez bir elemandı.
Saat 19:30 olunca, korumalarını da atlatarak kendini dışarı attı. Önce Kumrular sokağa ulaştı, oradan İzmir Caddesine geçti. İzmir Caddesi’nden Necatibey Caddesi’ne geçip Sıhhiye Ordu Evi’nin general bölümü yakınındaki köşeyi kullanıp Sağlık Bakanlığı tarafına doğru ilerledi. Köşeyi döner dönmez, Kent Otel’in personel giriş kapısından içeri daldı. Kapının iç kısmında Sadık Bey onu bekliyordu. Baharın ilk günleriydi. Sadık Bey, Ati İnan’ı personel girişindeki merdivenlerden bir üst kata aldı. Kapıdan girer girmez kendilerine hazırladığı bölümü gösterdi. İki kişilik bir şark masası hazırlamıştı, şark köşesine benzer bir bölümde. Ati İnan’ı yerine buyur etti.
- Sayın bakanım, konuğunuzu tanıyor muyum?
- Orhan…
- Ooo, bu gece önemli bir gece…
- Sadık Bey, bize bir kişi servis yapsın ve ben…
- Sayın bakanım servisi ben yapacağım, bu artık farz oldu… Ben Orhan Bey’i karşılamaya ineyim…
- Tamam Sadıkçığım…
Sadık Bey aşağı indi ve müşteri giriş kapısının dışına çıktı. Orhan Bey’i bekliyordu. Yaklaşık 4 -5 dakika sonra önünde bir araba durdu, koyu renk camı açıldı ve şoför mahallindeki adam,
- Sadık Abi, sen ne zaman yaşlanacaksın?
- Korkuttun beni Orhan Bey!...
- Sen mi korktun Sadık Abi!?
Orhan arabadan aşağı indi ve anahtarlarını Sadık Bey’in yanındaki komiye uzattı. Sadık Bey, Orhan’ın koluna girerek onu personel kapısına doğru sürükledi ve Ati İnan’ın yanına çıkarttı. İki arkadaş sarılır ve selamlaşırken, Sadık Bey, Tekirdağ’dan gelen özel boğma rakıyı açmış ve Orhan’ın kadehine dolduruyordu. Şark sofrasında meze türü şeyler vardı. Ati İnan ile Orhan, sohbete dalmışlardı bile. Sadık Bey mutfağa indi ve ustabaşına;
- Bahattin Ustam, pehlivan hazırla…
- Ne oldu Sadık Bey, yine hangi zampara geldi?
- Karıştırma işi usta, gelen zampara değil…
- Anlaşıldı anlaşıldı… Sadık Bey, mutfaktan kaşla göz arasında kayboldu.
Usta hemen iki büyük havuç seçti, onları iyice yıkadı, sonrada büyük bir jelâtin torba içine yerleştirdiği rende ile havuçları ince kısımda rendeledi. Rendeyi silkeleyip torbadan aldı ve torbanın ağzını kapadı. Kilerin soğutulmayan en serin yerine gitti, üst raflardan birinin en dibine elini uzattı ve ağzı sarılı toprak bir kâseyi aldı. Bu ustanın özel kişiler ve siparişler için sakladığı Anzer Balı’ydı. Kilere yanında götürdüğü bir başka toprak kâse içine tahta bal kaşığını daldırdı baldan biraz aktardı. Usta bu kaşığı sadece Anzer Balı için kullanır ve kaşığı damıtılmış su ile yıkayıp, göğüs cebindeki tahta kutusu içinde saklardı. Bal kâsesini yerine yerleştirip dışarı çıktı. Köşedeki, tuzsuz tek kavrulmuş Antep Fıstığı kavanozuna yöneldi. Kavanozun kapağını açtı, elini daldırdı ve bir avuç Antep Fıstığı alıp, havuç rendelediği masanın başına yöneldi. Antep Fıstıkları’nı saymaya başladı, 21 tanede durdu ve hem dış hem de iç kabuklarını soyup kuru küçük ve minik bir sahana attı, ateşin üzerinde 21 tane fıstığı 5 dakika kadar sürekli çalkalayarak kavurdu. Sonra da kavurduğu fıstıkları içinde rendelediği havuçlar bulunan jelâtin torbaya attı. Torbanın içinde kavrulmuş fıstıklarla havuç rendesini çalkaladı ve tezgâhın üzerine yatırdı. Eline merdaneyi alıp, torbanın üzerinden geçerek fıstıkları ezdi. Ardından, torbanın içine bir tutam zencefil, bir tutam yenibahar, bir küçük kabuk tarçın attı. Torbayı yine silkeledi ve yeniden tezgâh üzerine yatırdı. Birçok kez üzerinden merdane ile geçip, kabuk tarçının ezilip harca karışmasını sağladı. Sonra da, torbanın içindeki bütün karışımı tahta oyma pres süzgeçten geçirip bal çanağının içine akıttı. Ardından da eline aldığı tahta karıştırma çubuğu ile karışımı neredeyse 30 dakika civarında karıştırdı. Karışım kıvam alınca, ikiye küçük toprak kaba bölerek içlerine ahşap kaşıklar koydu ve Sadık Bey’e ulaştırılmak üzere yukarıya yollayacağı sırada Sadık Bey yanında bitiverdi;
- Ustacığım eline sağlık, saat gibi adamsın…
- Bi şey değil Sadık Bey ama bu bitiş saatini nasıl tahmin edersin, hala anlamış değilim…
Sadık Bey yukarı çıktı, Orhan ile Ati İnan’ın sohbeti koyulaşmıştı. Sadık Bey, her ikisine de ustanın hazırladığı “pehlivan”ı servis yaptı. Orhan, hazırlanan karışımdan, tahta kaşıkla bir kaşık aldı ve üzerine boğma rakıdan içti. Sonra da Sadık Bey’e dönüp;
- Abi benim “yağlama”yı unuttun dedi.
- Unutmadım Orhan Bey
Sadık Bey ortadan kayboldu, 3 dakika sonra Orhan’ın yanına geldi. Bir elinde sıcak mısır ekmeği diğer elinde “yağlama” vardı. Hemen Orhan ile ’nin önüne ayrı ayrı toprak kaplar içinde uzattı. Orhan bir parça ekmek ile “yağlama”ya bandı ve ağzına attı. Bir süre gözlerini kapattı ve Sadık Bey’e dönerek,
- Abi bu yağlama süper olmuş, içinde farklı olan ne var?
- Orhan Bey, diğer “yağlama”da Toros Kekiği kullanırdık, usta bu kez Ege’nin Asos Limon Kekiği’ni kullandı.
- Abi, varsa limon kekiğinden iki paket yaptırıver. Biri bakanıma biri bana…
Ati İnan devreye girdi
- Orhan, şu damak işi gündeme gelince farklı biri olup çıkıyorsun…
- Eeee ne yapalım bakanım, merkezde işimiz bitik, kendimi taşra görevine hazırlıyorum…
Sadık Bey, yanlarından ayrıldıktan sonra ile Orhan yeniden derin sohbete başladılar.
- Orhan, bana bu adam ile ilgili bütün ayrıntılar lazım.
- Tamam, Ati İnan, bildiklerimi anlattım geri kalan için bana izin ver, 5 gün sonra yine burada buluşuruz.
- 5 gün uzun Orhan, yarın akşama kadar
- Ati İnan, yapma etme, sana vereceklerim boş imzalı kararname üzerine yazılanlardan değil…
- Orhan, yine iğneledin beni. Bu memleket başka nasıl yönetilir…
- Kızma Ati İnan, haklısın, takıldık işte…
- Bu arada, senin zabiti gördüm geçen gün, yine bir şeylerin peşinde ATT firmasını takmış kafaya…
- Nasıl takmasın, adamlar radarlarımızı modifiye ediyorlar ama bize “Kaynak Kullanım Kodları”nı vermiyorlar.
- Ya Ati İnan, sen de şu “Kaynak Kullanım Kodları”na iyi taktın. Neden bu kadar önemli ki? Silahlar veya sistemler bizim elimizde, onlar oralardan bizim radarlara ne yapabilirler ki?
- Kaynak kullanım kodu, “insandaki ruh” gibidir. Ceset sana ait olsa da ruh senin kontrolünde değilse, sana her şeyi yaptırır.
- Benim aklım böyle şeylere pek basmıyor ama sen öyle diyorsan öyledir.
- Orhan, yeter daha fazla içme. Geri kalanı Sadık ağabeye bırak, bir dahaki sefere devam edersin.
- Tamam, Ati İnan, bu gece çalışmam lazım. Ama şu Kent’e gelince her şeyin lezzeti farklı oluyor nedense…
- Bak, ne olursa olsun her seferinde “borç çorbası” ile başlıyoruz. Onun içinde özel bir şeyler var herhalde…
- Haydi, kalkalım Sayın Bakanım…
- Orhan, bana bakanım falan deyip durma biz arkadaşız, kan kardeşten bile öte arkadaş. Sen hangi bakana bana verdiğin bilgileri verdin bu güne kadar?
- Abi deli misin? Onlara bu bilgiler verilir mi? Üç gün sonra CIA’den, MOSSAD’dan aynı istihbarat döner bana gelir…
İki eski arkadaş, sarılıştılar, hesabı abi durumundaki Ati İnan ödedi. Bahşişi de Orhan verdi. Sadık Bey, her ikisini de kapıya kadar geçirdi. KENT Otel’den en son Ati İnan ayrıldı. Ati İnan, personel kapısından çıkıp köşede kaybolunca Sadık Bey;
- Kim der ki bu adam bakan? Kim der ki Orhan “Şirket”te? diye içinden geçirdi...
Orhan bahşişi hiç açıkta vermez, bir zarf içine koyup masasındaki en büyük tabağın altına bırakırdı. Sadık Bey yukarı çıktı servisi toplattırdı. Bahşiş zarfını aldı ve garsonlardan birine uzatıp
- TİP’e kaydedin dedi… Zarf epeyce şişkindi…
Sadık Bey, asil bir adamdı. Kimse onun bugüne kadar birini aldattığına, kandırdığına şahit olmamıştı. Herkesin sırdaşıydı…
Ertesi gün akşam saatlerinde iki arkadaş bu kez Botanik Parkı’nda bir araya geldiler, Ati İnan spor giyinmişti, Orhan ise spor ceket, tek pantolon, gömlek, kravat… Orhan, büyük bir torba zarfı Ati İnan’a uzattı.
- Abi çalışma tamam, adamın pijamasının markasına kadar her şey var.
- Tamamdır Orhancığım, Allah senden razı olsun…
- Abi boş ver dua etmeyi, bu iş senin de benim de görevim. Ama dikkatli ol. Bu adamın grubunda, çok keskin adamlar var. Ama sen onunla çok iyi anlaşırsın çünkü adam tabanca hastası.
- Deme ya!
- Evet, abi, en son tutukluk yapmayan şarjörlü bir tabanca üzerinde çalışıyormuş…
- Gelsin bizim oralara uğraşmasına gerek yok, bizim ustalar çoktan yaptılar bile…
- O zaman sen de onunla görüşmek için giderken o silahtan götür…
- İyi akıl vallaha… Ayrıca, yapılacak çalışmaya sen de katılacaksın unutma.
- İyi geceler
- İyi geceler, Allah’a emanet ol!
İki arkadaş yine ayrılırken sanki yıllarca görüşmemiş ve yıllarca görüşmeyecekmiş gibi sarılıştılar.
Ati İnan buluşma yerinde doğruca iş yerine gitti. Kapıdan girerken korumaları şaşkındı, bakanı odada sanıyorlardı ama bakan dışarıdan geliyordu… Durumu fark eden Ati İnan tebessüm ederek, odasına yöneldi. Dışarıdakilere de;
- Çok önemli olmazsa kimseyi bağlamayın, kimse de içeri girmesin, dedi
Zarfı açtı ve ayrıntıları okumaya başladı.
Serge BERNANİ’nin beş silah şirketi ile bağlantısı vardı. Bu şirketlerden 2 si dünyaca bilinen silahları üreten firmalardı. Ancak üç tanesi farklı durumdaydı. Modern Mühimmat denilen malzemeleri ya üretiyorlar, ya monte ediyorlar, ya da farklı bir marka ile fason olarak piyasaya sürüyorlardı. Pek çok hava, deniz ve kara modern mühimmatı da bunlar içindeydi.
Serge BERNANİ Yunanistan, Irak gibi ülkelerde fabrikalar kurmuş, işine bağlı ve ağzı sıkı bir adamdı. Bir oğlu vardı, Pietro; yanında, AR-GE çalışmaları bölümünün başındaydı.
Serge BERNANİ, Lega Nord Hareketi’nde yer alıyordu. Kısa süre sonra partileşmeyi hedefliyorlardı. SÖZAL’ın önüne giden bilgiler, Ati İnan’a da verilmişti. Lega Nord Hareketi Türkiye’de UİHP (Ulusalcı İdealist Hareket Partisi)’ne büyük sayılacak yardımlarda bulunmuştu. Amaçları da, İtalyan gençliğini içinde bulundukları çöküntüden kurtarıcı bir teşkilat olarak organize etmekti.
Serge BERNANİ hiçbir uluslar arası gruba üye değildi ancak, fabrika ortaklarından bazıları İLLUMİNATİ’nin üst düzeylerine tırmanmışlardı. Bunlardan biri de Dr. Talat’ın patronuydu; Prof. Dr. Mehdo HABERALIRYAN… Yani Ortadoğu’nun “Organ Baronu”.
Serge BERNANİ “dini bütün bir Katolik” olarak belirtiliyordu. Dini bütün ama asla “sert” olmayan bir Katolik.
Serge BERNANİ’nin çok yakından tanıdığı ve Türkiye’de pek çok işini yaptırdığı bir isim vardı. Seyfettin ARMUT. “Seyfo” olarak bilinen Adanalı bir işadamıydı. Faaliyet alanı bütün dünyadaki hurda ya da ikinci, üçüncü el iş makinelerini toplamak, revizyondan geçirmek sonra da Türkiye’deki Belediyelere “HİBE” olarak verip belediyelerle yaptığı uzun süreli bakım sözleşmeleri ile belediyeleri soymaktı. Bu nedenle, Türkiye’den İtalya’ya sık sık belediye başkanlarını götürür, onlara İtalya’da “çok mükemmel ev sahipliği” yapar ve rüşveti baştan verip, Türkiye’ye yollardı. Türkiye’ye dönen belediye başkanı artık onun kontrolüne girmekteydi. Yanında Türkiye’den “Seyfo”nun ayarladığı bir hatun sürekli olarak bulunur ve başkanın bütün hizmetlerini yüksek bir bedelle karşılardı. Bu hatunlar, zaman, zaman kendilerini denetlemeye gelen “Elif” hanıma hesap verirler, “Elif” hanım da her denetlemenin sonucunda başkan ile yatar ve raporunu “Seyfo”ya sunardı.
Elif; tam anlamıyla bir “fındık kurdu”ydu. Yemyeşil gözleri, beyaz teni, hafif balıketi yapısı, kumral dalgalı saçları, ince uzun bakımlı elleri, usta bir heykeltıraş tarafından yapılmış gibi duran selüloitsiz ve pürüzsüz bacakları, tipik Fransız kadınları gibi keskin yüz hatları, ince ve kalkık doğal bir burnu, orta kalınlıkta keskin hatlı dudakları, her oturduğunda karşısındakine cömertçe sunduğu fileli külotları, sutyensiz göğüsleri ve iç gıcıklayan kokusu ile karşısında kimse duramazdı. Kimse onun yaşının 42 olduğuna inanmazdı. En fazla 28-30 gösterirdi.
Elif, yaşamında bir erkek hariç hiçbir erkekle bu güne kadar birden çok ilişkiye girmemişti. Ama herkes, onunla ikinci kez beraber olabilme hayali ile ona her türlü bilgiyi verir, her istediğini de ikiletmeden yapardı. Elif GEZGİN’in adresi, telefon numaraları da raporda vardı. İkameti Ankara Piyade Sokak’tı. Yaşamındaki en büyük sırrı, âşık olduğu bir gençten olan oğlu Selim’in özürlülüğü ve Selim’e olan bağlılığıydı. Selim, Elif İstanbul’da bir iş kadını olarak yaşamını sürdürürken tanıştığı bir Hava Harp Okulu öğrencisiyle yaşadığı aşkın meyvesiydi. Selim doğduğunda son derece sağlıklı bir çocuktu. Selim iki yaşına geldiğinde Kumkapı’ya birlikte yemek yemeğe gitmişlerdi. Üç kişiydiler, üsteğmen olan babası Ferit, Elif ve Selim. Ferit, yemekte içkiyi fazla kaçırmıştı. Yemek sonrası, Elif Ferit’e arabasını kullanmamasını ve evlerine taksi ile dönmelerini ısrarla istemişti. Ferit, bu ısrarlara direnmiş ama sonunda razı olmuştu. Ferit, o sırada uçuş okulunda olduğundan Elif’in Beşiktaş’taki evinde kalıyordu. Ferit arabasını lokantadakilere emanet etmiş, anahtarlarını da onlara vermişti.
O gece ailece lokantadan çıkmışlardı, Ferit ayakta zor durmasına rağmen oğlu Selim’in elinden tutmuş, sahil yolunun karşı tarafına geçmeye çalışıyordu. Elif’in yakarmaları ve yalvarmaları kar etmemiş, Selim’i Elif’e teslim etmeden karşı tarafa kendisi geçirmek istemişti. Elif yolun kenarında durakalmış Ferit ile Selim’in karşıya geçmelerini izliyordu. Yolun 2/3’ünü geçmişler ve karşı tarafa varmalarına 2 metre kadar kalmıştı. Ferit, içkinin etkisi ve yerlerin hafif ıslak olması nedeniyle düşmüş, Selim ise geride ve ayakta kalmıştı. O sırada hızla gelen bir taksi Selim’in arka tarafından sıyırırcasına çarpıverdi. Selim Ferit’in elinden kurtuldu ve havalandı. Sonra da yolun ortasındaki ara yapıya sırt üstü düştü. Elif ok gibi fırladı ve Selim’in yanına gitti. Görünürde Selim’i sadece burnundan kan geliyordu. Ağlamıyordu. Ancak, Elif Selim’in yanına geldiğinde oğlunun üzerine abandı ve ayağa kaldırmak istedi. Belinin üzerinden kucakladığı gibi Selim’i yerden söktü, ona sımsıkı sarıldı, sarıldı, sarıldı… sonra da yere bıraktı. Selim, ayakta duramadı ve boş bir çuval gibi çöktü kaldı. Ferit hala yerde ve sırt üstü yatar vaziyetteydi. Elif hemen bir taksi durdurdu ve en yakın hastanenin acil servisine götürmek üzere Selim’i kucağına aldı. Kalınca bir şoför önde oturuyor ve kapıyı açmak zahmetine bile katlanmıyordu. Elif kapıyı nasıl açacağını düşünürken üniformalı bir Hava harp Okulu öğrencisi taksinin kapısını açtı ve anne ile oğlu koltuğa oturduktan sonra kapıyı kapattı. Ardından da yerde hala yatmakta olan Ferit’i kucaklayıp arabaya kadar çekti ve taksinin ön tarafına oturttu. Kapıyı kapatıp, kendisi de arabanın sol arka tarafından arka koltuğa oturdu. Hep birlikte hastanenin acil servisine gittiler. Harp Okulu öğrencisi hep yanlarındaydı. Ferit, hala sarhoştu, kendinde değildi. Acil serviste Selim’i muayene eden doktorlar, çocuğun şoka girdiğini ve belkemiğinin ağır derecede hasarlandığını söylediler. Selim’in bel röntgeninin çekilmesi için radyoloji bölümüne aldılar. Elif oğlu Selim ile nereye giderse, Harp Okulu öğrencisi de kendileri ile geliyor ve Elif’e yardımcı oluyordu. Radyoloji bölümünden çıktıklarında Selim sedyede yatıyordu. Filmin banyo edilip raporunun yazılması için beklemeye başladıklarında Hava Harp Okulu öğrencisi Elif’ten izin istedi ve cüzdanından çıkardığı bir tomar parayı orada bulabildiği bir röntgen filmi zarfına koyup Elif’e uzattı.
- Ben ayrılmak zorundayım. İznim bitti. Ferit ağabeye çıkarken bir kez daha bakar, gerekirse onu da acilde muayeneye bıraktırırım.
- Teşekkür ederim ama bu parayı alamam.
- Önemli değil, şu an benim değil sizin paraya ihtiyacınız var.
- Ama sizi tanımıyorum.
- Ben sizi tanıyorum, bu yeter.
- Ama…
- Üzerinde durmayın, oğlunuz iyi olsun yeter. Umarım Selim’in çok önemli bir şeyi yoktur.
- İnşallah…
Elif arkasından bakakaldı. 175 civarı boyda, kumral, çakır gözlü, beyaz tenli Hava Harp Okulu 4ncü sınıf öğrencisi, hızlı adımlarla gözden kayboldu. Elif tekrar kendi derdine döndü. Hava Harp Okulu öğrencisi dışarı çıkmadan Ferit’in midesinin yıkanması için acil servise bıraktı. Okuluna dönmek için hastane çıkışında karanlıkta ortadan kayboldu…
Okula girişi nizamiyeden yapsa ceza alırdı, o nedenle dıştaki spor sahasına çıkan alt geçitte bulunan delikten aşağı atladı ve karaltılara saklana, saklana yatakhane çevresine ulaşmıştı. Adı Cem MÜEZZİNOĞLU’ydu. Yukarı çıkmış odasına ulaşmış, dolabını açıp soyunup doğruca duşa girmişti…
* * *
Ati İnan, rapordaki bütün ayrıntıları okudu. Gecenin ilerlemiş bir vaktinde “Seyfo”nun telefonlarını not defterine yazdı ve çok güvendiği bir belediye başkanını arayıp “Seyfo”yu yemlemesini istedi. Gecenin saat 3:30’unda Ati İnan’ın belediye başkanı arkadaşı “Seyfo”yu İtalya Milano’daki yatağından zıplatmıştı.
- Seyfo Bey merhaba, sizi rahatsız ettim.
- …
- Seyfo Bey!?
- Pronto… Buyrun efendim…
- Ben Kazlıyayla Belediye Başkanı, Mahir ZENGİN…
- Buyrun efendim…
- Benim ve tanıdığım bazı Büyükşehir ve İl belediye başkanlarının iş makinesi ihtiyacı var, sizin telefonunuzu Dikenlik Belediye Başkanı Hayri KUMLUKÇU’dan aldım.
- Ama Hayri Bey benden makine alamadı?!
- Olsun, işte zaten onun için arıyorum. O belediye meclisine hâkim değil, ben onun ihtiyacını da karşılayacağım.
- Peki, efendim, memnun oldum efendim. Sizi buraya davet etsem ne zaman gelebilirsiniz efendim?
- Davete gerek yok Seyfo Bey, ben önce iş sonra öbür iş diyenlerdenim. Sen atla gel benim misafirim ol… İstersen uçak biletini de yollayayım.
- Gerek yok efendim. Ben gelirim efendim. Yarın yola çıksam uygun mu efendim?
- Uygundur GARDAŞ…
- Ooo memnun oldum efendim… Demek siz de…
- Evet, ben de ülkücüyüm GARDAŞ…
- Allah’a Emanet olun başkanım.
- Sağol GARDAŞ, seni ben İstanbul’da karşılarım. Oradan da Ankara’ya geçer işimizi baş başa görüşürüz. Diğer başkanların da vekili benim…
- Kataloglarımla gelirim GARDAŞ…
-Tamamdır Seyfo GARDAŞ, beklerim. Geliş saatini Ankara Çankaya’daki büroma bildirirsin. Yaz numaramı; Ankara ; 312 kod ile 445 xx xx…
- Memnun oldum başkanım. Allah’a emanet olun..
- Sağol GARDAŞ…
Seyfettin ARMUT, ne idüğü belirsizlerdendi. İtalya’ya kaçak olarak gelmiş, Sicilya’da uzun süre kalmış, mafyanın Türkiye’deki bütün pis işlerini yaparak İtalya’da kalma hakkını elde etmişti. Yanında bulunduğu mafya ailesinin “baba”sı, savcı Di Pietro’nun çok samimi arkadaşıydı. Savcıya meşhur dava ile ilgili belgeleri de o “baba” vermişti… Aslında İtalya’da Savcı Di Pietro, bilinenin hatta uydurulanın aksine “alan seyreltmesi” yapmıştı.
Seyfettin ARMUT, zayıf, elmacık kemikleri çıkık, donuk buğday tenli, ince yapılı, sigaradan renk değiştirmiş siyah bıyıkları olan, hafif kambur, ela gözleri ile fıldır fıldır bakan, elinden düşürmediği bir ajandası ile dolaşan, burnunu karıştırmayı, kulağını sık sık kurşun kalemle kurcalamayı seven, ütüsü çift bazen da üç çizgili kumaş pantolonu olan, giyinmekten bi haber, neredeyse kebaptan başka bir şey yemeyen, kendini ülkücü olarak tanıtıp ülkücülüğün temeline ve ruhuna aykırı her şeyi yapan, kalın kemik çerçeveli gözlükleriyle eşi benzeri bulunamaz, 172 boyunda bir numunelik “öküz”dür.
Seyfo’yu telefondan sonra uyku tutmamıştır. Yanında şişman, koca kalçalı, iri memeli, gece makyajını silmeden yatağa yatan İtalyan kadına arkadan sarıldı, her halinden para kokusunu alarak zevklendiği belliydi. Her an yaptığı gibi, kısa sürede işini gördükten sonra da yine sızıp kaldı… Kadın, olanlardan bi haberdi…
Sabah erkenden yataktan fırlayan Seyfo, Müslümanlığı aklına gelmiş olacak ki duşa girdi, yıkandı ve “Gusül abdesti” aldı. Sonra da kurulanıp giyinmeye başladı. Altına lacivert bir pantolon giyerken enine çizgili rengârenk gömleği üzerine iri desenli, kalın kravatını, kalınca bağladı. Üzerine de ince, dikine gri çizgili, siyah, çift yırtmaçlı bir ceket giydi. Kırçıllı ve her zaman yağlı saçlarını taradı. Sonra, yatak odasına gidip yanında yatan kadının çantasını açtı. Kadının cüzdanından, bir gece önce kadına verdiği bütün liretleri alıp cebine attı. Sonra da kadının çıplak poposuna sırıtarak bir şaplak attı ve açık kahverengi ayakkabılarını, açık mavi çoraplarının süslediği ayaklarına geçirip dışarı fırladı. Kapıdan çıkar çıkmaz bir sigara yaktı ve balgamlı kocaman bir tükürüğü sokak ortasına atıp iş yerine yöneldi. İş yerine varır varmaz, kendisinden önce iş yerine gelen, iri popolu, iri memeli, kalın bacaklı, kalın dudaklı, kısa etekli, dekolte bluzlu sekreterine “günaydın” dedikten sonra bir de onun poposuna şaplak attı ve yerine geçip oturdu. Ardından bir de güzel yellendi. Yaklaşık beş dakika kadar, özel günler için kullandığı deri çantasına kataloglarını yerleştirdi. Ardından da sekreterinin yaptığı kahveyi yudumlarken, sekreterini de etek altından kurcalamaya başladı. Kurcalama ve kahve bitince hemen telefona sarılıp İstanbul’a gitmek üzere hava yollarını aramaya başladı. En ucuz nasıl gideceğini ezberlediğinden gerekli rezervasyonu yaptırdı. Ardından da Ankara’daki belediye başkanına ait büroyu aradı ve bürodaki sekretere de sululuk yaparak İstanbul’a tahmini varış saatini bildirdi. Sonra, uçak kalkışına kadar geçecek süreyi değerlendirmek üzere büronun yatak olan kısmına geçti, sekreterini de kendisiyle birlikte adeta sürükledi. Seyfo da yanında çalışan elemanları da “azgın”dı.
Seyfo İstanbul’a verdiği saatten iki saat geç ulaştı. Havaalanından belediye başkanının Ankara’daki ofisini aradı;
- Güzelim ben Seyfo, İstanbul’dayım gülüm…
- Hoş geldiniz Seyfettin Bey…
- Mahir Bey’in şoförü Bilal Bey sizi orada bekliyor. Pasaport biriminin yanında baştan aşağı siyah giysili çıplak kafalı, ince yapılı, çerçevesiz gözlüklü…
- Mersi güzelim…
- Teşekkürler Seyfettin Bey…
Sekreter telefonu kapatınca kendi kendine “Pislik herif !” dedi.
Seyfo, sekreterin dediği yere bakınca şoförü fark etti. Karşıdan yılışıkça el sallayarak, şoförün yanına yaklaştı ve
- Selamünlayküm, ben Seyfo, İtalya’dan dedi…
- Hoş geldiniz “Seyfettin Bey”, sizi Mahir Bey’e götüreceğim.
- Mersi GARDAŞ…
-
Şoför de birdenbire Seyfo’nun yılışıklığından nefret etmişti. İşlemler tamamlanır tamamlanmaz aracın başına kadar gittiler. Oradan da Mahir Bey’in kaldığı ofise geçtiler. Seyfo o kadar boşboğazdı ki, şoförün sorularına misliyle cevap veriyor ve hatta olmayacak ayrıntılara giriyordu. Şoför ise, sürekli sorular soruyor ve cevapları başka sorularla teyit ettiriyordu.
Mahir Bey, Ati İnan hatırına Seyfo’yu kucaklayarak karşıladı ve ona önemli adam muamelesi yaptı. Dinlenmesi için Seyfo’yu bir otele bıraktırdı ve Seyfo’ya,
- Üzerinizdeki Liretleri ha deyince bozduramazsınız deyip, tombul bir para zarfını da odasına bırakıp çıktı. Sonra da Ati İNAN’ı aradı.
- Bakanım adam, yani “KOKARCA” geldi, yarın emrinizdedir. Şimdi onu yatırdım, otelden geliyorum. Kapının önüne de adamlarımı koydum…
- Teşekkürler Mahir, ben yarın İstanbul’da olurum. Görüşürüz sonra da geri kalanı kurgularız dedi.
-
Ati İnan, hemen SÖZAL’ı aradı.
- Sayın SÖZAL, adamımız geldi yani “KOKARCA”
- Tamam, Ati İnan, sen hemen İstanbul’a git
- Evet, Sayın SÖZAL gideceğim, sizden aldığım listedeki mühimmatın dökümünü ona gösterip Serge BERNANİ’yi davet ettirmeye çalışacağım.
- Tamam, Ati İnan, bu işi sen çözersin…
- …
- Ati İnan, tahsisat tamam değil mi?
- Tamam, Sayın SÖZAL…
- Haydi hayırlısı…
- Sağ olun Sayın SÖZAL
Ati İnan, hazırlıklarını yaptı ve Etimesgut’taki Hava Ulaştırma Grup Komutanlığı’ndaki uçağa binmek üzere hareket etti. Ati İnan’ı Albay Umut KUZEYSU karşıladı ve uçağa kadar refakat etti.
İki saat sonra, Yeşilköy’deydi. Makam arabası geldi ve Mahir’i arayarak geldiğini söyledi. Arabasına bindi, hareket etti…
Yolda olayı kurguluyordu. Mahir ile ofisinde buluştular.
- Hoş geldin bakanım,
- Sağ ol Mahir,
- Nasılsınız, iyi misiniz?
- İyiyim Mahir, ama bu konu beni çok zorladı.
- Senin çoluk, çocuk ne yapıyor?
- İyiler bakanım.
- Bu Seyfo, benim ulaşmak istediğim kişi ile aracılık yapacak biri. SÖZAL sana ödenek göndertti, Seyfo’ya kendi belediyenin ihtiyacı olan makineleri sipariş ver. Bunlar öncü de... Numunelik de… Sonra gerisi gelecek de... Kendisine, aslında ben silah işine girmek istiyorum de... Ancak, ben bu işin başındaki kişi ile görüşmek istiyorum de… Sonra da, benim hükümette etkim var deyip, yanından telefon edip benimle görüş ve İstanbul’a davet et. Yarın akşam da benimle buluştur. Gerisini ben hallederim.
- Anlaşıldı bakanım. Hallederim. Siz istirahat edin…
- Haydi, Allah rahatlık versin…
Mahir sabahın erken saatinde Seyfo’yu aradı ve yine onu uykusundan uyandırdı. Seyfo, daha afyonu patlamadan kendisini Mahir ile karşı karşıya buldu. Hem kahvaltı ediyor, hem de konuşuyordu. Mahir Seyfo’nun önüne 21 iş makinesi listesi koydu
- Bu makineleri istiyorum. Bana teminat mektubu ver, ben de sana peşinatını vereyim.
Seyfo listeye baktı, içi içine sığmıyordu. Türkiye’ye yapacağı en büyük sevkiyat bu olacaktı. Ama kurnazlık yaptı ve
- Küçük bir parti ama iki ayda teslim edebiliriz diye yılıştı…
- Küçük mü? Seyfo GARDAŞ sen hayatında böyle bir sipariş aldın mı?
- Mahir Bey GARDAŞ biz çok büyük işler yaptık…
- Tamamdır Seyfo, bunları istediğin zaman ayarla ama Eylül’den geç olmasın. Gelelim asıl konuya. Ben aslında silah işine girmek istiyorum. İtalya’da bu konuda tanıdıkların varsa beni en kısa zamanda görüştür. İşi bağla, yüzdeni al ve kenara çekil. Geri kalanı biz hallederiz.
Seyfo’nun birdenbire nefes borusuna ağzına tıkarcasına sokuşturduğu kurabiyenin kırıntısı kaçtı ve öksürmeye başladı. Ruhunu teslim etmek derecesindeyken Mahir sırtına bir yumruk vurup, Seyfo’yu kurtardı. Seyfo bir anda trilyoner olma hayaline daldı. Hemen izin istedi ve telefon etmek üzere odasına çıktı. Mahir, Seyfo’nun görüştüğü numaraları alıp, tüm konuşmaları bir dikta teyp yardımıyla kayda geçirtti. Aradığı kişi Serge BERNANİ’ydi.
- Serge
- Evet ARMUT
- Hemen Türkiye’ye gelmelisin, müthiş bir bağlantı var
- Ciddi mi?
- Çok ciddi?
- Özel mi devlet mi?
- Özel gibi ama sanki devlet…
- Gerçeği öğren beni ara…
- Tamam Serge.
-
Seyfo aşağıya indi ve Mahir’in yanına geldi. Mahir de güya o sırada Bakan ile görüşüyordu.
- Sayın bakanım, davet ettiğim Sayın Seyfettin Bey geldiler ne emir buyurursunuz?
- Tamam, Mahir, dediğim gibi yap.
- Anladım Sayın bakanım, bu akşam görüşelim mi?
- …
- Evet Sayın Bakanım, demek bu akşam İstanbul’da olacaksınız...
- …
- Bekliyoruz Sayın Bakanım, nerede görüşelim?
- …
- Benim büromda mı!?
- …
- Şeref duyarım Sayın Bakanım…
- …
- Şimdiden hayırlı yolculuklar Sayın bakanım.
- …
- Teşekkür ederim Sayın Bakanım, eşime ve çocuklarıma selamlarınızı iletirim…
- Tamam, kapatabiliriz Mahir...
- Emredersiniz Sayın Bakanım.
Mahir telefonu kapatıp, Seyfo’ya döndü ve
- Bakanımız, Ati İnan, SÖZAL’ın sağ koludur. O geliyor. Silah konusu için…
Seyfo, zokayı yutmuştu, neredeyse uçacaktı.
- Az önce görüşemedimdi, çıkıp bir daha görüşeyim…
- Buradan görüş…
- Yok, yok kimseler duymasın…
- Tamam, Seyfo, telefon et adamını çağır, akşama burada olsun. Bakanla birlikte benim büroya geçeriz.
Seyfo odasına çıktı ve heyecanla telefona sarıldı. Yine konuşmalar kayda alınıyor, Mahir de tercüman vasıtasıyla Seyfo’nun neler konuştuğunu öğreniyordu.
- Sayın Serge,
- Hazırlık yapıp hemen gelmeniz gerek, hem de bütün bilgilerle. İşin ucunda devlet var. Bu akşam sizi bakanla görüştüreceğim.
- Ne çabuk ARMUT?
- Eeee çevremiz var diyorum ya Serge!
- Tamam, ARMUT, akşama oradayım. Bana kaldığın yerin telefonunu ver, İstanbul’a inince seni ararım.
Serge BERNANİ telefonu kapatır kapatmaz İtalya Dış İstihbarat Örgütü SİSMİ’nin başkan yardımcısını aradı
- Luigi selam,
- Selam Serge,
- Yolculuk nereye?
- Türkiye’ye, İstanbul’a,
- Tamam, Serge biz dosyaları İstanbul’da teslim ederiz, ayrıntısını da..
- Uçak seni alanda bekliyor olacak, git ve hemen dön.
- Tamamdır Luigi, teşekkürler.
- Arada kim var Serge?
- ARMUT
- Tamamdır Serge, geçen sefer hata yapmadı, UİHP’ye parayı tam teslim etti. Ama bu son olsun, İtalya’ya dönünce onu yanına ve gözetimine al.
- Anladım Luigi…
-
Serge BERNANİ hemen hazırlıklarını yaptı ve askeri havaalanına doğru yola çıktı. Askeri havaalanında uçak hazırdı. Uçağa bindi ve İstanbul’a hareket etti. Aynı saatlerde Ati İNAN Yeşilköy’deydi. İtalya’dan gelen bütün uçaklardan inen herkesin teker teker fotoğrafını çektiriyor ve hemen banyo ettirip inceliyordu. Aradan 4 saat geçti, Mahir ile temasa geçti ve adam Yeşilköy’deymiş diye bilgi verdi. Ati İnan’ın ekibi o sırada İtalya’dan gelen özel uçaktan inen Serge’nin de fotoğrafını çekmişlerdi. Son fotoğraf tabını alan Ati İnan yola çıktı ve Mahir’in bürosuna ulaştı. Misafirlerin tamamı içerideydi, Mahir Ati İnan’ın getirttiği tercümanı misafirlerle tanıştırdı. Ati İnan içeri girer girmez bütün konuklar ayağa kalktı ve tanışma faslı başladı. Tanışma faslından sonra Mahir Ati İnan’a Ankara’dan telefon geldi bahanesi ile dışarı çağırdı. Bu esnada da Ati İnan, Serge’nin fotoğrafını buldu.
- İtalyan Hükümeti’nin haberi var, SİSMİ’nin de
- Anlayamadım Sayın bakanım?
- Gelen adam doğru… Görüşmeye geçelim.
İçeri girildi ve Serge ile tercüman aracılığıyla görüşmeye başladı.
- Seyfettin Bey sizi kolayca buldu, mutlu olduk. Konu devletin bir ihtiyacı ile ilgili isterseniz biz ikimiz tercümanın aracılığı ile baş başa görüşelim.
- Peki, Sayın bakan
Oda boşaldı. Serge ve Ati İnan’ın tercümanı odada kaldı.
- Sayın Serge, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin size vereceğim listedeki modern mühimmata acil ihtiyacı var. Durgun SÖZAL’ın da sizlere selamı var. Burada belirttiğimiz miktarlar, asgari ihtiyacımızdır. Bunun üzerindeki miktar ise, sizin bize yapacağınız çok değerli bir katkı olur. Ödemenin ¼’ünü hemen yapacağım, geri kalan da mühimmat Türkiye’ye ulaşır ulaşmaz görevlendireceğim bir kişi tarafından size İtalya Milano’da teslim edilecek.
- Sayın bakan, çok net ve özet söylediniz. Listenize bakabilir miyim?
- Tabii ki Sayın Serge, bu arada listeden önce size özel yapım bir silahı Durgun SÖZAL adına sunmak istiyorum. Silah tektir ve bir eşi daha yoktur, el yapımıdır. 25 mermi alır. Asla tutukluk yapmaz. Çünkü şarjör ile namlu aynı düzlemdedir. Silahın adı YAVRUKURT’tur. Size gelene kadar bu silah 29.000 üzerinde mermi atışı ile denenmiş ve namlusu sıfırlanmıştır. Mermisi 9,65 mm’dir.
Serge BERNANİ hayretler içindedir. El yapımı olan bu silahın benzerini yapma çalışmaları kendi ülkesinde, kendi tesislerinde, hala devam etmektedir. Ama bu silah tektir ve Türkler bu silaha YAVRUKURT demektedir. Peki ya bu silahın ANASI da varsa?...
Serge ayağa fırlamış ve sanki kutsal bir ayini yönetiyormuş gibi davranıyordur. Gözleri fal taşı gibi açıktır. Mavi nubuk kutu içinde Durgun SÖZAL’ın özel imzası ile sunulan silaha hayran hayran bakmaktadır. Kekelemeye başlar…
- Te te te şekkür le le ler Sayın ba ba ba kan, ama…
- Önemli değil Sayın Serge siz bizim bir tek sözümüzle ülkemize özel uçakla geldiniz…
Ardından belinden bir silah çıkartıp masanın üzerine koyar. Serge hayatında ilk kez gördüğü bu tabancalara hayretlerle bakıyordur…
- Bu da ANAKURT’tur Sayın Serge,
- Bu iş hayırlısı ile bittiğinde ben de size bunu hediye edeceğim…
Tabanca tabanca değil, bir başka şeydir sanki. Köşeli hatları olan, gövdeden çıkma dürbün sistemi olan, tam otomatik atış yapabilen, iri ama çok hafif bir silah. Üzerinde de yapan ustanın ismi kabzanın altına kazınmıştır. “Kılçık Süleyman”
Serge, Ati İNAN’ın karizmasında çok etkilenmiş ve artık ona saygı ve muhabbetle bakmaktadır. Utanmasa kalkıp bu bakanın boynuna sarılacaktır. Şaşkınlık anında modern mühimmat listesini Serge’e uzatmıştır. Serge bir elinde YAVRUKURT diğer elinde liste şaşkın vaziyettedir. Sonra, Serge Luigi’nin kendisine her zaman tekrar ettiği uyarıları hatırlayarak YAVRUKURT’u kutusuna bırakır ve listeyi incelemeye başlar. Yaklaşık 20 dakika odada çıt çıkmaz. Sonunda sessizliği Serge bozar,
- Zor ama bir ayda temin eder, iki ay içinde Türkiye’ye sevk ederim. Ama bir tek şartla, bu konu asla İSRAİL tarafından öğrenilmemeli…
- Hayır, öğrenilmeyecek, emin olun. Biz sizin yüzünüzü, devletiniz nezrinde kara çıkarmayacağız. Bu konu şimdilik, siz, ben, tercümanım, SÖZAL ve Genelkurmay Başkanım tarafından biliniyor. ARMUT ile Mahir içeri girdiğinde sizinle tabanca ve tüfek, av tüfeği bağlantısı ve Türkiye’de üretimi için el sıkışırız.
- Teşekkürler Sayın bakan. Size maliyeti de 15 gün içinde kendim bizzat gelerek iletirim.
- Maliyet önemli değil, siz bu mühimmatı sağlayın yeter…
- Ama maliyet benim için önemli. Bana silah gönderen SÖZAL Bey’e ve size mahcup olmamam gerekir.
- Anlaştık Serge, arkadaşları içeri alalım ve konuştuğumuzu yapalım.
Seyfo, Mahir içeri alınır ve konuşmaya başlar. Mahir, artık silah tüccarısın. Serge Bey ile iki yıl içinde av tüfeği, tüfek ve tabanca üretmeye başlayacaksın. Serge Bey ile anlaştık. İlk yıl yapılacak üretim toplamı iki milyon dolar olacak. Şimdi sen Seyfettin Bey’e, komisyonu için günlük bir çek ver, iki yüz bin dolarlık. Sonra da bize yemek söyle bakalım.
Mahir, Seyfo şaşkındır, mutludur.
Ati İnan dışarı çıkar ve arka odada Mahir ile buluşur.
- Kardeşim sağ ol, biz görüşmemizi yaptık, senin hesabına yarın sabah bir milyon dolar yatacak ve sana vereceğim görevi buradan sen sevk ve idare edeceksin. Bu paranın içinden iki yüz bin doları da Seyfettin’e ödersin. Çeki bankaya yollama, sana kurye ile gelecek paradan nakit olarak ödersin. Sonra da Seyfettin’in İtalya’daki hesabına bu parayı parça parça aktarmasını sağla. Finansal kulaklar durumu anlamasın. Ben de şimdi durumu SÖZAL’a bildireyim.
- Sayın SÖZAL “KOKARCA” temizlendi, artık kokmuyor. Bundan sonra da kokmaz inşallah…
- Ati İnan evladım, sana ben boşuna güvenmiyorum. Pratik ve akıllı adamsın. Allah senden razı olsun. Hemen atla uçağa gel, beraber kahvaltı yaparız…
- Tamam, Sayın SÖZAL, YAVRUKURT’u da teslim ettim. Sanki çocuk; gözlerini ayıramıyor, ben yanında olmasam hemen sökmeye başlayacak…
- Ne YAVRUKURT’u ?
- Sonra anlatırım Sayın SÖZAL.
Ati İnan hediye ettiği tabancanın bedelini kendi cebinden ödemiştir. SÖZAL’ın tahsisatından almamıştır. Buna rağmen, İtalyan Serge’i çözen de kendisine hediye edilen tabanca olmuştur.
Temasların tamamında konunun ayrıntılarına girmeden aracılık yapacak olan Mahir’dir.
Ati İnan, İstanbul’dan uçakla ayrılır ve uçağı saat 02.30’da Etimesgut Hava Ulaştırma Grup Komutanlığı’na iner. Ati İnan’ı bu kez grup komutanı değil nöbetçi amiri karşılar ve uğurlar.
03:45’te SÖZAL’ın konutundadır. Durumu özet olarak SÖZAL’a anlatır ve Durgun SÖZAL sorar;
- YAVRUKURT’ta nedir?
- Sayın SÖZAL, gelen şahıs aslında silah üreticisidir. Onun AR-GE bölümü, tutukluk yapmayan ve namlu ile aynı düzlemde bulunan bir şarjörlü tabanca üzerinde çalışmaktadır. Ben bu istihbaratı alınca uzaktan bir akrabama konuyu açtım ve iki silah yaptırdım. Bunlardan birini sizin adınıza kendisine hediye ettim. Bendekini de “sevkiyattan” sonra kendisine hediye edeceğimi söyledim.
- Sendekini mi?
- Evet, işte bunu…
- Bu nedir, tabanca mı havan topu mu?
- Tabanca Sayın SÖZAL, ama dikkat ederseniz çok hafif.
- Evet, Ati İnan, neden yaptılar bunu?
- Bana da söylemediler Sayın SÖZAL.
- Tamam, Ati İnan, sana Ati İnan deyince zaman zaman irkiliyorum. Sanki Ati İnan MENDERES ile konuşurmuş gibi oluyorum. Allah sonunu benzetmesin. Ömrün uzun ve huzurlu olsun. Beni gelişmelerden haberdar et. Bu işi bitir de bir başkasına başlayalım, onu daha çok seveceksin.
- Sağ olun Sayın SÖZAL. Ben müsaadenizi isteyeyim.
- Ati İnan, kal beraber kahvaltı yapalım diyeceğim ama evde çoluk çocuk seni bekler. Git biraz dinlen. Daha sonra konuşuruz.
- Sağ olun SÖZAL, izninizle…
- Ati İnan!
- Buyrun Sayın SÖZAL?
- Gönülden mi yoksa geçici bir heves mi?
- Anlayamadım Sayın SÖZAL?
- Gönülden mi yoksa geçici bir heves mi?
- Sayın SÖZAL…
- Bana cevap verme, bu soruyu kendine sor… Eşin Kelebek’e, çocuklara da selamlarımı söyle… Bilirsin Kelebek’i çok severim…
- Baş üstüne efendim… Aleykümselâm…
Ati İnan, dışarı çıkarken bir yandan da kendine kahretmektedir. Kendi kendine konuşmaktadır.
- Aynı anda iki kadını seviyorsun, SÖZAL’ın bile dikkatini çekti. Oğlum Ati İnan sen ne yapıyorsun? Sana yakışıyor mu be Ati İnan? Yakışıyor, neden yakışmasın, sevdim bir kere… Karını da seviyorsun, onu da… Ati İnan, iyi düşün oğlum. SÖZAL sana ne söylemek istedi?
Ati İnan bu düşüncelerle aracının içinde kıvranırken, evine varmıştır. Evine girer, doğruca banyoya girer ve yıkanır, abdest alıp sabah namazını kılmak ister. Banyodan çıktığında üzerinde bornoz vardır, eşi gürültüye uyanmış ve aşağıya inmiştir.
- Hoş geldin Ati İnan!
- Hoş bulduk Kelebek…
- Nasılsın, yorgun olmalısın, sana bir şeyler hazırlayayım.
- Sağ ol Kelebek, gel seninle konuşalım.
- Hayırdır Ati İnan…
- Bunu sana anlatmam lazım…
- Nedir?
- Senden bir şey isteyeceğim, ben susuncaya kadar gözlerini benden ayırma ve sakın ola ki ellerini de ellerimden çekme…
- Hayırdır Ati İnan, ne anlatacaksın?
- Kelebek, ben bir kadına âşık oldum… Uzun sayılabilecek bir süreden beri görüşüyor ve konuşuyorduk. Ancak, hiç birlikte olmadık. Ama içimden gelen sese daha ne kadar dayanabilirim bilemem. Bunu bilmeni istedim.
- Sana yetmiyor muyum Ati İnan?
- Yetmek ya da yetmemek gibi bir şey söz konusu değil, sadece her şey birden oldu, ama onun yanındayken bile aklımda sen varsın; senin yanındayken bile aklımda o var…
- Ati İnan, üç kişinin sığacağı bir gönül yaratılmadı…
- Yatak konusu değil Kelebek, buna inan… Beni çeken başka bir şeyler var…
- Nedir bunlar, açıklayabilir misin?
- Ah keşke açıklayabilsem, ama sadece senden yardım istiyorum. Hem karımsın, hem de arkadaşım, aynı zamanda dert ortağım… bana yardım et!
- Tamam, Ati İnan, ama yardım edebilmem için senin de istemen gerekir. Bir gün eğer iş yatmaya kadar varırsa, ilk önce bana söyle olur mu?
- Tamam Kelebek…
Ati İnan üzerini değiştirip balkona çıkar ve balkonda duvara dayanır. Tam o sırada seher vaktidir. Hafifçe bir rüzgâr esmektedir. Ama yönü yoktur. Balkonunda ekili mavi renkli kır menekşesinin yaprakları titremekte ve o güne kadar hiç duymadığı mükemmel bir kokuyu hissetmektedir. Ortalıkta kokulu bir çiçek de yoktur. Ati İnan yerinden kıpırdayamaz, sanki kıpırdarsa bütün büyünün bozulacağını sanır.
Gözleri, bir taraftan titreyen sabahyıldızına ve yine titreyen mavi renkli kır menekşesinin yapraklarına ilişir. Yaprakları üzerinde bir damla su büyümektedir.
İçinden gelen bir ses ile şu iki mısraı fısıldar.
- "İNNILTE YA REYHÜSSABA YÖVMEL ÎLEL ARDI HAREMİ BELLİĞ SELAMI RAVZATEN Fi NEBlYYl MUHTEREMİ" ("Ey saba rüzgârı sen her gün haremi şerife gidersin. Ne olur selâmımı Resulü Ekremin ravzasına ilet, tebliğ et...")
Sonra da kendisini dini konularda yetiştiren hocasını dediğini hatırlar. Sağ elinin işaret parmağını menekşenin yapraklarının üzerindeki suya değdirmek için uzatır. Eğer o suya dokunabilse, gözlerine sürecektir. Ancak, hoyrat bir elin attığı tokat gibi, menekşe yerinden fırlar ve aşağıya düşer… Sağ elinin işaret parmağı susuz kalır… Koskoca adam ve bakan hüngür, hüngür ağlamaya başlar, kimse duymasın diye sesinin çıkmaması için sağ elinin işaret parmağını ağzına götürmüş ısırıyordur. Öylesine ısırmıştır ki, parmağı kanamaya başlar… O sırada Kelebek Hanım yanında biter;
- Neyin var Ati İnan?
- Bana gönül koydun değil mi? Kızdın ve kinlendin değil mi? Hatta beddua ettin değil mi?
- Kızdım ama beddua etmedim, sadece “Allah’ım ona doğru yolu göster” diye dua ettim az önce…
- Evet gösterdi… Hem de çok acı bir şekilde…
- Ati İnan, benim medyumluk yanımı unuttun sanırım, sizin ne yaptığınızı ya da ne yapmadığınızı biliyorum, ama kıskanmıyor da değilim. O kadında ne buldun demeyeceğim, çünkü onunlayken çocuk gibi oluyorsun…
Kelebek hanım hemen içeri gider ve elinde sağlık çantası ile gelir. Ati İnan’ın ısırdığı parmağına pansuman yapar ve sargı bezi ile sarar. Sonra da eşinin sağ gözünden gelen gözyaşına sağ işaret parmağını dokunur ve kendi gözlerine sürer… Artık, hıçkırarak ağlamaktadır. Bir elini eşinin omzuna atar ve ağlamaya devam eder. Taaa ki, saba makamında okunan sabah ezanına kadar… Ezanı birlikte dinlerler, sonra da içeri girerler. sabah namazını kılamadan yatak odasına giderler ve birlikte yatarlar… Uyandığında eşi hala uyumamıştır, yatakta Ati İnan’ı seyretmektedir. Birden bir soru sorar…
- Adı Menekşe mi?
- Hayır değil…
- Uykuda hep “menekşe ben sana ne ettim de kendini uzaklara attın?” diye soruyordun…
- Onun adı menekşe değil, balkondaki menekşeden bahsetmişim. Mavi renk açan menekşeden. Ona dokunmak için elimi uzattığımda birden yerinden fırlayıp aşağı düştü. Sanki biri onu alıp aşağı attı…
- Balkonda sen ondan mı ağlıyordun?
- Evet…
- Ben de sanmıştım ki…
- Evet, senin sandığın da doğru, benim söylediğim de. Çünkü Allah senin duanın karşılığında…
Ati İnan yine ağlamaya başlamıştır… Sözlerini tamamlayamaz. Kelebek hanım da üstelemez.
On beş gün için hiç de kolay geçmemişti. Sonunda Mahir kendisini aramış ve
- “KOKARCA”nın sahibi yarın geliyor demişti.
Ati İnan, doğruca SÖZAL’ın yanına gitti ve
- Haber geldi, yarın İstanbul’da; ben bu gün tarifeli seferle giderim dedi.
- Hayır, gece özel uçakla git…
- Gerek yok Sayın SÖZAL…
- Menekşe seni akıllandırmadı mı?
- …
- Bu kere beni dinle..
- Emredersiniz Sayın SÖZAL…
- Emir değil Ati İnan, seni ve aileni çok sevdiğimden bir arkadaş tavsiyesi…
- …
- Allahaısmarladık Sayın SÖZAL, sizi en kısa sürede ararım.
Ati İnan, tarifeli seferle gitse onunla konuşabilecek ve dertleşebilecekti, telefonlarla konuşmak yetmiyordu artık her ikisine de… Sonra birden, kendi kendine
- SÖZAL menekşeyi nerden biliyor? dedi. Sonuca varamadı, dalgın dalgın odasına gitti.
SÖZAL’ın sözünü dinledi ve özel uçakla İstanbul’a gitti. Serge ile Mahir’in ofisinde buluştular. Seyfo yanında yoktu. Serge, fiyatları teker teker açıkladı ve sonunda toplamdan bahsetti.
- Sayın Serge, biz bu mühimmatları üreticisinden en az on katına alıyoruz, bu verdiğiniz rakamlar doğru mu?
- Evet, Sayın, doğrudur. Çünkü bunlarda “Türkiye Özel Vergisi” yoktur.
- Anlayamadım…
- İngiliz Uluslar Topluluğu vergisi, yani İngiltere’ye ödenen vergi…
- Bunların temin kaynağı İngiltere veya bağlıları mı?
- Hayır değil…
- Peki ya o zaman neden…
- Çünkü bunları sizin ülkenize vereceğimi belirterek almadım…
- Anlayamadım Serge…
- … Düşünün Sayın bakanım…
- Ama biz İngiliz Uluslar Topluluğu üyesi değiliz ki?
- …
- Sayın Serge?!
- …
- Allah’ım bana yardım et. Bu duyduklarım nedir?
- Üzülmeyin Sayın Ati İnan, onların içinde en dik duran ve en onurlu hareket eden sizsiniz…
- Serge, beni hem mutluluktan uçurdun hem de kahrettin…
- Bu sizin hatanız değil ki, 21 Temmuz 1923’te imzalanan 32 maddelik asıl Lozan Antlaşması’nı hiç okumadınız mı?
- Hayır,
- Bilginiz de mi yok?
- Hayır… Biz sadece 23 Temmuz 1923’te imzalanan anlaşmayı tanıyoruz. Lozan’da başka bir şey imzalanmadı… İmzalandı mı yoksa?
- Size bir isim yazacağım Sayın Ati İnan, bunun cevabını benden değil ondan alın. Parayı çok sever, MI-6’nın bir zamanlar ikinci adamıydı… Buyrun bu ismi, adresi ve telefon numarası. Onu aradığınızda “YAVRUKURT’UN SAHİBİ ARACILIĞI” ile dersiniz.
- Teşekkürler, Sayın Serge… Listenizde bizim istediğimizi tamamen karşılıyor ve istersek aynı partiyi bir kez daha göndereceğinizi belirtiyorsunuz.
- Evet, Sayın Ati İnan, bir kez daha sağlayabilirim ama üçüncü kez olamaz. Her iki sevkiyat için, farklı yollar kullanmak zorundayım. Üçüncü kez, patern bulamam…
- Teşekkürler Sayın Serge…
- Ödeme konusu nasıl arzu edersiniz?
- Teslimat esnasında ben de burada olurum. Teslimat’tan sonra hem ANAKURT’u alırım hem de ödemeyi…
- ANAKURT’u size o gün değil, bugün vereceğim Sayın Serge. Yanımda takım olarak getirdim.
- Ne takımı?
- Bu ANAKURT üç çap mermi kullanır. 9,65 mm, 9 mm parabellum, kısa 9 mm. Her üç durum için üç esas üç yedek şarjörü, 3 er adet te yedekli namlusu vardır.
- Aman Allah’ım! Biz daha bir tipini bitiremedik.
- Şimdi bitirirsiniz, ama bitirdiğinizde birileri ile üretime geçmek isterseniz, umarım Türk şirketlerini seçersiniz…
- Bundan emin olun… Unutmadan, ben de “Kılçık Süleyman”a verilmek üzere yüz elli bin dolar “keşif ön bedeli” getirdim. Eğer davetimizi kabul ederse, Türkiye’de bulacağımız bir partner ile veya benim ülkemdeki fabrikada çalışmak üzere gelmesini isteyeceğim.
- Ben hediyenizi kendisine iletirim, ama o ne yapar bilemem. Teklifinizi de söylerim…
- Teşekkürler dostum, eğer işler istediğim gibi giderse bütün siparişiniz Türkiye limanlarına varacaktır. Sevkiyatın ülkenize ulaşmasından 36 saat önce size bilgi veririm. Siz de gerekli tedbirleri aldırırsınız.
- Anlaştık, Sayın Serge. Sizinle çalışmak hem zevk hem de bir ayrıcalık…
- Sizinle de Sayın Ati İnan…
- Benim ülkeme bir an önce dönüp, sevkiyat için çalışmam gerekir. Bu arada, “ARMUT Bey” ile çalışmalarımızı sonlandırdık.
- Anlıyorum, bize bir tavsiyeniz var mı?
- …
- Peki, biz de sonlandıracağız…
- Teşekkürler Sayın bakan, çok anlayışlısınız…
Serge Mahir’in ofisinden ayrılır ayrılmaz hemen SÖZAL’ı arar ve
- Sayın SÖZAL, “KOKARCA”nın sahibi ile iki katlı bir villa konusunda anlaştık, arazi üçüncü katı kaldırmaz dedi.
- Mükemmel Ati İnan…
- Evin maliyeti piyasa maliyetinin yüzde on üçü civarında…
- Ne?!
- Evet, Sayın SÖZAL, yüzde on üçü…
- Ati İnan dolandırılmayalım…
- Keşke dolandırılsaydık Sayın SÖZAL… Keşke dolandırılsaydık…
- Ne demek o Ati İnan?
- Gelince anlatırım ben kahroldum…
- İlk kat çok çabuk çıkacak, ikinci kat zaman alacak…
- Maliyet artacak mı?
- Hayır, Sayın SÖZAL, aynı olacak…
- Vay alçaklar, demek memleketin kanını emmişler bunca zamandır.
- Pek öyle değil Sayın SÖZAL, size anlatınca keşke “memleketin kanını bizimkiler daha çok emseydiler” diyeceksiniz.
- Ati İnan, aklım karıştı… Bir an evvel gel ve hemen görüşelim.
- Yola çıkıyorum Sayın SÖZAL, “KOKARCA”nın sahibi yine Limuzin ile geldi…
- Hay Allah, Ati İnan, malzemeler için konuştuğumuz o “kodları” ile oynanmış olmasın?
- Sanmıyorum, Sayın SÖZAL… Müteahhit çok kaliteli…
- Peki, Ati İnan, hadi sana iyi yolculuklar.
- Sağ olun Sayın SÖZAL.
-
Ati İnan telefonu kapattı ve ardından bir başka numarayı çevirdi.
- Alev nasılsın?
- Aaaa sen misin? Neredesin?
- İstanbul’dayım. Aramak istemedim ama dayanamadım.
- Neden, benden bıktın mı yoksa?
- Hayır, Alev, neden bıkayım. Sana doyamadım ki bıkayım…
- Ne doyması Ati İnan, dokunmadın ki doyasın…
- …
- Hadi gel, neredesin? Ben de seni çok özledim…
- Nerede buluşalım?
- Geçen seferki yer iyi değil mi?
- Ama arkadaşın?
- Merak etme, ben olmasam sana ilan-ı aşk eder, sana hayran… Gelsin de kokusunu duyup teskin olayım diyor…
- Alevvvv…
- Şaka şaka… Ama sana hayran…
- Peki, 2 saat sonra oradayım…
- Tamam delikanlı adam…
- Görüşürüz…
-
Ati İnan telefonu kapatır kapatmaz düşünceler dalar… SÖZAL bir an evvel gel demiştir ama Alev’i görmeden de gidemez.
“Amannn” der, “ne olursa olsun…” “Ruhum aç”… “Bir adım atacak mecalim kalmadı”
Ati İnan’ın Alev hanımla beraberliği asla sıradan bir gönül macerası değildir. İlişkilerinin temelinde “cinsiyet”, “cinsel çekim”den daha çok “ruhsal” bir bütünleşme ihtiyacı vardır. Ati İnan, ne zaman Alev’le görüşse daha yaratıcı ve daha dirençli olduğunun ve hatta eşi Kelebek’e olan sevgisinin daha da arttığının farkındadır. Alev hep ona,
- Sakın eşinden ayrılma, beni yuva yıkan bir kadın durumuna düşürme ama beni de yalnız bırakma, gel sadece seninle konuşayım ve seni seyredeyim bana bu da yeter demiyor mudur?
Ati İnan, Mahir ile vedalaşır ve yola çıkar. Makam aracı ile gideceği yerin yakınına kadar gitmez. Aracı uygun bir yerde bırakır, geri kalan yolu da taksi ile tamamlar… Taksi şoförü onu tanımıştır ama sanki kendi kendine “git işine be, bakanın takside ne işi olur”demiştir.
Alev ile Ati İnan, arkadaşları Müjde’nin evinde buluştular. Müjde Ati İnan’a:
- “Hoş geldin” dedikten sonra evden “Biraz dolaşmak istiyorum” diye ayrılır.
Ati İnan ile Alev baş başa kalırlar. Sadece birbirlerine bakıyorlardır. Konuşmuyorlar, daha doğrusu konuşamıyorlardır. Her ikisinin de özlemi birbirinde sönmüş gibidir. Alev üçlü kanepede, Ati İnan ise tekli koltuktadır. Ati İnan:
- Bizimki nasıl bir ilişki?
- Bize özel…
- Gelirken neler düşlüyorum ama, seni görünce her şey uçup gidiyor…
- Aklımızı yitirdik sanırım…
- Yanında nedense huzur buluyorum ve çocuklar gibi oluyorum…
- …
- Bir de şu telefonlarıma cevap versen… Neden yapıyorsun bunu?
- Korkuyorum Ati İnan, korkuyorum, bitmesinden korkuyorum…
- Biraz dizinde yatmak istiyorum…
- Yat, aslında bazen çok komik şeyler düşünüyorum; ben taksi şoförü sen müşteri; belki böylesi daha rahat olurdu…
- Taksi şoförü mü? Ya, sen delisin, ikide bir bunu söylüyorsun, komiksin Alev…
- 29 Temmuz 1990’da Muş-Van bölgesine gitmiştin eski kayınpederim de yanındaydı, o günlerde tanışmıştık hatırlarsan…
- Evet, eski kayınpederin diyemiycem, o senin hala baban gibi, Hayri Bey ile birlikte dolaşmıştık, arabayı ben kullanıyordum…
- Evet, işte o an, kameraya da çektirmişsiniz, o gün, keşke ben de orada olsaydım…
- Neden isterdin orada olmayı?
- Hem seninle beraber olmak hem de sana şoförlük yapmak için…
- Hekimliği bile bırakıp şoförlük?..
- Özgürlük bu Ati İnan, özgürlük…
Ati İnan gözlüklerini çıkarır ve Alev’in dizine iyice yaslanır… Alev, Ati İnan’ın saçlarını okşarken konuşmazlar…
Müjde, iki saat sonra geri döndüğünde, Alev ile Ati İnan aynı durumdadırlar… Ati İnan,
- Gitmem gerek Alev, SÖZAL hemen gel demişti
- Tamam… Arayı açma Ati İnan.
- Peki
- Güle güle git delikanlı adam…
Birden sarılırlar ve birkaç dakika öyle kalırlar… Ayrıldıklarında Müjde onları izliyordur…
- Vah koca aşıklar vahhhhh…
- Umarım senin de başına gelir Müjde…
- Beddua mı dua mı Alev?
- Başına gelince anlarsın…
- Haydi, bana müsaade der Ati İnan ve gözlüğünü gözlerine takar ceketini koluna alır ve evden dışarı fırlar…
Saat sabahın beş buçuğunda Ankara’dadır. Birkaç uyku gecikmeli müezzin, hala sabah ezanını okumaktadır… Ati İnan doğruca SÖZAL’ın konutuna gider. Kapıyı Durgun SÖZAL açar, rengi morarmıştır.
- Neredesin iki gözüm?
- Özür dilerim Sayın SÖZAL, hesapta olmayan…
- Alev’in sağlığı nasıl? Kelebek’e söyledin mi?
- …
- Ati İnan?
- Biliyor, söyledim efendim…
- Neyse Ati İnan, sıkma canını ama dikkatli ol olur mu? Özellikle de basına karşı… Ati İnan anlatamazsın onlara aranızda sadece saygı ve sevgi olduğunu. Onların aklı belden aşağı takılıdır. Ati İnan rahatlamıştır. SÖZAL, ilk kez kendisine kendisinin dili ile hitap ediyordur. Devam eder;
- Ati İnan sana kızmadım. Sadece, söylediklerini yorumladıkça “çaresizliğime” sinirlendim. Anlat bakalım neymiş o felaket?
- Sayın SÖZAL, Serge bana geçmişte MI-6’in ikinci adamlığını yıllarca yürütmüş ve parayı çok seven bir İngiliz’in adını, adresini ve telefonlarını verdi. Lord Carlton.
- Ver bakayım…
- “Türkiye, 23 Temmuz 1923’te değil 21 Temmuz 1923’te Lozan’ın gizli anlaşmasını imzaladı, 23 Temmuz’da imzalanan medyatik olanıydı ve bu anlaşmaya göre Türkiye İngiliz Devletler Topluluğu’nun bir üyesi olmayı kabul etti” dedi…
- Nereden çıktı bütün bunlar?
- Modern mühimmat fiyatlarını çok düşük bulunca sordum. “Türkiye özel vergisi” yok da ondan dedi. Ne demek “Türkiye özel vergisi” deyince de, T.C. Devleti’nin dışarıdan aldığı her şeye İngiliz Devletler Topluluğu adına yüksek bir komisyon da dâhil edilerek Türkiye’ye fiyat verilirmiş…
- Ati İnan, sen ne dediğinin farkında mısın?
- Evet, Sayın SÖZAL. Bunları duyunca, ezildim, adeta yok oldum ve mecalim kalmadı… SÖZAL hemen telefona sarıldı ve
- İsmail, hemen yanıma gel kahvaltıya.
- Sayın SÖZAL, çocuk hasta acildeyim…
- İsmail hemen gel, çocuk nerede?
- Hacettepe’de Sayın SÖZAL…
- Tamam, ben Sağlık Bakanı’ gönderirim oraya, sen hemen gel…
İsmail AYDINLI, Durgun SÖZAL’ın özel danışmanıdır. Maaşı, örtülü ödenekten ödenmektedir. Aydınlı bir direnişçinin torunudur.
İsmail Bey, durumu eşine kısaca anlatır ve bir taksiye binip yola çıkar… Kendi kendine, “savaşa mı giriyoruz?” diye sorar. Konuta ulaştığında bomboş kahvaltı masasının başında SÖZAL’ın ve Ati İnan’ın çökmüş vaziyette oturduklarını görür. Anlam veremez.
- Buyrun Sayın SÖZAL?
- Gel İsmail, Ati İnan bana bir pusula getirdi; bul şu kefereyi ve para teklif et. Türkiye’ye getirt, ne yaparsan yap Türkiye’ye getirt. Dikkat et MI-6’in bir zamanlar iki numarasıymış…
- Sayın SÖZAL, bu işi “Şirket”e versek…
SÖZAL, birden morarır ve gerilir…
- İsmaillllllllllllllllllllll!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!
- Emredersiniz Sayın SÖZAL, ama anlayamadığım…
- Soru sorma İsmail; adamla konuş davet et gelsin. Bedeli ne ise ödeyeceğiz. Sana sonra neler olduğunu anlatırım. Şimdi anlatmaya ne dermanım var, ne de midemin durumu müsait…
İsmail AYDINLI odayı terk eder etmez ekibi ile görüşmek üzere hepsini teker teker arar. Acilen toplantıya çağırır…
Çankaya’daki bürosuna geçer ve ekibin toplanmasını beklemeye başlar. Birden aklına Hava Kuvvetleri’nden tanıdığı Üsteğmen Cem MÜEZZİNOĞLU gelir. Daha geçen hafta, “Abi ben Londra’ya kursa gidiyorum. Üç ay yokum, bir isteğin var mı? Eğer sonradan aklına bir şey gelirse şu adreste ve telefonda olacağım” deyip önce Frankfurt’a, oradan da Londra’ya uçmuştur. Hemen Üsteğmen Cem’in notunu arar ve bulur. Verilen telefonu arattırır. Günlerden Perşembedir. Az sonra Üsteğmen Cem karşısındadır.
- Buyurun?
- Cem ben İsmail abin, nasılsın?
- Abi teşekkür ederim. Siz nasılsınız?
- Uyandırmadım umarım…
- Hayır, abi, bilirsin seheri çiğnemem… Sabah sporu yapmadan da durmam…
- Senden bir ricam olacak, acaba Cumartesi günü seninle İngiltere dışında bir yerde görüşebilir miyiz?
- Nerede?
- Barselona?
- Olur, abi, biz de arkadaşlarla hafta sonu Andalucia Eyaletine gezi yapmayı düşünüyorduk. Ben onlara sonra katılırım. Cumartesi günü saat 07:00’da Barselona’da olurum… Oradan da vakit kalırsa Sevilla’ya geçerim…
- Tamam Cem… Bir isteğin, bir arzun var mı? Gideli çok olmadı ama özlediğin bir şey…
- Abi, biraz İstanbul havası getir…
- Tamam, Allah’a emanet ol!
- Sen de abi, görüşmek umuduyla…
Bu konuşmalar esnasında İsmail Bey’in ekibi toplantı odasında yerini almıştır. İsmail Bey toplantıya geçer ve ekibine durumu özetler.
- Arkadaşlar Lord CARLTON’a ulaşmamız ve görüşme için randevu almamız lazım. Adam hem zampara, hem de paraya tapan biri. Karısı da, Lord CARLTON’dan başka herkesle yatan biri. İşte size en son fotoğrafı ile Angel CARLTON… Kocası yani Lord Carlton neredeyse 75 yaşındadır ama karısı en çok 28’dir.
İsmail Bey doğrular;
- Angel kayıtlara göre 25 görünmektedir ama gerçekte 28 yaşındadır… Londra’da bir antikacı işletmekte. Erkeklerle de genelde hep antikacının deposunda birlikte oluyormuş. Haydi, iş başına marş marş!..
Odasına geçen İsmail Bey, bir kez daha Cem Üsteğmen’i arar. Yaklaşık 3 dakika sonra Cem karşısındadır.
- Cem eğer vakit bulursan bana Londra’daki antikacıların katalogunu temin eder misin?
- Tabii ki İsmail Abi, nasıl bir katalog olsun?
- Normal bir katalog Cem…
- Tamam da abi, neyse ben kendi kafama göre bir şeyler bulayım. Antikacı bir arkadaşım var onu arar, hazırlattırırım.
- Tamam Cem, maliyeti önemli değil…
- Abi para ne ki, elimizin kiri…
- Eh hadi o zaman, hallet bakalım nasıl halledeceksen…
- Tamamdır abi, Allah’a emanet ol!
İsmail Bey telefonu kapatır ve acaba Cem Üsteğmen’i aramakla hata mı ettim der. Hemen Hava Kuvvetleri’ndeki yakın dostu olan tümgenerali arar.
- Paşam nasılsınız?
- Sağ ol İsmail’im sen nasılsın? Baban nasıl?
- İyidir paşam, ihtiyarladıkça aksileşiyor, aksileştikçe dinçleşiyor…
- Eee, ne de olsa eski toprak. Dokuz yaşında devletini kurtarmak için dağa çıkan adam o…
- Paşam, size bir Üsteğmeni sorsam…
- Sor İsmail…
- Şu an Londra’da kursta Üsteğmen…
- Cem MÜEZZİNOĞLU mu?
- Evet paşam birden ismini söyleyiverdiniz…
- Tanırım
- Nasıldır?
- İsmailciğim, tanırım
- Anladım paşam, teşekkürler… Bu hafta sonu görüşeceğiz de…
- İyi olur İsmailciğim, aklına yatan bir şey olursa mutlaka yapar…
- Biraz ağır bir istek olsa da mı?
- Onun için ağırlık kavramı yoktur…
- Teşekkür ederim paşam…
- Unutmadan İsmailciğim, MÜEZZİNOĞLU’na söyle dönüşünde görev sonuç raporunu yazmadan ve kimse ile konuşmadan benim yanıma uğrasın…
- Söylerim paşam… Kolay gelsin.
- Sağ ol İsmailciğim… Sana da iyi yolculuklar…
İsmail Bey rahatlamıştır. Bir an evvel cumartesinin gelmesini beklemektedir. Cumartesi sabahı C-245 yolu üzerindeki Barselona El Prat Havaalanı’nın cafesinde İsmail Bey Cem Üsteğmen’i beklemektedir. İsmail Bey, uzaktan bir ses duyar
- Abi geldimmmmm!!!! İsmail Bey sesin geldiği tarafa döndüğünde Üsteğmen Cem ile yanında bir genç bayan, kendisine doğru yaklaşmaktadır. İsmail Bey ayağa kalktığında her ikisi de İsmail Bey’in yanındadır. Üsteğmen Cem ile İsmail Bey sarılarak kucaklaşırlar.
- Abi hoş geldin.
- Hoş buldum Cem.
- Bak Angel sana ağabeyimi tanıştırayım. Ebru ustası İsmail Bey…
- Ebru ustası?
- Senin fotoğrafına çerçeve yapmıştım ya, onu yapan…
- Ooo sanatçı?
- Evet sanatçı…
- Abi bu da Angel, Angel CARLTON yani Londra’nın ayaklı antika katalogu, sen sor ben evirir çevirir okur sana söylerim. İsmail Bey şaşkındır, bulmasını isteyeceği kişi ile Cem arkadaştır.
- Tanıştığımıza memnun oldum Angel… İsminizden bile güzelmişsiniz…
- Hopppp İsmail abi, anlarsın yani…
- Cem, ben sana ‘Bana onu bulabilir misin’ diyecektim sen yanında getirdin…
- Hayırdır abi Angel’le ne işin var?
- Eşiyle tanışmamız ve konuşmamız gerekiyor.
- Kolay abi, iki saat sonra o da burada olacak. Karısını beni dolaştırması için, mihmandarlık için görevlendirdi. Lord çok iyi (!) bir adamdır… Abi ben bizim ekibe not bırakayım da bizi beklemesinler… Angel sana emanet…
- Tamam Cem. Üsteğmen ortadan bir anda kaybolur ve üç dakika sonra yanlarında biter…
- Erken geldin Cem?
- Abi, seni dişi panterin yanında daha fazla bırakmaya içim elvermedi…
İsmail Bey, Angel’i süzüyor ve bu kadının peşinden koşan erkeklere hak veriyordu. İnce hatları, açık beyaz teni, uzun hafif dalgalı kızıl saçları, küçük göğüsleri, ince ayak bilekleri ve üzerinde Türkiye’den gittiği belli olan pembe şile bezi elbisesi ile Angel gerçekten de dikkat çekici bir bayandı. İsmail Üsteğmen Cem ile sohbet ederken, Üsteğmen Cem Angel’e konuştukları ile ilgisiz bazı şeyleri gerçekten konuşuyormuşlarmış gibi tercüme ediyordu.
- Abi, bu casus patronu herif ile alakanızın sebebi olsa gerek. Yoksa siz asla boş bir işe girişmezsiniz. Sebebini sormak benim haddim değil. Ama ‘boynuzlu’ ile sizi nasıl tanıştırayım? Yolları nasıl açayım?
- Hem ebru sanatçısı olduğumu hem de tarih araştırmacısı olduğumu söyle. Birinci Dünya savaşında esir edilen Türklerle ve Lozan Antlaşması ile ilgili araştırma yaptığımı, çok zengin olduğumu, konu ile ilgili bilgi ve belge verenlere çok bonkör davrandığımı, Türk Hükümeti ile aramın çok iyi olduğunu, bütün bakanlar ile dost olduğumu ilave et. Gerisini ben getiririm.
- Peki, abi, anlaşırsanız hemen Türkiye’ye gider misiniz? Ne kadar kalırsınız?
- Senin 2,5 ayın var değil mi?
- Evet, abi, sonra yurda döneceğim…
- Merak etme ben onu sen dönene kadar idare ederim… Angel’le…
- Yok abi, bunun işi bitti zaten, bu geçiş taksimiydi. Esas beni ilgilendiren kardeşi, Beatrix, Hollanda Kraliyet ailesi ile akraba, Beatrix’in annesi Mary MI-6’in Türkiye Masası Direktörü. Onun için…
- Tamam Cem, senden SÖZAL’a bahsedeceğim…
- Abi, çocuk poposu çenesinden öptüğümü söyle… Şaka şaka abi, ama çok iyi tanıyorsan bana söyler misin? SÖZAL; benim anlayamayacağım kadar büyük bir hain mi? Yoksa, benim anlayamayacağım kadar uzakları gören büyük bir lider mi?
- Türkiye’ye dönünce bu soruyu kendisine bizzat sen sor…
- Yok abi, kalsın. Sonra SÖZAL’ la görüşürken kızı Tiynep hanım (!) görür…
- Oraları karıştırma…
- Abi oraları karıştıran zaten karıştırıyor… İstersen Angel’e sor o sana anlatsın kurcalananları, karıştırılanları, Kızılcahamam dönüşünde Ayten Ayma ile yaşanan ve ortaya çıkan utanç anlarını, parmakla izale edilen bekâretleri, küçük kızlarla halvetleri…
-
İki saat çok çabuk geçmiştir. Angel hayatından memnundur. Cem ile İsmail’in Osmanlı Sanatı’ndan konuştuklarını sanmaktadır. Onun da kendine göre hesapları vardır. Türkiye’ye üst düzeyden birinin tanıdığı olarak gitmek ve antikacı olarak Türkiye’deki arkeolojik eserleri Londra’ya getirmek… İsmail Bey’in önemli bir şahsiyet olduğunu hissetmiş olmalıdır ki, onun gözlerinin içine bakmakta, aklını çelmeye çalışmaktadır. Torbadaki fettanlığı, hortlamıştır…
Lord Jack CARLTON’un uçağının geldiği anons edildiğinde Angel ile Cem Lord’u karşılamak üzere yerlerinden fırladılar ve uçarcasına gittiler. Az sonra üç kişi olarak geri döndüler. Lord, İngilizlere göre çok sıcakkanlı biridir. Üsteğmen Cem, Lord’u İsmail Bey ile tanıştırır. Angel Lord’un yanağını öptükten sonra çocuklar gibi şen bir vaziyette Cem ile oradan ayrılırlar ve kedilerini Barselona şehir merkezine götürecek bir taksiye atlarlar. Taksi hareket eder etmez, Angel Üsteğmen Cem’in kucağına oturur ve öpüşmeye başlarlar… Taksi Ronda Del Litoral’e varmıştır. 60ncı cadde ile 62nci cadde arasındaki parkta inerler ve bir ağaç dibinde soluğu alırlar. Angel, Cem’i baştan çıkartmak için elinden gelen her şeyi yapmaktadır.
- Cem beni de Türkiye’ye götürür müsün?
- Neden olmasın ama sen orada sıkılırsın…
- Neden?
- Ben gündüz sabahtan akşama kadar işyerinde olacağım da ondan…
- Ben çıkar dolaşırım…
- Seni yalnız bırakan kim?
- Kıskanıyor musun beni?
- Yooo, bizim delikanlıları senden koruyorum. Şaka şaka… Beatrix de gelsin hem canın sıkılmaz hem de o da Türkiye’yi görmüş olur. Angel, Beatrix kendisi kadar güzel olmadığı için olsa gerek aklına hiç bir şey gelmemiştir.
- Tamam Cem. Seninle beraber Türkiye’ye gideriz… Tekrar Cem’i çıldırmışçasına öpmeye başlar…
- Haydi, bir yere gidip sevişelim… Çimenlerin üzerinden kalkarlar bir başka taksiye binip otel aramaya başlarlar…
İsmail Bey ile Lord Jack havaalanında koyu bir sohbete dalmışlardır. Lord kendisine yardımcı olacağını ancak, istediği bilgi ve belgeleri temin edeceği kişilere ödeme yapmak zorunda olduklarını söyler. Özellikle de Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düşen ve gemilerle İngiltere’ye getirilip maden ocaklarında çalıştırılan 3722 Türk ile ilgili bilgilerin çok pahalıya elde edileceğini, MI-6’in kendilerini mutlaka takibe alacaklarını İsmail Bey’e söyler. İsmail Bey
- Zorlukları aşmak için ne kadar gerekir? Yüz bin Sterlin, yüz elli, iki yüz… Lord Jack CARLTON’un gözleri açılmıştır…
- Bu kadar ödemeyi yapabilir misiniz?
- Araştırmam için bir milyon Sterlin ayırdım…
- Bir milyon Sterlin mi?
- Evet… MI-6’in bir zamanlar ikinci adamı olan Lord Jack CARLTON zokayı yutmuştur. Ardından, İsmail Bey,
- Sizi Türkiye’ye davet ediyorum. Gelin benim misafirim olun. Hatta bize bilgi ve belge verecek olanları da yanınıza alın, orada hem rahat rahat sohbet eder hem de tatil yapmış olursunuz…
- Memnuniyetle Bay İsmail…
- Ben buradan birkaç arkadaşımı arayayım. Sizinle birlikte buradan İngiltere’ye geçebilir miyiz? Pasaport işlemlerini ben hallettiririm.
- Önemli değil ben gerekli vizeleri almıştım. İsterseniz arkadaşlarınızı da buraya veya Portekiz’e davet edin. Hem MI-6’i de meşgul etmeyiz…
- Yoooo İsmail Bey, MI-6 her yerdedir…
- Evet eminim…
Cem ile Angel otelde hala yataktadırlar. Cem Angel’e bakar ve
- Harika bir vücudun var, fotoğrafını çekebilir miyim?
- Evet aşkım. Cem elindeki profesyonel mini makine ile Angel’in çırılçıplak pozlarını çeker ve ona Londra’ya döndüklerinde fotoğrafları tab ettireceklerini söyler. Angel, rahatlamanın verdiği gevşeme ile hiç bir şeye ses çıkartmamakta ve gözleri kapanmaktadır. Cem…
- Seni uyutmayacağım… Bu günün zevkini çıkartalım der ve Angel’i yine kollarına alır ve sevişmeye başlarlar. Uzun süren bir sevişmeden sonra Angel uykuya dalmıştır. Cem kendisine verilen kamerayı ayarlar ve sanki Angel’le sevişiyormuş gibi pozlar vererek görüntülerini kameraya alır. Angel’in hiçbir şeyden haberi yoktur… Angel uyandığında Cem vücudunu okşuyordur. Angel…
- …?
- Evet, tatlı kız…
- Sen doymak nedir bilmez misin?
- Senin gibi bir kadına doyulur mu?
Hava kararmak üzeredir. Cem artık takati bitmiştir ama Angel de pelte gibi olmuştur. Otelden çıkarlar ve bir taksiye binip havaalanına giderler. Cem havaalanına gitmeden önce Türkiye’yi aramış ve bir saat sonra havaalanında İsmail Bey ile buluşmak istediğini söylemiştir. İsmail Bey’in elinde iki pasaport vardır biri KIRMIZI diğeri ise YEŞİL. Angel’in gizli çıplak görüntülerinin kendi elinde kalması risk yaratacağından kamerayı ve filmleri İsmail Bey’e teslim edecektir. Telefonda söylediği yere geldiklerinde İsmail Bey ile Lord Jack CARLTON hala sohbet etmektedirler. Yanlarına giderler Angel:
- Aşkım nasılsın?
- İyiyim… sen?
- Ben de iyiyim çok dolaştık, çok yoruldum. İngiltere’ye dönelim mi?
- Bu gece burada kalalım, akşam yemeğini birlikte yeriz. Sabah da İngiltere’ye ya da belki de Portekiz’e geçeriz.
- Kalkalım mı İsmail Bey?
- Kalkalım Lord CARLTON…
Hep birlikte kalkarlar ve taksilere binerek Barselona şehir merkezine gelirler. Az önce Cem ile Angel’in kaldıkları otelin önünde inerler. Cem de Angel de şaşkındır. Ama yapacak bir şey yoktur. Odalar ayarlanır ve herkes akşam yemeği için odalarına çıkarlar. Cem ve İsmail Bey de odasına çıkarlar. Cem Üsteğmen, az sonra İsmail Bey’in odasına geçer ve İsmail Bey’e olanı biteni anlatıp kamerayı ve fotoğraf makinesindeki filmleri teslim etmek istediğini söyler. İsmail Bey ise:
- Cem kuryeyi ancak yarın ayarlayabilirim, şu anda temasa geçmem tehlikeli olabilir.
- Ama İsmail Bey bunları bende yakalarlarsa Türkiye’ye dönemem, belki de beni buharlaştırırlar…
- Keşke bana sorsaydın…
- Tamam İsmail Bey, ben başımın çaresine bakarım.
Gece yemek boyunca Angel ile Cem defalarca göz göze gelirler, Lord ile İsmail Bey ise kendi konularını görüşmektedirler. Cem’in aklından binlerce şey geçmektedir. Müsaade ister yemekten kalkar ve önce Cordoba’da bir numarayı arar, defalarca çalar ama numara yanıt vermez. Ardından Cadiz’de bir numara arar, o da uzun süre çalar yanıt vermez. Cem sanki boğuluyor gibidir. Cartagena’da bir numara arar ondan da cevap yoktur. Üsteğmen Cem’i sıkıntı basmaktadır. Alicante’de aradığı numara da yanıt vermez. Son olarak Sevilla’da bir numarayı arar…
- Sonia?
- Benim… Aaaaaa sen misin?
- Evet benim…
- Neredesin? Sevilla’da mı?
- Hayır Barselona’da… Hemen yola çıkabilir misin? Madrid’te yarın buluşalım mı? Barajas Havalanında?
- Evet ama…
- Tamam, Sonia sen yola çık Madrid’de gerekeni yaparız.
- Şey…!
- Efendim Sonia?
- Seni özledim…
- Ben de seni özledim Sonia…
- Haydi, yarın görüşmek üzere… Cem yerine döner dönmez, Angel’in huzursuz olduğunu fark eder...
- Neyin var Angel?
- Biraz hava alalım mı?
- Lord Carlton biz Angel’le biraz dolaşalım mı?
- Tamam, ama geç kalmayın, Angel’i özledim yarım saat sonra odamıza çıkarız.
- Peki… Otelden ayrıldıklarında Angel Cem’e sıkı sıkı sarılır ve
- Cem ben seni çok seviyorum biliyor musun?
- Nasıl olur Angel, sen evlisin.
- Yatarken öyle demiyorsun ama
- Ama Angel sen dememiş miydin aşk yok, sadece sevişmek var diye…
- Dedim ama işler değişti. Sana âşık mı oluyorum ne?
- Dalga geçme Angel, şaka yapıyor olmalısın…
- Hayır Cem… Ben çok ciddiyim…
- Angel gel oturup konuşalım… Bir banka oturup konuşmaya başlarlar.
- Angel, seni ben çok beğeniyor ve bir arkadaş olarak seviyorum. Bu şartlarda seninle çok uzun süre arkadaşlık yapabiliriz…
- Ama Cem ben seninle sürekli beraber olmak istiyorum. Şimdi Lord ile odaya çıkacağım, onu kamçılayacağım, ayaklarımı yalatacağım ve o boşalıp uykuya dalacak…
- Ne?
- Lord yoksa…
- Evet, ama sadece bu kadar da değil. Sevgilisi de var.
- Kimmiş sevgilisi, senden daha güzel kadın mı bulacak?
- Keşke kadın olsa, şoförü var hani şu zenci olan…
- Eeeee
- Onunla yatıyor… Arada sırada zenci ile beni de seviştirip seyrediyor ve mastürbasyon yapıp, rahatlıyor… Zenci bana ne yaparsa yapsın müdahale etmiyor. Sonra da zenci ile benim gözümün önünde ilişkiye girerken bana da oral yaptırıyor…
- Desene senin Lord sapık…
- Bununla kalsa keşke…
- Dahası da mı var?
- Evet…
- Lordlardan bazıları ve üst düzey devlet görevlileri her ay bir malikânede toplanıyorlar, kendi aralarında toplantı yapıyorlar sonra da eş ve sevgilileri ile toplu sex âlemine başlıyorlar… Beni oralarda herkes ile yatmaya zorluyor… Artık bunlara dayanamıyorum. Şimdi de bana “İsmail Bey ile bu gece yatmanı istiyorum” dedi…
- Peki, ama sen…
- İşyerime de erkek gönderiyor. Onlarla yatmak zorunda kalıyorum. Çünkü onlarla yatmazsam Lord’u yaşatmazlar…
- Nasıl yani?
- Lord’un görevi İngiltere’ye gelen bütün yabancı misyon şefleri ile yabancı önemli kişilere kadın, erkek, travesti, transeksüel, çocuk yani canları ne çekerse onu bulmak… Bunlarla ilgili arşiv oluşturup gizli servise göndermek…
- Ben İsmail Bey ile konuşurum… o böyle şeyleri kabul etmez…
- Ama Cem, bu geldiğimiz otel de onların denetimindeymiş. Yoksa biz buraya gelmezdik. Yani seninle benim her şeyimi onlar zaten kayda almışlardır… Cem şoktadır. Çektiklerini bir an evvel elden çıkartmalıdır. Aksi takdirde sonu çok kötü olacaktır.
- Tamam Angel sen Lord’un yanına git ve regl olduğunu söyle, böylece seni İsmail Bey’in yanına gönderemez…
- Tamam da, inanmaz ki?
- Angel şu an ne yapabilirim? Sabah seni ararım…
- Neden arayacaksın? Sen nerede olacaksın?
- Ben bugün bizi filme alıp almadıklarını araştırıp sonuçlandıracağım. Sen beni arayıp sorma, ben sana ulaşırım.
- Korkuyorum…
- Korkma Angel… Türkiye’ye gelince bir daha İngiltere’ye dönmezsin…
- Sahi mi Cem? Beni bırakmayacaksın değil mi?
- Evet bırakmayacağım…
-
Angel ile otele dönerler. Cem İsmail Bey’e durumu anlatır. Sonra da kamera ile filmleri bir çantaya koyup otelden dışarı çıkar. Önce bir taksiye biner ve doğuya doğru 10 dakika gider, ardından iner ve ters taraftan bir taksiye binip kuzeye 20 dakika kadar gider. Sonra, o taksiden inip bir başkasına binip güneye yola çıkar. Tarragona’ya geldiğinde taksi değiştirir ve Turuel’e ulaşır. Orada da taksi değiştirir ve Guadalajara’ya geçer. Orada taksiden iner ve bir cafe de bir şeyler atıştırıp yeniden taksiye biner Madrid Barajas havalanına ulaşır. Bu yolculuk için yaklaşık yedi bin dolar karşılığı Peseta harcamıştır. Havalanında saat 09:45 civarı elindeki malzemeleri bir kiralık kasaya bırakan Cem Sonia’yı beklemek için yer değiştirirken Sonia’nın sözleştikleri yerde olduğunu görür.
Sonia’nın gerçek adı Alime’dir. Ancak, on yedi kuşaktır İspanya’dadırlar. Sonia yani Alime tam anlamıyla Andalucia bölgesi kadınlarına benzemektedir. Uzun boylu ince ve sert vücutlu, orta büyüklükte göğüsleri olan, kalın ve koyu kırmızı dudaklı, kalın ve uzun parmaklı, uzun bacaklı, siyah ve uzun saçlı, ela gözlü bir afat. İspanya’da herkes onu Arjantin asıllı ve koyu bir Katolik olarak tanımaktadır. Kendisi ünlü bir Flamenco hocasıdır. Öğrencilerine keman, piyano, viyolonsel dersleri vermekte beş dili ana dili gibi konuşmaktadır. Kral Juan CARLOS’un danışmanı olan kocası Sebastian ve iki çocuğu ile güya mutludur. Üsteğmen Cem onu, kendisine verilen bir görev nedeniyle tanımış, boy uyumsuzluğuna rağmen birbirlerine de bağlanmışlardır. Üsteğmen Cem için Sonia yani Alime, bir tanrıça gibidir.
Cem hemen konuya girer ve emanetlerin anahtarını kendisine çevredekilere hissettirmeden verir. Emenatleri kendisine bırakmak istediğini ve kendisi dönünceye kadar muhafaza etmesini ister. Alime,
- Bu işler olmasa senin geleceğin yok zaten.
- Haklısın belki ama seni riske atmak istemiyorum.
- Ne riski Cem ben görevlerimi tamamladım, yumurtladım, büyüttüm yerleştirdim. Benim işim bitti…
- Alime sen daha bize çok lazımsın…
- Evet… Sadece kullanılmak için…
- Hayır Alime, iki çocuğun var, eşin var…
- Mustafa mı?
- Evet, o nasıl?
- Bu günlerde çok bunalıyor. İspanya Meclisi’nde Türkiye aleyhine çıkartılmaya çalışılan bir kararı düzeltmeye, içini boşatmaya çalışıyor… Cem yaptığım iş artık çok ağır geliyor. Bizim koruduklarımızı Türkiye’dekiler karalıyor, kirletiyor sonra da bir kenara atıp bırakıyor…
- Abdullah KATLI mı?
- Evet, o sadece birisi ya diğerleri…
- Kimler…
- Cem sorma biliyorsun sana her şeyi anlatmak isterim ama sonra kendi yaşamıma son vermem gerekir…
- Sonia senin ölün değil, bize dirin lazım…
- Bize?
- Evet bize… Bana değil…
- Bir kere de bana desen…
- Bir şey söylemek istedin telefonda…
- Cem, oğlumu uyuşturucuya alıştırmaya çalıştılar…
- Neeeee?
- Evet, oğlumu uyuşturucuya alıştırmaya çalıştılar…
- O zaman Türkiye’ye tatile gönder biz gerekeni yapalım…
- Cem o daha gerçekleri kaldıramaz, çok duygusal bir çocuk…
- Ama günün birinde öğrenmesi gerekecek…
- Sebatian ile konuşayım belki tatil için birlikte geliriz…
- Tamam, Sonia seni ve çocuklarını bekliyorum… Eşini tanımıyorum hala ama ona da selam söyle… KATLI’yı 67 gün Andalucia Eyalet Meclisi binasından saklayan adama ben sadece büyük bir saygı duyarım…
- Sebastian çok gözü kara, umarım bir yerlerde hata yapmaz… Banyomuzda namaz kılıyor, orucunu tutmaya çalışıyor…
- Sonia söyle ona, sizin yaptığınız ibadetlerin en büyüğü…
- Cem, bu yıl tatilde ne olur birlikte olalım… Sana ihtiyacım var…
- Tamam, Sonia benim için buralara kadar geldin, sağ ol…
- Yanılıyorsun Cem senin için değil, seni buraya getiren dava için…
Cem, Sonia’nın yanında ayrılır ve taksiye biner, taksi bir katedralin önünde durur. Katedralin arka tarafına dolaşır, çimli ve kenarları güllerle süslü bir yoldan geçip bir kulübenin kapısını çalar…
- Kim o?
- Ben Hosé…
Rahip Hosé kapıyı açar ve karşısında Cem’i görünce şaşırır. Hemen içeri alır.
- Hayırdır dostum, ne işin var?
- Dostum, İngiltere’de kurstayım bir iş için geldim ve sana uğramadan gitmeyeyim dedim…
- Sen boşuna gelmezsin..
- Evet Hosé, Sonia’nın oğlunu uyuşturucuya alıştırmaya çalışıyorlarmış, ilgilenir misin?
- Vay, iblisler…
- Evet, senin yardımına ihtiyacı var…
- Tamam, merak etme… Gerekirse kliniğe yatırırız.
- Tamam, ama sadece dini yardım kapsamında…
- Peki Cem…
- Tamam, dostum bana müsaade (Hosé ismi Hüseyin’in karşılığıdır ve 18 yy’dan sonra batıda kullanılır olmuştur.)
Katedralden çıkan Cem hemen bir başka taksiye biner ve havaalanına geçer; İberia havayollarına ait ilk uçakla Barcelona’ya döndüğünde saat 16:30 civarıdır. Doğruca otele gider. İsmail Bey, Lord ve Angel otelden ayrılmışlardır. Cem odasına çıkmak için anahtar kartını aldığında reception görevlisi
- “Notunuz var” der…
Cem notu açtığında, Angel’in bıraktığını anlar;
“Cem bizi çekmemişler, arkadaşın beni kabul etmedi, benimki de beni rahatsız etmedi. Portekiz’e geçiyoruz. Seni ararım.” yazmaktadır. Cem oldukça rahatlamıştır…
Diğer tarafta İsmail Bey, Lord ile birlikte önce Lizbon’a oradan da Valença’ya geçmişlerdi. Arkadaşları İngiltere’den Fransa’ya geçecek oradan da Valença’da buluşacaklardır.
İsmail Bey, Lord’un arkadaşlarından pek çok bilgi ve doküman almıştı. Lordu da Türkiye’ye davet etmiş ve Lord da kendisine ödenen komisyonun tadından, davetini kabul etmiştir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder