DİKKAT ÇOK ÖNEMLİDİR
BU HİKAYE'NİN BÜTÜN HAKLARI HASAN HÜSEYİN MEMİŞ'E AİT OLUP KENDİSİNDEN YAZILI İZİN ALINMADIKÇA KISMEN YA DA TAMAMEN, ALINTI YAPILARAK, MAHREÇ GÖSTERİLSE DAHİ YAYINLANAMAZ.
AÇIKLAMA
GİRDAP YAKLAŞIK 10 YILDIR İSTANBUL FİLM VE DİZİ SEKTÖRÜNDE ÇALIŞAN NEREDEYSE BÜTÜN KURULUŞLAR TARAFINDAN BİLİNEN BİR SENARYO HİKAYESİDİR. SEKTÖRDE BEĞENMEYEN VE YAŞAMA GEÇİRMEK İSTEMEYEN HEMEN HEMEN YOK GİBİDİR. ANCAK, "KUKLACI"NIN TALİMATLARI BUNA ENGELDİR. BURADA BU HİKAYE BÖLÜM BÖLÜM YAYINLACAKTIR. ÇÜNKÜ BEN BU HİKAYEYİ BURADA YAYINLAYARAK, OKURLARIMIN VASITASI İLE TARİHE NOT DÜŞMEK İSTİYORUM. NE OLUR NE OLMAZ... SAÇMA SAPAN BİR KALP KRİZİ YA DA SALAKÇA BİR İNTİHAR SENARYOSUNUN BU ERİŞİME ENGEL OLMASINI İSTEMİYORUM...
SAYGILARIMLA...
BEŞİNCİ BÖLÜM
UFUK
ÖTESİ PROJESİ
Arkadaşları,
ilişik kesme işlemlerini tamamlamışlardır. Resmi belgeler ve devir teslim
tutanakları imzalanır, Üsteğmen Cem evinin eşyaları ile birlikte kamyona biner
ve yeni tayin olduğu yere doğru yola çıkar. Yola çıktıklarında saat 16.00
gibidir. Saat 18.00 civarında Elazığ-Malatya kesişme noktasına gelmişlerdir.
Üsteğmen ilerilerde, kendi gittikleri istikametten hiçbir aracın yola devam
etmediğini fark eder. Yola çıktığı şoför, Mardinli’dir. Ona:
- Usta
sen yavaş yavaş yola devam et, ben inip araziden seni takip edeceğim. İleride
teröristler çevirme yapmışlar. Israr ederlerse eşyanın asker eşyası olduğunu
söyle, nasılsa eşyalar da sigortalı, araban da…
- Yol
yakınken dönsek de sabah yola devam etsek begim?
- Sen
bilirsin usta, ama bana kalırsa sen yoluna yavaş yavaş devam et…
- Tamam
begim…
Şoför
yola devam etmiştir. Gerçekten de teröristler akşamın alacasında yolu kesmişler
ve araçları aramakta, bazı şahısları indirip kenara dizmekte, bazılarının ise
araç içinde kalmasını istemektedirler. Sıra Üsteğmen’in eşyalarının yüklü
olduğu kamyona gelmiştir.
Teröristler
şoförü aşağı indirir ve Kürtçe sorguya çekmeye başlarlar, bir kısmı da kamyonu
keşfetmeye çalışmaktadır. Kendilerine ihbar edilen kamyon ve şoför budur,
kamyonda ev eşyası da vardır. Ama plaka akıllarını karıştırmaktadır. Aracın
plakası dokunulmazlığı olan plakalardandır, çünkü Urfa plakasıdır ve bir
türkücünün seyahat şirketine aittir. Ruhsata bakarlar, ruhsatta da aynı plaka
vardır. Şoför onlar tartışırken boynu bükük vaziyette onları seyretmektedir.
İçinden de kıs kıs gülmektedir.
Sonunda
teröristler aracı bırakmaya ama içindeki ev eşyalarını aşağı indirip tahrip
etmeye karar verirler. Dediklerini de yaparlar, eşyalar için bir ateş yakarlar
ve araçtan indirdiklerini direkt ateşin içine atarlar. Her şey yanarken kamyon
yoluna devam eder. Cem Üsteğmen kamyonun önüne tam dört kilometre sonra çıkar
ve kamyona biner.
- Begim,
eşyaları yaktiler…
- Olsun
usta, başa gelen çekilir, sana bir şey yapmadılar ya…
- Begim
Allah senden razı olsun, iyi ki ruhsat ile plakayı değiştirmişsen… Kimindi o
plaka begim…
- Takma
kafanı usta, Malatya’da sen beni indir. Oradan Mardin’e dön, o ruhsatla plaka
sende kalsın. Bir gün gerekirse yine kullanırsın. Haaa, unutmadan o plakayı ve
ruhsatı kullanırken hep aynı türküyü söyle: “Ayağında kundura, yar gelir dura
dura…” daha inandırıcı olur…
- Peki,
begim, soyuna rehmet…
Üsteğmen
Malatya’da kamyondan iner ve doğruca orduevine gider. Oradan eşine ve kızına
telefon eder.
- Hatun,
yoldayız, Malatya’da…
- İyisin
değil mi?
- İyiyim
iyi, merak etmeyin.
- Ne
zaman burada olursunuz?
- Sanırım
yarın akşam…
- Yavaş
yavaş gelin, acele etmeyin…
- Tamam,
merak etme… Kızım ne yapıyor?
- O da
oyuncaklarını merak ediyor…
- Sen
bana babamı verir misin?
- Tamam,
veriyorum, görüşmek üzere, Allah’a emanet ol!
- Efendim
oğlum…
- Baba,
şimdi beni sessizce dinle…
- Tamam,
oğlum, hayırdır?
- Baba,
teröristler eşyaları yaktılar, ben araçta değildim. Aracı ve şoförü bıraktılar.
Sen yarın gidip, uygun fiyatlarla bize ev eşyası düzüver. Parayı ben sigorta
şirketinden alır almaz sana yollarım, sen de ödemeyi yapıp eşyaları alırsın…
- Tamam,
oğlum, Allah seni bize bağışlasın…
- Sağol
baba, hoşçakalın…
Üsteğmen
ertesi günü sigorta şirketini arar ve gerekli başvuruyu yapar. İlk sorun,
eşyaların gerçekten yanıp yanmadığının belirlenmesinde çıkar. O mesele Jandarma
raporu ile aşılır, bu kez sigorta şirketi eşyaların yakılıp, kamyonun
bırakılmasını anlayamaz. Daha doğrusu bu olay onlara, anlaşmalı bir “yakma”
işlemi gibi gelir. Üsteğmen çıldırmak üzeredir, kendi katkıları ile kurulan
sigorta şirketi, kendi ortağını saçma sapan şeylerle suçlamaktadır… Üsteğmen
tam üç ay uğraşır ve sonunda sigorta şirketi parayı ödemez. Kime başvurduysa
sonuç alamaz. Sonunda, kendi cebinden, olmayan parasından, yani borçlanarak
evini yeniden döşer ve yerleşir. Kolay değildir bu ülkede vatana, millete ve
devlete sorgusuz, sualsiz, şeref ve namus ile hizmet etmek; üsteğmen bu
hizmetinin bedelini ödemiştir. Hem yedi mermi ile deşilerek hem de eşyaları
yakılarak, en acısı da “suçlamalar” ile sigortadan alacağı ödenmeyerek…
Üsteğmen
artık Ankara’dadır. O yıl yüzbaşı olacaktır. Tayin yeri, onun hiç de istemediği
bir yerdir ancak, artık olan olmuştur. Üsteğmen, mehil müddetini sonuna kadar
kullanır ve Yüzbaşı olduktan sonra görev yerine katılır.
Artık
bundan sonra hem SÖZAL’ın danışmanlığını hem de asli görevini yapacaktır. Bu
tür çalışma zaten zordur ama bir de atandığı yerdeki durum işini daha da
zorlaştırmaktadır. Birliğin komutanı, “yüksek binaların çatı katı boş kalır”
tanımlamasına o kadar uymaktadır ki… Zaten komutanlığı da, kış günü gül
ağaçlarının üzerine sahte güller kondurarak kaptığı söylenmektedir. İşi gücü
VIP ile uçacak generallere verilecek kirazları, erikleri, domatesleri,
bademleri, antepfıstığı saymak; kendisi dışında namuslu kimse olmadığını iddia
ederek, herkesi “hırsız” ve/veya “uğursuz” olarak suçlamak; her şeyi herkesten
daha iyi bildiğini iddia etmektir. Yıllardır birlik komutanıdır çünkü eski
kuvvet komutanının kızı ile evlidir. Namus ve dürüstlük abidesidir ama nedense
dâhili kıyafetinin paça cebinde unuttuğu maaşını, tam bir ay sonra kuru
temizlemeciye gönderirken fark edebilmiştir. Yani, dürüst komutan maaşa muhtaç
değildir. SÖZAL, yüzbaşıya; “İstersen müdahale edeyim, gerekirse görevden
aldırayım” demiştir ama
Yüzbaşı, kaderi zorlamamak gerekir belki de “Gelen, gideni aratabilir” diyerek konuyu savuşturmuştur.
O
günlerde Türk Silahlı Kuvvetleri, Güneydoğu Anadolu olayları nedeniyle oldukça
büyük sıkıntı çekmektedir. Özellikle bazı modern mühimmatlar üzerine ambargo
uygulanmakta ve müttefiklerimiz (!) bizimle “Kedinin fare ile oynadığı gibi
oynamaktadır”lar.
SÖZAL,
sorunu çözmek istemektedir ancak, daha önce İtalyanlar ile yapılan alışveriş,
İtalyan Komünist Partisi üyesi bir çalışan tarafından CIA, MOSSAD ve DGSE’ye sızdırıldığı
için o yol şimdilik kapalı görünmektedir.
İsmail Bey, Eylül sonuna doğru Yüzbaşı
Cem’i arar ve
- Sayın
SÖZAL seni çağırıyor, en kısa sürede izin al ve gel. İzin en az 20 günlük olsun
- Zor
ama denerim…
- Deneme
Cem, hallet!...
Yüzbaşı hemen amiri ile görüşür ancak,
izin mümkün değildir. Bunun üzerine;
- Komutanım
ben de istirahat almak zorunda kalacağım,
- Viziteye
çıkman gerek ben de imzalamam
- Siz
bilirsiniz, tek yolu bu değil
- Ben
de hakkında gereğini yaparım
- Siz
bilirsiniz ama bana izin lazım, siz izin verin problem çıkmasın
- Hayır
dedim ya!
- Siz
bilirsiniz…
Yüzbaşı
o gece “acil”den hastaneye giriş yapar, kötü günler için sakladığı böbrek
taşını bahane etmiştir. Acilde tanıdığı arkadaşları Yüzbaşı’yı hemen yoğun
bakıma sevk ederler ardından da yoğun bakımda bir gün saklarlar, ertesi günü
kata çıkan Yüzbaşı’ya ilaç tedavisi, gözlem tavsiyeleri ile 30 gün süreli
istirahat verirler. Bir de Yüzbaşı’yı ikaz ederler;
- Seninki
naletlik yaparsa, istirahat sonu gel hava değişimi faslını açalım…
Yüzbaşı
hastaneden İsmail Bey’i aramış ve ona durumu izah etmiştir. Hastane çıkışı,
resmi üniforması ile buluşma yerine gider. Buluşma noktası, Gölbaşı tarafında
bir inşaat şirketinin tesisleridir. Tesislere otomobili ile girdiğinde,
kendisini tanımayan sivil giyimli korumalar aracın etrafını çevirir ve
tüfeklerin, tabancaların namlularını Yüzbaşı’nın aracına çeviriverirler.
Şakaları yoktur, hem bu rengi bozuk üniformaya da alışık değillerdir. İsmail
Bey telsizle, korumaları uyarır. Yüzbaşı aracından inip, tesisten içeri
girerken korumalardan en havalısı, Yüzbaşı’nın üstünü aramaya yeltenir ki o an
olanlar olur; Yüzbaşı korumanın hiç beklemediği bir hareketle tek ayağını hızla
yerden kaldırır ve 75 derecelik sert bir süpürme hareketi ile korumanın
bacaklarını yerden kesiverir. Daha aracından bir adım atmış birinden
beklemediği bu hareket nedeniyle koruma yere yapışmış ve kafasını da bordüre
çarpmıştır. Yüzbaşı, hiçbir şey olmamış gibi aracının kapısını kilitler ve
tesisten içeri girerken İsmail Bey’e;
- Bunlar
benim gibi yağ bağlamış, hımbıllaşmış…
- Burnunu
sokmasan olmaz mı?
- Abi,
bu dallamalarla mı koruyorsunuz SÖZAL’ı, hiç korumayın daha iyi. Bunlar adamı
koruyayım derken hadım eder…
- Hadi
hadi, kendi işine bak… Şimdi şirkete ne cevap vereceğiz bakalım… Daha yeni
yollamışlardı, RANGER kursundan yeni gelmişti…
- Irktan
mı abi?
- Sanırım
hem de bey soyundan geldiğini iddia ediyordu…
- Deme
be abi, bey soyundan geleni kimse böyle yere uzatamaz; onların doğasında yere
düşmek yoktur…
-
İçeri girdiklerinde SÖZAL mosmordur.
- Hoş
geldin Apakay, bizi beklettin…
- Özür
dilerim, ama elde olmayan nedenlerle…
- Sana
demedik ki, orayı temizleyelim diye?
- Teşekkürler
efendim ama böylesi daha iyi, bunlardan daha safını bulamayız…
- He
heh heh!!! Hadi bakalım, sana sipariş ettiğimiz projeni kullanma zamanı geldi,
senin şu Hispaniklerle ne yapabileceğimizi bize bir göster…
- Hispaniklerle?
- Evet,
“silah ambargosu”nu kırmak için elimizden geleni yaptık ama kıramadık,
Brezilya’dan birileri engel oluyor. Engel olmak bir yana şirket kimi gönderse,
adamımız sınırdan girer girmez enterne ediliyor.
- Peki
elçilik?
- Onlar
“fifi”leri ile perdelerle, purolarla ve kadınlarla meşguller, oradan umudu kez…
Eğer bu milletin direncini bilmeseler, memleketi parsel parsel satar onlar…
- Görevim…
- İsmail
ayrıntıları sana anlatır. Ama Orhan Bey, gerekli bütün ayrıntıları sana
verecektir. Haydi, bakalım, eski ekip yine görevde. Ama hızlı olmalısın, önce
Brezilya’daki engel ortadan kalkmalı, ardından da Güney Amerika’daki bazı ekiplerden
de destek alınmalı ki oradaki uçlar hiç ölmesin.
- Anladım
efendim ama Brezilya ve sonrasında hakkımda kulağınıza ne gelirse gelsin, ben
dönünceye kadar hiç birine inanmayın. Hesabını gelince siz sormadan ben
vereceğim.
- Pazarlıkta
yapıyor bu İsmail?
- Sayın
SÖZAL, konunun ayrıntılarına biraz vakıfım. Sanırım bu kez haklı gibi…
- Tamam,
İsmail, Apakay’ı ne kaybedelim ne de bir başka “nick” bulmaya kalkmayalım…
- Merak
etmeyin Sayın SÖZAL, o da bunu kastediyordu.
- Bak
evlat, buraya gelmeyebilirdim ama geçirdiğin o suikasttan sonra seni bir
göreyim bir de geçmiş olsun diyeyim dedim.
- Sağ
olun Efendim, bu sözleriniz yaralarıma merhem oldu. Zaten kapanmışlardı, bu
sözler de estetik oldu…
- İyisin
değil mi? Mesele yok değil mi? Ha bu arada, sen nasıl başardın bakalım, şu kan
verme olayındaki sevgi kuyruğunu, kısaca anlat bakalım…
- Efendim
oraya gittiğimden bu yana bölge halkından hiç kimseye kanımı esirgemedim
özellikle sabilere, hastanedeki hemşire ve doktorlara tembih ettim. İlk haber
bana geldi, ben de hiç birinden esirgemedim. Onlar da benim vurulduğumu
duyunca, borçlu hissetmişler kendilerini…
- Anladım
da, bu ilgi farklı yorumlanmış bir yerlerde; “Bu da onlardandır” diye rapor
geldi.
- Anlaşılan,
hizmetler birilerine dokunuyor; şirket mi, yumurtacılar mı?
- Her
ikisi de…
- Yakındır
bize “Kısmet” çıkması…
- Ben
sağ oldukça sana kimse dokunamaz evlat…
- Sağ
olun efendim de biz de size aynı garantiyi vermek isterdik…
- Ne
demek şimdi bu?
- Siz,
ateşe ve kumpasa bizden daha yakınsınız da ondan…
- Ne
demek istiyor bu İsmail?
- Şey
Sayın….
- Ben
söyleyeyim efendim, çok yakınınızda çok şeyler oluyor. Yetiminiz bile başka
yerlerin adamı; hatta…
- Tamam,
Cem, sus! Anladım lafı nereye getireceğini…
- Anladıysanız,
çok iyi…
- Gözlerinden
öperim evlat, bu işi bitir ve gel!
- Emredersiniz
efendim, dualarınızda tek kelimelik yeri benim için açıverin…
- Ederiz,
ederiz; bugüne kadar etmediğimizi mi sandın Cem?
- Ameliyat
masasında sizi duyar gibi oldum; “kalk artık haylaz, aksi ve deli çocuk, kalk!”
diyordunuz sanki…
- Bak!
Demek ki malum oluyor… He heh heh!
Tesislerden önce SÖZAL ve ekibi
ayrıldı. Ardından da Yüzbaşı Cem. Gideceği yer Brezilya’ydı, orada kimlerle
temasa geçebileceğini düşündü, sonra birden kendine geldi. Parmaksız Amca’yı
bulmalıydı. Parmaksız Amca, hemen herkesin tanıdığı, bildiği, saygıda kusur etmediği
bir üstattı. Parmağını, Kıbrıs’ta, Türk Mukavemet Teşkilatı içine sızan
pislikleri temizlerken kaybetmiş ama ellerinden kurtulunca da bütün hainlerin
sağ işaret parmağını ilk boğumdan keserek işaretlemişti. Rumlar ve Yunanlılar,
bunun üzerine bütün parmaksız ajanlarını geri çekmek ve tekaüt etmek zorunda
kalmışlardı…
Arabasını Parmaksız Amca’nın evine
doğru yöneltti. Emek’te oturuyordu. En son kendisi ile bayramda görüşmüştü…
Kapıyı çaldı, sonra bir adım geri çekildi. İçeriden hiç ses gelmedi, Yüzbaşı
bekledi. Sonra içeriden bir ses duyuldu;
- Parolayı
unutmamışsın kerata!...
- Evet
üstad…
Parmaksız Amca kimseye elini
öptürmezdi, sadece el sıkardı ama herkesin değil.. İçeri girdiler… Parmaksız
Amca hemen mutfağa gidip, çelik kuşakla sağlamlaştırdığı porselen demlik ile
çay demledi ve Yüzbaşı’nın yanına geldi;
- Servis
senden!
- Tamam
üstad…
- Hayırdır
evlat?
- Yolculuk
Brezilya’ya; senin hiç sevmediğin gönderiyor; orada kalıcı uçlar oluşturmak
gerekecek ve mevcutlarla bazı sorunları aşmak…
- Biliyorum
evlat; SÖZAL’ı sevmem ama bunun yapılması gerekiyordu: Amcaların ve dayıların
bu konudan dolayı çok üzgünler. Biz de bu iş için kimin görevlendirileceğini
merak ediyorduk. Sabah şirketten Meymenetsiz Memo geldi, şimdi de sen. O seni
tanır mı evlat?
- Ben
onu tanırım da o beni tanımaz…
- Ohhhh,
çok iyi oldu. Hadi kalk evlat, çayları servis et!
Yüzbaşı çayları getirdiğinde,
Parmaksız Amca, duvardaki İsmet İnönü tablosunun üzerinde ellerini
gezdiriyordur. Birden kapının sol tarafında yerden bir sürme kapak gıcırtılar
ile açılır. Yüzbaşı seyrediyordur; sonra birden Parmaksız Amca eğilir ve
koltuğun altından küçük bir alet çantası çıkarır, sonra da deliğin yanına
yüzükoyun yatar.
- Sen
yaklaşma evlat, tuzaklamıştım. Şimdi çözerim…
Parmaksız Amca, tam bir dakika sonra
yerinden doğrulur ve bir kafatası çıkarır. Koltuğuna oturur ve çayını
yudumlamaya başlar.
- Evet
evlat. Şimdi senin kafatası falına bir bakalım… Hımmm, senin ilacın Elif’te,
Elif kızımızda; ancak tam çözüm için Ayfer’in de katkıda bulunması gerekiyor.
Parmaksız Amca, kafatasının içinden,
tuzak bulunan deliklerden küçük kâğıt parçaları çıkartıp okuduktan sonra ani
bir hareketle kafatasını aldığı yere doğru fırlatıvermiştir. Kafatası il vuruş
ile birlikte un ufak denecek kadar parçalara bölünür. Yüzbaşı şaşkındır.
- Merak
etme, okunmuş kelle bir boka yaramaz evlat…
- Ama
o kemikler, nasıl dağıldı öyle?
- Benden
başka kim dokunsa aynen o hale gelirdi, özel bir karışım…
- Peki,
Elif ve Ayfer’e nasıl ulaşabilirim?
- Ayfer
yurtdışında ama ona ulaşmak kolay, bu tür faaliyetler için bize Rusya’daki Türk
asıllı işadamlarından emanet getirecek. Öbür gün saat 11.00’da Yeşilköy’de
olacak. Tanıyorsun değil mi?
- Ayfer’i
tanıyorum ama Elif’i tanımıyorum.
- Amma
da yaptın be oğlum, asıl Elif’i daha iyi tanımalısın…
- Neden?
- Tanıştığında
anlarsın…
- Elif?
- Tamam,
şimdi arayacağım onu seninle buluşmasını sağlayacağım. Seninle yarın Selanik
girişindeki malum yerde buluşur, ya da SSK İşhanı’ndaki o batakhanede… Ama sen
bu arada Mendebur Memo’yu asla ihmal etme.
Çaylarını içmişlerdir. Yüzbaşı çıkmak
için müsaade isteyince:
- Dur
sana bir şey vereyim Brezilya’da işine çok yarayacak…
Kapının yanındaki deliğe yine
yüzükoyun yatarak eğilir ve biraz kurcaladıktan sonra minik bir elyazması not
defterini Yüzbaşı’ya teslim eder.
- Uçakta
oku evlat; sonra da parça parça yapıp, her hava alanının tuvaletlerine biraz
biraz bırakıp yok et.
- Sağol
Amca, ziyade olsun. Dönünce, umarım dönerim gelirim…
- Dönersin
evlat, dönersin…
-
Yüzbaşı apartman kapısında çıkar,
çıkar çıkmaz da karşıdaki Beyaz Renault Broadway araba dikkatini çeker. Birden
dönüp Amca’nın camlarına sert sert bakar ve ağzını belirgin bir şekilde
oynatarak “piçler” der… Amca, ağız okuma uzmanıdır. Salon camının içerisine
yerleştirdiği aynalarla kendisine dışarıdan iletilen mesajları karşısına
yansıyan görüntüden okur ve gereğini yapardı. Bunu çok az kişi bildiğinden,
parolanın ne olduğunu kimse bilmezdi. Parola aslında bir düzenekle okunan ağız
hareketleriydi. Sabit bir parola yoktu, herkes kendi “nick”ini ya da özelliğini
söyler, amca da bu mesajı alırdı. Amca, farklıydı.
Arabasına binen Yüzbaşı uzun süre
aracını hareket ettirmeden içinde oturur, sonra da birden gazlayarak ters yola
girer. Selektör yaparak sokağın sonuna kadar gider, sonra da sokağın tam
karşısına dönerek diğer Broadway’in karşısında belirmesini izler. Diğer
Broadway, oldukça küfürlü ve tartışmalı hareketler sonucu sokağın başına
çıktığında bu kez Yüzbaşı sokağa bu kez doğru yönde girer ve gözden kaybolur.
Amca’nın apartmanı önünden geçerken selektör yapar ve böylece Amca’ya da
mesajını bırakır.
Cuma günü için bilet rezervasyonunu
yaptırır. Yeni adı ve yeni adına göre düzenlenmiş pasaportu İsmail Bey’den
almıştır. Yeni adı Ali Mert YAREN’dir. Herkesten farklı bir rota ile
Brezilya’ya gitmek istemektedir. Ankara-İstanbul-Frankfurt-Londra-Yuhannesburg
(Güney Afrika Cumhuriyeti)- Sao Pauolo Congonhas hattını seçer. Turizm şirketi
çalışanları kendilerini bu hat için uğraştıran kişiye garip garip bakmaktadır.
Çünkü bu şirketin “şirket” ile ilgisi yoktur ve yeni kurulmuştur.
Ayfer Perşembe geleceğine göre,
Çarşamba günü Elif ile buluşması gerekmektedir.
Çarşamba günü öğle saatlerinde,
Selanik girişindeki malum yere gider ve oturması gereken yere oturur ve
söylenmesi gereken tatlı ile sade neskafeyi söyler. Profiterol ile neskafe
masasına servis edilince de eline aldığı ANAYURT gazetesini okumaya arada
sırada da at yarışı sayfasında karalama yapmaya başlar. Birden bir bayan sesi
ile irkilir, ne de sessiz gelmiştir yanına;
- Merhaba,
iş görüşmesi için buluşacaktık ben Elif, Elif GEZGİN…
Sima ile isim bir anda kafasında
gider-gelir ve sonunda hatırlar. Bir havacı subay ile ilişkisi olmuş ve çocuğu
doğmuştur. Geçirdikleri kazadan sonra Yüzbaşı Cem kendilerine yardım etmiş ve
daha sonra da ilk sevkiyat sırasında Seyfo’nun sağ kolu olarak karşısına isim
olarak çıkmıştır.
- Merhaba,
ben de Ali Mert YAREN…
- İnanayım
mı?
- İnansan
iyi edersin…
- Hadi
yiyelim de şunları benim eve gidelim…
- Neden
senin eve?
- Tamam,
tamam sen nereye istersen oraya gidelim…
Birlikte pastaneden çıkarlar ve bir
taksiye binerek Atakule’nin altındaki Sevilla Bar’a giderler. Cem, Elif’in
sevdiğini bildiği içkiyi ve kendi içkisini garsona sipariş olarak verir.
Martini Blanco, yanında kırma ve iri yeşil zeytin, çekirdekli olsun. Bir de Dry
Martini sek ve yanında ince dilinmiş havuç ile çifte kavrulmuş antep fıstığı.
Elif’in gözleri “fal taşı” gibi
açılmış ve eli ister istemez çantasında sürekli taşıdığı 6,35 lik mini
tabancasına gitmiştir. Yüzbaşı oturur oturmaz, L.Lama 9 mm lik tabancasını
bacaklarının arasına koyduğundan masanın altından Elif’in bacaklarının arasına
birden sokuşturuverir. Elif irkilir ve ayağa fırlamak ister ama Yüzbaşı:
- Kumkapı’daki
ve hastanedeki dostu tanımayıp, silahına sarılan kadına ne yaparlar? diye
soruverir…
Elif’in bütün vücudu boşalmış ve
parmağını bile kıpırdatamaz olmuştur. Çünkü Seyfo bir zamanlar Elif’e “Bir gün seni
adamlarıma amından vurduracağım”
demiştir. Bacaklarının arasında soğuk namluyu hisseden Elif o günün geldiğini
sanmış ve yıllardır aradığı o harbiyeliyi de karşısında buluvermiştir. Yüzbaşı
tabancayı bacaklarının arasından çekip kendi sandalyesinde bacak arasına
bırakmış Elif’in halini seyretmektedir.
- Yıllar
sonra… Ne şans… Elim çantamda…
- 6,35’in
kabzasında değil mi?
- Evet…
- Merminin
ucunda ne var? Siyanür mü? Cıva mı?
- Daha
etkin bir şey…
- Desene
minik bir çekirdek sonum olacaktı…
- Allah
seni kahretmesin, altıma kaçırır gibi oldum… Önce bu adam benim sevdiğim içkiyi
nereden biliyor dedim sonra da bunları yaşadım.
- Koku
orgazmı mı oldun ne?
- …
- Ne
oldu Elif?
- …
İçkiler gelir, işten hiç bahsetmeden
saatlerce kendilerinden bahsederler. Sonra da kalkar “çakır” vaziyette, Elif’in
evine giderler. Elif’in evinden işten konuşmaları mümkün değildir. Ama Elif ile
Cem yan yanadırlar. Evden içeri girdiklerinde Elif’in çocuğunun bakıcısı;
- Abla
ben gidebilir miyim?
- Hayır,
kal, bu gece bizde kal. Bizim işimiz var…
Çocuğunun yanına giden Elif oğluna
sarılır ve öper. Çocuk, Cem’e karşı serttir. Elif birden:
- Bak
oğlum sana yıllardır anlatırım, senin kaza geçirdiğin gece bize yardım eden o
Harbiyeli…
- Hoş
geldin abi…
- Hoş
bulduk, sen ne kadar da büyümüşsün?
- Nasılsın
abi?
- İyiyim,
yıllar sonra annenle karşılaştık.
- Evli
misin abi?
- Evet…
- Çocuğun
var mı?
- Evet…
- Tamam,
o zaman annemi sana emanet edebilirim…
Yüzbaşı
şaşırır. Bu sırada Elif üstünü değiştirmek için yatak odasına geçmiştir.
Yüzbaşı çocuğa biraz daha yaklaşır ve:
- Neden
sordun delikanlı…
- Sordum
işte…
- Neden
ama bak biz dostuz hem de eski dost…
- Annemle
yatıp yatmayacağını öğrenmek için…
- Şimdi
ben annenle yatacak mıyım yatmayacak mıyım?
- Bana
kalırsa yatmaman gerekir ama…
- Âmâsı
ne?
- Biz
sana borçluyuz, belki annem seninle yatmak ister…
Yüzbaşı, çocuğun başını okşar ve ona:
- Merak
etme, annenle yatmayacağım. Ama şunu da bilmeni istiyorum, ben
anneni
çok beğeniyorum…
- Beğenme!
Sadece, onu sev. Yatacaksanız bile severek yatın. Sevin ki annem
üzülmesin…
- Annen
çok mu üzülüyor?
- Evet,
son bir seneye kadar her gece sarhoş olur, sonra da ağlardı…
- Son
bir senedir?
- Düzeldi,
şimdi daha iyi ama bazı geceler yine içiyor ve yine ağlıyor…
- Annene
yardım etmek ister misin?
- Evet…
- O
zaman bana yardımcı ol. Al bak bu benim çağrı cihazımın numarası, bu
numaraya
şu numaradan mesaj bırak ben hemen gelirim.
- Ne
zaman geleceksin?
- Annen
içmeye başladığında.
- Söz
mü?
- Söz!
- Erkek
sözü mü?
- Asker
sözü…
- Hayır,
asker sözü istemiyorum, babam da asker sözü verdi ama sonra…
- Tamam,
erkek sözü…
- Siz
neler konuşuyorsunuz bakalım orada?
- Erkek
erkeğe konuşuyorduk…
- Oğlum,
Cem ağabeyinin canını sıkmadın değil mi?
- Hayır
anne…
- Biz
çıkıyoruz, sabah kahvaltısında evde oluruz değil mi Cem?
- Hayır,
ben saat 11.00 da İstanbul’da olmam gerekiyor…
- Tamam,
oğlum ben gece dönerim…
-
Cem ve Elif dışarı çıkarlar, tipik bir
Eylül sonu gecesidir. Hafif serin ama tatlı esintili ve parlak yıldızlı…
- Nereye
gidelim Cem?
- İçkilerimizi
alalım yanına da mezemizi ve Botanik Bahçesine inelim, kuytu bir köşeye…
- Kuytuda
ne yapacağız?
- Bilmem,
yaparız bir şeyler…
Atakule karşısındaki Tuncelili Tekel
bayisinden iki şişe dry martini ile iki bardak ve 500 gram Antep Fıstığı
alırlar. Ardından hemen yandaki, büfeden 10 tane havucu dilimlettirirler. Sonra
da el ele, Botanik Bahçesine inerler. Seranın yan tarafındaki düzlükte bulunan
hafif içerlek orman masasına yan yana otururlar. Az ötelerinde çimleri sulamak
üzere konuşlandırılan musluğun altına iki şişe martiniyi yerleştirirler ve:
- Anlat
bakalım Elif, neler yaptın ve neler yaşadın?
- Ne
anlatayım, neyi anlatayım?
- Yıllarca
fahişelik yapmak zorunda kaldım, altına yatmadığım adam kalmadı, aç kaldım,
açıkta kaldım, satmaya çalıştılar geneleve ama sonunda toparlanabildim…
- Kim
yaptı bunları sana?
- Kim
olacak Seyfo denen alçak…
- Peki,
Seyfo şu anda nerede?
- İtalya’da,
yine aynı işleri yapıyor…
- Peşini
bıraktı mı?
- Hayır
bırakmadı…
- Eeee,
nasıl kurtuldun?
- Bir
Emniyet Müdürü ile dost hayatı yaşamaya başladım, ondan kurtuldum..
- Ne?
- Evet,
işte öyle…
- …
- Ne
oldu Cem!...
- Yok,
bir şey…
- Var
ve ne olduğunu biliyorum, yaşamak ve daha önemlisi yaşatmak zorundaydım…
- Biliyorum…
- O
zaman!?.
- Geceleri
içki içiyor ve ağlıyor muşsun?
- Selim
mi söyledi?
- Evet…
- Piç
kurusu…
- Kızma
Selim’e, o artık büyüdü ve her şeyin farkında…
- Başka
ne söyledi?
- Annemle
yatma, yatarsan da sevdiğin için yat…
- Peki,
sen yatmak istiyor musun?
- …
- Ben
içkilerden birini alayım…
- Al
da bu gece kafayı bulayım ama ağlamayayım…
- …
- Mezeler
de tamam…
Elif ile Cem yan yana ama vücutları
birbirine değecek şekilde oturmuşlardır. İri cam bardaklara doldurdukları sek
dry martiniyi içmeye başlamışlardır. Elif zaman zaman eliyle Cem’e fıstık
vermekte zaman zaman da havuç dilimi uzatmaktadır. Bir süre sonra Cem de aynı
şeyi yapmaya başlar. Kadehler birbirini kovalar, ikisi de hiç konuşmamakta her
kadehten sonra birbirlerine daha da sokulmakta ve birbirlerinin ağızlarına her
seferde parmakların daha da derine gireceği şekilde beslemektedirler. Birinci
şişe bitmiş, ikisi de hızlı hızlı içtiklerinden hafif çakır olmuşlardır. Elif
Cem’in en son verdiği fıstığı ağzına alırken parmaklarını hafif ısırmış ve
sonra da ağzının içine doğru çekmiştir. Cem, Elif’e karşı çok hassastır ama
daha önce başka bir şey konuşmaları gerekmektedir. Cem Elif’in yanağına yakıcı
bir öpücük kondurur ve:
- Elif,
Brezilya’da işler karışık
- Biliyorum,
Parmaksız Amca söyledi
- İrtibat
gerekli, Türk Dönmeleri…
- Cem,
biliyorsun yemin ettik…
- Tamam,
biliyorum ama…
- Söyleyemem
Cem, sen bile olsan…
- Tamam,
söyleme, birlikte gidelim…
- Ama
bendeki bilgiler tam değil…
- Nick
ve buluşma noktaları bende
- Gerisi…
- Ayfer’de…
- Yarın
geliyor onu karşılayacağım.
- Gitme!
- Neden?
- Gitme
dedim işte…
- Neden
ama…
- Ayfer’i
alacaklar…
- Parmaksızın
haberi var mı?
- Hayır
yok..
- Sen
nerden biliyorsun?
- …
- Elif
ne oldu söyle?
- Birlikte
olduğum…
- Emniyet
Müdürü mü?
- Evet…
- Ona
mı söyledin!
- …
- Söyle
Elif!
- …
- Elif,
sen ne yaptın?
Elif cebinde getirdiği 6,35
tabancasını masaya koyar ve Cem’in önüne sürer…
- Gereğini
yap hadi!
- Neyin
gereği?
- Öldür
beni!
- Oğluna
rağmen mi?
- Evet,
ben ihanet ettim…
- Seni
öldürünce elime ne geçecek?
- Ama
kural böyle…
- Ne
kuralı Elif, kural mı bıraktın.
- Nerede
şu pezevenk?
- …
- Söyle
Elif!
- Oğluma
musallat olurlar
- Eliffff…
-
Elif cebinden bir küçük akıl defteri
çıkarır:
- Güne
göre kalacağı yer değişir…
- Ver
bana o defteri
Cem defteri alır ve o gece Emniyet
Müdürü’nün Balgat’ta kalacağını ve adresini öğrenir.
- Tamam,
Elif, içkimizi bitirelim ve kalkalım…
- Beni
öldürmeyecek misin?
- Hayır,
eve gidelim içkiyi de bırak…
- Ne
yapacağız evde?
- Selimi
ve üstünüze bazı eşyaları alıp sizi bir yere bırakacağım, sonra da…
- Öldürecek
misin?
- Seni
öldüreceğim, onu öldüreceğim..
- …
Koşa koşa eve giderler, evdeki
bakıcının içeri girdiklerinde ortada olmadığını fark ederler…
İçeriden derin soluma ve adeta böğürme
sesleri gelmektedir. Selim mışıl mışıl, tekerlekli sandalyesinde uyumaktadır.
İçeri girdiklerinde bakıcının Elif’in yatağında bir adamla seviştiğini
görürler, ikisi de zirveye varmak üzere olduklarından tepki verememişlerdir…
Cem bakıcıya yaklaşır ve Elif’in 6,35’ini kafasına dayayıp sıkar, sonra da
alttaki adamın kafasına. Bakıcının kulağından giren mermi ile alttaki adamın
gözünden giren mermi dışarı çıkmamıştır. Cem bulduğu bir yastık kılıfından
parça koparır ve birinin gözüne diğerinin kulağına tıkar… Elif dışarı
kaçmıştır.
- Arabanı
hazırla Elif, benim arabanın plakasını seninkine takıp yola çıkalım..
Elif koştura koştura bir şeyler
hazırlarken Cem de bakıcı ile sevgilisini ayrı ayrı sarıp sarmalamakta ve
dışarıdan ilk bakıldığında insana benzememesine çalışmaktadır.
Elif birden içeri girer ve
- Neden
öldürdün onları?!
- İyi
bak!
Elif, Cem’in işaret ettiği yere
bakınca yerde bir koltuk altı kılıf ve içinde bir tabanca görür… Yer eğilir ve
tabancaya bakmak ister, o anda yere bir cüzdan kayarak düşer. Elif cüzdanın
içine baktığında öldürülenin de Emniyet Müdürü olduğunu anlar.
-
Yarın seni ve oğlunu da ortadan kaldıracaklardı,
Ayfer’i içeri aldıktan sonra…
Cem iki cesedi teker teker yukarı
çıkarır, saat 01.45 civarıdır. Elif’in cipinin arkasına yerleştirir ve bagaj
örtüsünü üzerlerine çeker. Sonra da aşağı inip Selim’in engelli arabasını alır
ve yukarı çıkar, ardından da Selim’î alır, Elif ile birlikte yukarı çıkarlar.
Arabanın plakasını kısa sürede değiştiren Cem, kendi arabasına da bagajdan
aldığı bir başka plakayı takar. Yola çıkarlar.
Kısa süre sonra Balgat’a varırlar.
Adres, Balgat İş Bankası’nın arka tarafında yanı kumarhane olarak kullanılan
küçük bahçeli bir eve aittir. Aracı, dar sokaktaki matbaanın önüne çeken Cem,
Elif’i ikaz eder ve birileri gelirse cebinden çıkardığı “şirket” kimliğini
gelenlere göstermesini ve arabadan asla inmemesini söyler. Kendisi de eve doğru
yola çıkar. Eve yaklaştığında tahmin ettiği bir ortam ile karşılaşır. Emniyet
müdürü yanına aldığı bir kadınla âlem yapmaktadır. İkisi de körkütük sarhoş ve
tamamen çıplaktır. Masanın üzerinde Emniyet Müdürü’nün beylik silahı
durmaktadır. Kapıyı, kendine özgü yöntemlerle açan Cem’in içeriye girdiğini iki
sarhoş fark etmemiştir bile. Cem yanlarına geldiğinde kadının tamamen sızdığını
Emniyet Müdürü’nün de sızmak üzere olduğunu fark eder. Önce Emniyet Müdürü’nün
silahını alır ve kurar sonra da yanına yaklaşır ve tam ateş edecekken Emniyet
Müdürü’nün sol kolunun daha kaslı olduğunu fark ederek durur. Sonra tabancayı
Emniyet Müdürü’nün elinin ulaşabileceği gibi kafasına dayar ve üzerine yastık
örtüp tetiğe basar. Ses çıkmış, sızan kadın bile ayılır gibi olmuştur. Cem bir
süre bekler ve sonra cebindeki 6,35’i çıkarıp kadının gözüne dik açı ile ateş eder.
Öldüklerine emin olduktan sonra, dışarı çıkar ve arabanın yanına gider. Elif
korkulu gözlerle kendisine bakıyordur;
- İşleri
bitti, şimdi arkadakilerin de icabına bakalım ve sonra yola çıkalım…
- Öldürdün
mü?
- …
- Öldürdün
mü?
- Evet,
ikisini de
- İkisini
de mi?
- Evet…
- Sevgilisiyle
birlikte…
Cem
gecenin karanlığından ve sokağın aydınlatmasının olmamasından yararlanarak
arkadaki iki cesedi, teker teker eve taşır ve üzerlerindeki nevresim ve
çarşafları çıkararak yatağa atar, sonra da kulak ve gözlerine tıktığı bez
parçalarını çıkartıp, aynı noktadan birer kez daha ateş eder… Oradan mutfağa
geçer ve bulduğu gaz lambasını yatağın ortasına ve yere iz yaparak boşaltır,
sonra da kibriti ateşler, gaz alev alır ve yanmaya başlar. Yerdeki kanlı çarşaf
ve nevresimleri alarak dışarı çıkar, çıkarken de iç ve dış kapının kollarını
hızla siler…
Elif, Selim ve Cem İstanbul’a gitmek
için Konya yoluna çıkarlar ve gecenin geç saatinde hızla çevre yoluna doğru
ilerlemeye başlarlar. Konya yolundan Ankara Emniyet Müdürlüğüne gelmeden sağdan
saparak Atatürk Orman Çiftliği Hayvanat Bahçesi’ne doğru yönelirler. Yolun
sonunda Batıkent kavşağına doğru dönmeden Cem elindeki kanlı çarşaf ve
nevresimleri aracın içinde parçalayarak Ankara Çayı’na atar, sonra da arabaya
biner ve İstanbul Yolu güzergâhından İstanbul Otobanı’na çıkarlar.
Elif yaşadıklarını ve içkinin etkisi
ile kısa sürede dalar, Selim ise olan bitenden habersiz uyumaktadır. Selim’in
durumu pek de iyi değildir ama nefes almaktadır. Bir süre sonra Cem arabasını
bir cepte durdurarak Elif’i uyandırır. Elif uyku sersemliği içindedir.
- Elif,
Selim’in durumu anlaşılmaz, bir bakalım
- Ne
oldu, ne yaptın Selim’e?
- Bir
şey yapmadım Elif, evden beri uyuyor…
- Evet…
ne yaptın oğluma?
Cem, Elif’in kendisine gelmesi için
Selim’in şişedeki suyunu yüzünden aşağı boca eder. Elif silkinir, biraz daha
iyidir…
Aracın iç ışıklarını yakarlar ve
Selim’e bakarlar. Hala uyumaktadır. Cem, Selim’in nabzına bakar, biraz hızlı
atmaktadır, sonra da aklına ağzını açmak gelir, Selim’in ağzını açar ve koklar;
- Orospu,
çocuğu zorla uyutmuş
- Ne!
- Bakıcı
orospu, çocuğunu zorla uyutmuş, ilaç vermiş…
- Bir
şey olur mu?
- Hayır,
olmaz ama geç uyanır…
Sabahın ilk ışıklarında İstanbul
Kartal’dadırlar. Elif ve oğlu sürekli uyumuşlardır. Cem ise uykusu olmasına
rağmen kafasındaki sorular nedeniyle, İstanbul’a nasıl geldiklerinin bile
farkında değildir.
Köprü’den karşıya geçerler.
Cem, Elif’i sarsarak uyandırır.
- Elif
kalk artık, Ayfer’e ulaşmamız gerekli…
Elif zar zor ayılır. Ayfer şu anda
Viyana’da olmalı ya da belki sen daha iyi biliyorsundur. Elif, cebinden bir
kartvizit kutusu çıkartır ve içinden minik bir kâğıt alır;
- Bu
numaradan arayalım…
Numara Viyana’ya aittir. Telefon uzun
uzun çalar ama açılmaz, sonraki iki denemede de açılmaz, ancak Cem ısrarla
numarayı aramaktadır. Sonunda Ayfer’in sesi duyulur.
- Helen?
- Helen
ben Cem, biz Elif’le birlikte seyahate çıktık seni de mutlaka bekliyoruz…
Karşıdan hiç ses gelmez… Az sonra;
- Yaaa
öyle mi, benim de tatile ihtiyacım vardı. Nerede buluşalım?
- Madrit’e
gel, biz de oraya geleceğiz.
- Tamam,
anlaştık, Türkiye’ye birlikte döneriz…
- Tamam,
Helen bak Elif’i de veriyorum…
- Nasılsın
Helen?
- İyiyim,
ya sen?
- Ben
de iyiyim, Cem’le birlikte tatil yapalım dedik. Sen de geliyorsun ama istersen
Madrit’e gitmeden Rahip Hose’ye haber ver…
- Tamam,
vereceğim zaten…
- Görüşürüz…
Cem ile Elif neredeyse
yıkılacaklardır. Ayfer’i de kurtarmışlardır. İstanbul’da Cem kalabilecekleri en
emniyetli yerin orduevi olacağına karar verir ve çantasından çıkardığı aile
kimlik kartlarındaki fotoğrafları Elif ve Selim’inki ile değiştirir. Sonra da
ailece (!) Harbiye Orduevi’ne giderler. Resepsiyonda hiçbir problem çıkmaz ve
odalarına çıkarlar. Selim hala uyumaktadır.
Cem banyoya girer yıkanmaya başlar,
hali de kalmamıştır. Az sonra banyo kapısı açılır ve içeri Elif girer.
Çırılçıplaktır, Cem’in bulunduğu duşakabinin içine girer ve Elif’liğini
göstermeye başlar. Cem’in karşı koyacak hali yoktur, Çünkü Elif gibi bir kadına
direnmek mümkün değildir. Banyonun içi buhar dolmuştur. Göz gözü görmez
olmuştur ama Cem ile Elif çılgınca sevişmektedirler. Olan olmuştur, yılların
özlemini banyoda noktalamak pek akılcı olmasa da banyodaki hilton lavabo
işlerine epeyce yaramıştır. Banyodan çıktıklarında Selim’in yavaş yavaş kendine
geldiğini fark ederler.
- Uyandın
mı delikanlı?
- …
- Uyandın
mı benim delikanlım?
- …
Selim şaşırmıştır. Hayal meyal
hatırladığı bir şeyler vardır ama burası acaba neresidir?
- Anne
neredeyiz?
- Orduevinde
oğlum
- Evimiz?
- Terk
ettik oğlum artık yurtdışında yaşayacağız…
- Ama
anne? Cem Abi de mi bizimle gelecek?
- Evet,
Selim, sizleri yurtdışında yerleştireceğim, sonra da ben döneceğim..
- Sen
niye bizimle kalmıyorsun?
- Ama
seninle anlaşmıştık, annenin ağlamaması ve içki içmemesi için bunu yapmaya
mecburduk…
- Anne
artık ağlamayacak mısın?
- Evet
oğlum?
- İçmiyecek
misin?
- Sadece
zevk için…
- Yemin
et o zaman!
- Yemin
ederim oğlum…
Anne oğul konuşurken Cem çoktan uykuya
dalmıştır. Odada iki yatak vardır, bir süre sonra çocuk için ek yatak gelir.
Selim’i yeni gelen yatağa yatıran Elif kendisi de diğer yatağa yatar ve o da
uykuya dalar. Anne oğul, uyandıklarında Cem’in ortada olmadığını görürler, her
ikisi de tam telaşlanacakken odaya Cem girer. Elinde bazı paketler vardır.
Orduevinde
generaller dışında, subay odalarına yemek servisi yapılmadığından yiyecek
getirmiş, aynı zamanda da biletleri halletmiştir. Artık rota değişmiştir. Eski
biletini de iptal etmemiştir.
- Elif
pasaportlar yanınızda mı?
- Evet…
- Oh
beeee, bir an için…
- Unutur
muyum hiç?
Elif bu sözlerinden sonra Cem’in
yanına gider ve başını Cem’in göğsüne koyar bir eli ile de beline dolar… Bunu
gören Selim sinirlenir ama belli etmek istemez…
- Sevgiden
mi yoksa…
- Sevgiden
Selim, sevgiden… Ama ancak bu gün fırsatımız oldu, sevgimizi birbirimize
söylemeye…
- Ama
sen evli değil miydin, çocuğun yok muydu?
- Ama
Selim…
- Tamam,
tamam Cem Abi, bizi bırakıp gidecek olsan buraya kadar getirmezdin…
- Anlaştık
Selim… Sizi hiç yalnız bırakmayacağım… Hep biriyle olacaksınız.
-
O gece orduevinde kaldılar, Selim’i
yalnız bırakamadıkları için dışarı da çıkmadılar. Ama Selim uyuyunca, sabaha
kadar birlikte banyo yaptılar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder